7 Nisan 2004 Çarşamba

Adanın Geleceğini Bizim Mücadelemiz Belirleyecek



Milliyetçiliğin Yükselişi
Nisan 2003’ten beri, yani ada insanının serbest dolaşım hakkını gaspeden sınırlamalar kaldırıldığından beri bir yıl oluyor. Bu bir yıl zarfında, iddia edildiğinin aksine hiçbir “milli olay” başgöstermemiştir. Milli olaydan kastım “içimize rum girecek, bizi kesecekler” şeklinde özetlenebilecek “tavuk psikolojisi”, karşı taraftaki karşılığı da “barbar atilla, kan kusturacak” ifadesinde karşılığını bulan “sahte mazlum” oyunculuktur.
Ne tesadüftür ki, geçtiğimiz yıl kapıların açıldığı 23 Nisan tarihinin bir yıl sonrasında yeni bir ikilemle karşı karşıyayız: Referandum!

“Nedir bu referandum?” diye soracak olan olursa, kısaca şöyle anlatabiliriz: “Kıbrıs’ın AB üyeliği, yeni oluşacak Federal Devlet’in yasaları (bayrak, marş, yurttaşlık, eğitim vs.), Türk Devleti’nin Anayasası, Rum Devletinin anayasası vb. birçok düzenlemeye evet mi diyorsunuz, hayır mı diyorsunuz?” Bu durumda gayet açıktır ki, ya hepsine birden “evet” diyeceksiniz, ya da hepsine birden “hayır”. Federal Devlete “evet”, içinde yaşayacağınız Türk Devletinin antidemokratik yasalarına “hayır” demek gibi bir şansınız yok. Veya Kıbrıs’ta birleşmeye “evet”, AB’ye girmeye “hayır” gibi bir görüşünüz olması olası değil. Sadece bu bile söz konusu referandum’un ne kadar “toptancı” bir zihniyetle hazırlandığının bir göstergesi. Diğer bir olgu da, tüm süreç boyunca sol ve emek eksenli örgütlenmeler dahil neredeyse her kesimin hazırlanan yasalar ve düzenlemelerle ilgili “Türkler”-“Rumlar” zıtlığı üzerinden konumlandığı. Mesela “emekçi halkın kitle partisi” CTP’den Başbakanlık koltuğuna oturan M.A.Talat, “görüşmelerde bizim için en avantajlı sonuçları elde etmeye çalıştık” derken veya memleketin en güçlü sendikalarını barındıran Bu Memleket Bizim Platformu (BMBP) “haklarımızı olabilecek en yüksek derecede savunan bir metin söz konusu” diye açıklama yaparken, “biz” den kasıt Türkler (veya solcu bir ifade ile Kıbrıslı Türkler)dir.
Bankacılık, sendikal haklar, vatandaşlık, eğitim, gümrük, uluslararası hak ve yükümlülükler vb. konularda tartışmalar yürütülürken “emek” örgütlerinin konumlanmış olduğu zemin, çalışan kesimin de ilgisini “Rumlar ne aldı, Türkler ne verdi” vb. konulara odaklıyor. Bu da adanın her iki yakasında son 30 yıldır görülmemiş derecede bir milliyetçilik dalgasının yükselmesine, alttan alta “biz türkler, o Rumlar” şeklinde bir “bilincin” hortlamasına hizmet ediyor.
Tüm bunlar bir yana, referandum bir olgu olarak önümüzde duruyor. Ve sayfalar dolusu yazı da yazsak, elimize mühür verildiğinde, iş bir “evet” veya “hayır” arasında seçimden ibaret gibi görünüyor. Bu da durumu beterin beteri bir noktaya sürüklemiş durumda. Çünkü ikilem öylesine net ki, milliyetçilik dalgasından şimdiye kadar en az etkilenmiş “radikal sol” bile kendi arasında görüş farklılıklarına düşmekte.
Bu yazı içerisinde niyetim, durumu kuzey ve güney Kıbrıs için ayrı ayrı özetledikten sonra kendi alternatifimi sunmaktır.

Güney’den Kuzeye Rengarenk Bir Yelpaze
Güney Kıbrıs’ta Kilise ve radikal sağ çevreler “hayır” kampanyasını çoktan başlatmış durumdalar. Gerekçeleri Türkiye’nin adayı işgalinin ve adanın bölünmüşlüğünün yasal bir zemine oturacağı, bu yetmezmiş gibi son 30 yıldır adanın kuzeyine taşınmış “yerleşiklerin” varlığının resmileşeceği üzerinden şekilleniyor. Tabii geleneksel sermayenin neo-liberal bir AB’den ürkmesi konusunu bu kesimlerden duyamazsınız ki işin özü burada yatıyor.
Güneyin Liberal sol’u (AKEL vb.) ise son ana kadar beklemek taraftarı. Ancak “evet”çi oyların pek çoğu da buradan geleceğe benziyor. “Neden” derseniz, her ne kadar da sağ ile paslaşarak “tamam söyledikleriniz doğru, ancak bu plan da barış için son şans, hem en azından bir başlangıç zemini ve barışın kurulabileceği bir çerçeve olabilir” de deseler, asıl gerçek yeni sermayenin ve onun temsilcilerinin hem AB’ye girişten hem de adanın birleşmesinden muazzam karlar beklemeleri. Buna ek olarak da, yıllardır fonlar, yardımlar ve kurumsallaşmış işbirliği vasıtasıyla tabi oldukları AB kurumlarının çıkarlarını temsil etmekle yükümlü olmaları da bir gerçek.
Güney’de çok küçük bir azınlığı temsil eden “radikal-küreselleşme karşıtı kesim” ise kafası en karışık olanlardan. Son dakika bir değişiklik olmazsa, “Hayır” üzerinde ortaklaşıyorlar gibi görünüyor. Ancak en büyük kaygıları “kilise ve aşırı sağ” ile karıştırılmamak. Onların “Hayır”ı, AB’ye, neo-liberalizme ve ada üzerinde çatışma-milliyetçilik yaratacaklarına inandıkları Annan Planı’na bir cevap. Yoksa, adanın birleştirilmesi, barış gibi konularda Türklerle bir dertleri yok. Hatta kendilerini Rum diye tanımladıklarını bile söyleyemeyiz.
Kuzey Kıbrıs’ta da durum hemen hemen aynı. Yani geleneksel kesim “hayır”, neo-liberal yapılanmalar ise “evet” üzerinde duruyor. Tek fark son 3 yılda kuzeyde gerçekleşen muazzam mitingler, barış ateşleri, kitle seferberliği sonucunda açık açık “hayır” demeye mecali kalan bir “radikal sol”un söz konusu olmaması. Durum öyle ki, AB ve uygulamaları tabu derecesine vardırılmış, bırakın eleştirel bir gözle sorgulamayı abdestsiz ağıza alınamayacak dereceye getirilmiş durumda.
Böyle bir durumda Kuzey’in cevabının “evet” olaması muhtemelken, güney’de %80’lere varan bir “hayır”dan söz ediliyor. Gene de bence iki yakada da başa baş olan bir durumdan söz etmek daha gerçekçi olur.
Ne zaman, arkadaşlarla biraraya gelsek, ne zaman iki toplumlu bir faaliyete girişsek konu dönüp dolaşıp “referandumda ne yapacaksınız”a geliyor. Bu durumda en başta söylediklerimize ek olarak bazı değerlendirmeler yapmak doğru olacaktır.

“Evet”li mi olsun? “Hayır”lı mı?
Ada insanının “Hayır” dediğini varsayarsak, bunun statükonun devamını sağlayacağı bir gerçek. Bu cevap, Güney’de Kilisenin ağzından, Kuzey’de ise “Denktaş-Eroğlu” çetesi tarafından verilmiş olacaktır. Türk askerinin yasal olmayan varlığı, Kuzey’deki Ordu-Denktaş keyfi yönetimi ve ganimet ekonomisine dayalı üretimsiz yapı güçlenip tazelenerek yeniden dirilecektir. Bu da kitlesel bir demoralizasyona, 3 yıldır alanları dolduran (son bir yıldır evinde oturan) kesimlerin ise küskünlüğüne neden olacaktır. Güney’de ise milliyetçi kesimlerin zafer çığlıklarının yeri göğü inleteceğine şüphe yok.
Tabii bu madalyonun bir yüzü. Öteki yüzü ise şansa değil çabaya bağlı. AB ve Euro’ya “hayır” demiş Kıbrıs halkları, Kuzey’de ve Güney’de emek, sınıf ve toplumsal adalet eksenli bir mücadele ile birleşme mücadelesini daha sağlam temeller üzerine oturtma şansına sahip.
Cevabın “evet” olması durumunda, AB’ye giriş ve adanın Annan Planı temelinde yeniden “birleşeceği” inkar edilemez gerçekler. Ancak bunun sonuçları konusunda binbir türlü kehanet dolaşıyor. Gerçektir ki adanın bölünmüşlüğünün iki temel nedeni var; milliyetçilik ve emperyalizm. Ve “evet” denecek bu plan; hem milliyetçilik temelinde hazırlanmış, onu yeniden üreten bir plan hem de BM ve AB gibi emperyalist karakteri su götürmez yapılar tarafından sunuluyor. Bu da yükselen milliyetçiliğin, “emperyalizmin çıkarları doğrultusunda” yeni bir Kosova yaratması olasılığını gerçekçi kılıyor. (Hatta Güney’de, planın tam da bu nedenle hazırlandığı, AB üyesi bir devlete ABD müdahalesi için gerekli koşulları yaratmakla görevlendirilmiş Annan’ın, başımıza daha çok çoraplar öreceği gibi komplo teorileri yok değil. Ancak hayallerimizi zorlamaya gerek yok.) Fransa’daki işsizlik, İtalya’daki özelleştirmeler, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerin sosyal devlet kazanımlarını birer birer yutup semiren sermayenin, Kıbrıs’ın emekçi ve çalışan kesimleri için kendi emekçilerinden daha güzel planları olması maddenin doğasına aykırıdır zaten. Sosyal hareketlerin kazanımlarına karşı küresel sermayenin karşı saldırısı şeklinde kurgulanan AB’nin uzun vadede, neo-liberalizmden başka birşey vaadetmediği, en vahşi cinsinden bir kapitalist saldırı ile yüzleşeceğimiz de bir gerçek.
Ancak, ortak iş yerlerinde çalışan, ayni mahallelerde oturan insanların sosyal haklar ve toplumsal adalet için mücadele vermesi, sözde barışa gerçek bir içerik sağlaması da mücadele ile doğru orantılı bir sonuç olacaktır. Yani ne “evet” sonucunda oluşacak durum ne de “hayır” durumunda oluşacak durum kesin bir yargı ile önceden belirlenebilir/bilinebilir değildir. Ada’nın geleceğini mücadelenin içeriği belirleyecektir.
Bu da, sonuç “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa Kıbrıs’ın emekçilerinin, çalışan insanlarının, değer üreten kesimlerinin yani milliyetçilikte değil barış’ta çıkarı olan halkların mücadelesinin önemini koruduğunu gösteriyor. Her iki olasılıkta da avantajlar ve dezavantajlar söz konusudur. Ve “ehveri-şer” veya “daha” üzerinden kurgulanacak bir mücadele ne uzun soluklu olacaktır ne de sürdürülebilir.
Üstelik “evet” veya “hayır”ın tartışılması bugün ve (her iki olasılığı ile birlikte) gelecekte yapmamız gereken esas iş olan; sınıfın sınıf temelinde mücadele ederek kendi barış talebini yükseltmesi mücadelesini baltalayacaktır. Sonuç “evet” de olsa, “hayır” da olsa milliyetçilikle mücadele etmemiz gerekmektedir. Sonuç “evet” de olsa “hayır” da olsa neo-liberal küreselleşme dalgası ile mücadele etmemiz gerekmektedir, sonuç “evet” de olsa “hayır” da olsa, özelleştirmeye, deregülasyonlara, savaşa, çevrenin yıkımına kısaca insanlığın ortak düşmanı olan sermayeye karşı mücadele etmemiz gerekmektedir. Sonuç “evet” de olsa “hayır” da olsa kurguladığımız gelecekte içinde yaşayacağımızı varsaydığımız kültürel, sosyal, ekonomik değerleri, ilişki biçimlerini, dayanışmayı, eşitliği, özgürlüğü ve kollektif yaratıcılığı aramamız yaratmamız, başlatmamız gerekecektir.
Bunları referandum sonrasına ertelemek mümkün değildir. Çünkü “evet”in gerekçeleri ile “hayır”ın gerekçelerinin tartışıldığı hiçbir ortamda, ortaklaşılan değerler bunlar olduğu halde, dayanışma ve kollektif eylem örgütlenememektedir. Zaten böyle bir sonucun çıkması da mümkün değildir. Çünkü “soru”nun kendisi yanlıştır. Soru, başlı başına bu sonuca varılamasın diye kurgulanmıştır. Yapılması gerekenler her şart ve koşul altında ortadadır. Ve bunlar bizim yeni keşfettiğimiz, mucize çözümler değildir. Ancak gene de samimi bir şekilde savunulmayı beklemektedirler.

Sorumsuzluk!
“Evet” ve “hayır” üzerinden bir saflaşmaya gitmememiz bir sorumluluktan kaçış, rahatlık ve ciddiyetsizlik diye yorumlanabilir, ki muhtemelen de öyle yorumlanacaktır. Burada kritik bir soru vardır; “eğer %50’lara hitab eden kitlesel bir sendika veya parti’de olsaydınız da bu rahatlığı gösterebilecek miydiniz?”
Rahatlık mı? Rahatlık, her koşul altında yapılması gereken asıl işi, hayatın barış, emek ve dayanışma ekseninde örgütlenmesi gerekliliğini önüne hedef olarak koymaksa, evet “rahatlığı” göstermek isteriz. Ve herkesin de “rahat” olmasını temenni ederiz. Öte yandan, kitleselleşirken fikirlerini de kitleselleştiremeyen bir partide, sendikada olup popülist politikalar etrafında anlamsız “evetler” ve anlamsız “hayırlar”dan medet ummayı pek de arzuladığımızı söyleyemeyeğiz. Bunu yerine, hayali kurduk da kurduk, %50 lerin aşağıdan gelen bir barış mücadelesini yürüttüğü bir parti veya sendikanın, bir kelimelik bir cevabın mucizeler yaratacağı iddiasını ciddiye almayacağı ama işine bakacağını, içinde bizolsak da olmasak da bunun böyle olacağını tahmin etmek pek de zor değil.
Öyleyse, referandum günü ister evinizden bile çıkmayın, isterseniz de “evet” veya “hayır” mühürlerinden birini alıp önünüzdeki beyaz kağıda vurun hiç farketmez. Çünkü asıl saflaşma “evet” veya “hayır” arasında değildir. Asıl saflaşma barışın inşaası için tabanda çalışmakla, mücadeleyi ertelemek arasındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder