17 Kasım 2006 Cuma

Fin Önerilerini Yeniden Okumak



Geçtiğimiz haftalarda Finlandiya, yazılı olmayan ancak iki tarafın da anlaşarak uygulayabileceğini iddia ettiği önerileri ile Kıbrıs Sorunu’nda yeni bir öneriler dizisine imza attı. Kıbrıs’ta süregelen çözümsüzlüğün çeşitli öneriler, planlar, fikirler ve paketler yoluyla çözümlenme girişimleri yabancı olmadığımız bir durumdur.

Tarihsel olarak Makarios ve Denktaş arasında imzalanan 1977 tarihli anlaşmadan başlayarak, Annan Planı’na kadar onlarca döküman ve anlaşma belgesi Kıbrıs Halkları’na umut diye ortaya çıkmış, belli bir süre tartışılmış ve sonunda yerini hayal kırıklığı, umutsuzluk ve biraz daha yükselen bir şövenizme bırakarak akademik literatürdeki yerini almıştır. Her defasında “taraflardan” birinin reddettiği ve “kötü çocuk” olduğu bu oyunda; “aramızı bulmaya çalışan” iyi niyetli batı ve onun görevlilerinin nezdinde, “hayır” diyen taraf azarlanmış, ancak sonuçta verili statüko hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmiştir.
Süreç öyle bir noktaya gelmiştir ki 32 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu plan ve önerilerin çözüm üretmek için mi yoksa verili çözümsüzlüğü devam ettirmek için mi ortaya sürüldüğü dahi net değildir. “Çözüm üretmek amacıyla” ortaya konan önerilerin dönüp çözümsüzlüğü, halklar arası güvensizliği, statükoyu ve şövenizmi yükselttiği her defasında bunun müsebbibi olarak “hayır” diyen “taraf”ı suçladık. Tüm bu 32 yıl boyunca bize söylenen; çözüm öneren batının barış istediği, ama her defasında ya Kıbrıslı Elenlerin ya da Kıbrıslı Türklerin bu barışı istemediği idi. Yani bizim dışımızda (Kıbrıs Halkları dışında) herkes barış istiyordu da birtek biz istemiyorduk. Verili statükodan dolayı yurdu bölünen, emperyalist İngiltere’nin Ortadoğu’yu kontrol eden nükleer silahlarından kanser oranı tavana vuran, doğduğu yeri turist gibi ziyaret eden, sürekli bir faşizm ve savaş tehdidine maruz kalan, yani çözümsüzlükten asıl zarar gören Kıbrıs Halkları (her defasında bir tanesi) barış istememektedir. Ancak, bölünmüşlükten kaynaklı olarak Kuzeyin el değmemiş doğasını parsel parsel hem de çok ucuza kapatan, topu ile tankı ile batmayan bu uçak gemisinden tüm Ortadoğu’yu dinleyen, bombalayan, kontrol altında tutan, gerek Türkiye gerekse de Yunanistanı elinde oyuncak gibi oynatan, son 30 yılın en sakin yeni-sömürge ülkesine sahip olan devletler, yani çözümsüzlükten asıl faydayı sağlayan emperyalist devletler barış istemektedir. Bize söylenen ve kabul etmemiz istenen şey budur.
Finlandiya tarafından yazılı hale getirilmeyeceği vurgulanarak yapılan öneriler de tıpkı bundan öncekiler gibi barış isteyen batının yeni bir hamlesi olarak sunuluyor. Papadopullos ve Talat ise “hayır” deme sırasının kimde olduğunu şaşırmış oyuncular gibi, topu taca atıp oyalama taktikleri ile seyirciye farkettirmeden repliklerini hatırlamaya çalışıyorlar. Acaba bu defa kim hayır diyecek? Samimiyetle barış isteyen kesimlerse bundan önceki her öneride olduğu gibi önerinin içeriğini ve uygulanabilir olup olmadığını tartışmaya çalışıyorlar. Bu nafile çaba, Kıbrıs’ta sorunu yaratanların, sorundan çıkar sağlayanların, altın yumurtlayan tavuğu kaybetmek istemeyecekleri ve onlardan gelecek her barış girişiminin barışı daha da zor ulaşılır hale getireceği ampirik bilgisini duymak dahi istemiyor. Oysa bu, diyalektik herhangi bir soyutlama yapmadan sadece ampirik gözlem yolu ile bile edinilebilecek bir bilgidir. Gene de sorunun özüne dair “sıkıcı” sözlerimizi söylemeden Finlandiya önerilerini kısaca tartışmakta fayda vardır sanırım.
Finlandiya tarafından dile getirilen öneriler öz olarak bir al-ver karakterine dayanmaktadır. Türkiye’den istenen; Kıbrıs Cumuhuriyeti’ne limanlarını açması ve Kapalı Maraş’ın BM kontrolünde asıl sahiplerinin kullanımına devredilmesidir. Buna karşılık taahüd edilen ise izolasyonların (ambargoların) kaldırılmasıdır. Kolayca görülebileceği gibi bu, Kıbrıs halklarının barıştan anladığı şey ile ilgisi olmayan tam aksine devletler arası bazı prüzlerin emperyalizm lehine düzeltilmesi girişiminden ibarettir. AB içi bazı yasal-pratik sorunları çözecek olan limanların açılması ve Kıbrıs’ın en sermaye yoğun bölgesi olan ve uluslararası turizm şirketlerinin kanayan yarasına merhem olacak olan Maraş konusu gündeme getiriliyor. Öte yandan ambargoların kaldırılması diyerek zaten olmayan ve Türk Dış Politikası aracılığı ile yaratılmış bir “sorunu” çözme sözü veriliyor. Burada ufak bir parantez açalım ve ekleyelim, Kıbrıs’ın Kuzeyine uygulanan ambargolar aslında KKTC Yönetici Elitinin kendi kendine uyguladığı bir dizi ambargodan ibarettir. Kuzey Kıbrıs’ta 1974’ten KKTC’nin de varlığını devam ettirdiği 1988‘e kadar ambargo diye bir sorun olmamıştır. Yerli Yönetici Elit önce dünya ile her türlü bağlantıda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin değil KKTC’nin resmi ambleminin kullanılması şartını getirmiştir. Sonra da hiçbir uluslararası belgede tanınmayan bu amblem kabul edilmeyince, ne ürettiğini satabilmiş ne de herhangi bir sosyal/sportif faaliyete dahil olabilmiştir. Aslında gerçekte olan, Yönetici Elit içinde etkin Ticaret Burjuvazisinin, Sanayi Burjuvazisine ambargo uygulamasıdır.
Kıbrıs Sorunu diye bilinen sorun 1945’lerden sonra gündeme gelen yeni-sömürgecilik politikalarının ABD ve İngiltere arasında yarattığı gerilime bulunan sürekli ve geçici çözümler zinciridir. İngiltere 1950’lerin sonuna kadar ABD’nin yeni sömürgecilik siyasetine direnerek, klasik bir sömürge olarak elde tuttuğu Kıbrıs’tan vazgeçmek istememiştir. EOKA’nın CIA eliyle kurdurulması ve İngilizlere sorun yaratmaya başlaması ile, İngiltere masaya Türk kartını sürmüş ve binlerce Kıbrıslı Türk’ü geçici polis yazarak Kıbrıslı Elenlerin karşısına dikmiştir. Halklar arasına derin ayrılık tohumları eken bu faaliyet İngiletere’nin kısa vadeli sorunlarına derman olamasa da, günümüzde halen emperyalizme karşı birleşemeyen iki halkı birbirinden uzaklaştırmanın ilk adımı olmuştur. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı ABD’nin ve dolayısıyla yeni-sömürgeciliğin zaferi olmuştur. Kıbrıs’ın sözde bağımsızlığını kazandığı bu tarihte klasik sömürgecilik tasfiye olurken ekonomik anlamda bağımlılığı ve yerli işbirlikçi bir oligarşiyi pekiştirmek üzere girişimler yoğunlaşmıştır. Bu tarihe kadar Kıbrıs’ın sömürge olarak anlamı daha çok stratejiktir ve işbirlikçiliği ümit edilen yeni burjuva kesim üretime dayalı politikalarla yeni yeni serpilmektedir. Ancak işler beklendiği gibi gitmez ve Makarios (Kıbrıslı Elen Burjuvazisi) Bağlantısızlarla gereğinden fazla içli dışlı olmaya başlar. 1974’e gelindiğinde tezgahlanan CIA destekli EOKA darbesinin gerçek nedeni de burada aranmalıdır. Çok daha uzun tahliller gerektiren bu olaydan sonra Kıbrıslı Elenler; bölünmüşlük, Türkiye tehtidi gibi gerekçelerle emperyalizmin dümen suyunda hakimiyet altına alınır. Bu tarihlerde Kıbrıslı Türkler arasında zaten anti-emperyalizm diye bir olgu yoktur.
1974 Türkiye işgali ayni zamanda ada halklarının ayrı ayrı yaşamaya başladıkları tarihtir. Tarihi boyunca stratejik sömürge olan Kıbrıs’ın Kuzey yarısı işgal sonrası ganimet ve el konan fabrikalar aracılığıyla çok kısa süreli bir üretim dönemi yaşar. Bu dönem hem üretim dolayısıyla filiz vermeye başlayan işçi sınıfı ve sendikacılık hem de Türkiye’de öğrenim gören gençlerin taşıdığı sosyalist fikirler aracılığıyla yoğun mücadelelerle geçer. 1974’ten sonra kuzeyde hakimiyeti ele geçiren Yönetici Elit (TC Elçiliği, Yardım Heyeti, asker-sivil bürokrasi ve Ticaret Odası) üretime dayalı her türlü örgütlenmeyi ortadan kaldırarak, ithalata ve TC yardımlarına dayalı bir düzen kurar. 1980’lerde Özal’ın özelleştirme politikaları ile çakışarak doruğa çıkan üretimden koparma politikaları neticesinde Ticaret Burjuvazisi, Sanayi Burjuvazisi üzerinde kesin egemenliğini kurar. Bu arada Türkiye’den pompalanan para aracılığı ile Kuzey’de nispi bir refah yaratılır ve başkaldırının önü uzun yıllar kesilmiş olur.
Çok daha derinlikli ve uzun anlatılması gereken bu sürecin sonunda ortaya çıkan tablo kısaca şöyledir: Güney’de güvenlik kaygıları ve bölünmüşlük aracılığıyla şövenist politikaların yükselttiği Türk düşmanlığı ve artık emperyalizme sorun çıkarmayan bir Kıbrıslı Elen halkı vardır. Kuzey’de TC’den pompalanan nispi bir refah ve üretimden koparılmış olmanın getirdiği sınıfsal açmazla damgalanmış, Yönetici Elit tarafından şövenist söylemlerle idare edilen Kıbrıs Türk halkı vardır. Kıbrıs sorunu denen sorun bu halkların sorunudur. Uluslararası emperyalizm açısından ise stratejik bir sömürge olmaktan öteye hiçbir anlam ifade etmeyen Kıbrıs, olası tüm çıban başlarının etkisizleştirildiği hatta kendilerinden medet umar hale getirildiği konjektürde artık bir sorun değildir. Emperyalizm açısından sözü edilebilecek tek sorun 1980’lerden sonra girdiği IV. Bunalım döneminde uygulamaya başladığı neo-liberal politikaların Kıbrıs’a uyarlanmasıdır ki 1980’lerde Davos süreci ile başlayıp sonrasında yumuşama, çözüm, barış adı altında yapılan tüm düzenlemeler de neo-liberalizmin gereklerini yerine getirme operasyonlarıdır.
Çok kısa ve yüzeysel olarak anlatılan tüm bu olgular ışığında Fin Önerileri’ne de, Annan Planı’na da yeniden bakılmalı ve Kıbrıs Adasının bölünmesine neden olan, bölünmüşlükten çıkar sağlayan çevrelerin bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak gibi bir sorunları olamayacağı anlaşılmalıdır. Çünkü sınıfsal/coğrafi yapısı ekonomik temelde örgütlenen bir anti-oligarşik, anti-emperyalist mücadeleye elvermeyen Kıbrıs, ancak ve ancak ideolojik-kültürel temelde örgütlenecek iç dinamiklerin Türkiye ve Yunanistandaki anti-emperyalist güçlerle dayanışması aracılığıyla halklar için bir çözüme kavuşabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder