1 Ekim 2015 Perşembe

Dengeyi mi Bulalım, Taraf mı Olalım?


Hakkında en çok konuşulan ancak buna rağmen konuşulduğunun yarısı kadar dahi üzerine kafa yorulmamış kelimelerden birisidir belki de denge...
Yaşamı gece-gündüz, siyah-beyaz, iyi-kötü, haklı-haksız, samimi-samimiyetsiz gibi zıtlıklar üzerinden tanımlamaya alışmış çağımız insanı; bu zıtlılar arasındaki ilişkiyi “denge” kelimesi üzerinden tarif etmeye doğallığında meyillidir. Zıtlar üzerinden tanımlanan bir dünya kavrayışının basitliğine haklı olarak itiraz eden ve kendini daha mantıklı olarak tanımlayan kişilerce bu tür durumlar değerlendirilirken genelde yakınılan ise arzu edilen “denge”nin yeterince kurulamamış olmasıdır...
Aslında mesele sadece soyut kavramlar düzleminde değil, somut kategoriler düzleminde de böyle yaşanmaktadır...

Çalışmak ve eğlenmek, yemek ve diyet, okumak ve televizyon izlemek, bağlanmak ve özgürlük, duygusallık ve mantık pratikleri karşı karşıya oturtulur; ardından da bunlar arasında bir denge kurulması gerektiğine dair bildik genellemeler sıralanır...
Yaşam içerisinde, çeşitli zamanlarda oluşan çeşitli dengelerin varlığı yadsınamasa da; bu tür konuşmalarda, yaşam dahil her şeyin üzerinde konumlanan soğuk bir aklın varlığını sezmemek mümkün değildir.
***
Öncelikle yaşamın zıtlıklardan ibaret olmadığı, hatta net ve pürüzsüz zıtlıklıların da var olmadığını söylemek gerekiyor. Zıtlar olarak tanımlanan her çiftin, birbiri ile kurduğu ilişkide karşılıklılık barındırdığı, birbirini içerisinde barındırdığı ve etkilediği bilinen bir gerçek...
Bu durum kavramsal düzeyde dahi böyle; anlayabileceğimiz bir “gece” kavramı olmadan “gündüz” kavramını, “haklı”lığı tariflemeden “haksızlık” olgusunu konuşamıyor olmamız bundan kaynaklanıyor.
Birbirlerini içeriyor olduklarını kavradıktan sonra, “zıtlar” olarak tariflediğimiz durum ve davranışlar hakkında düşünürken veya eylerken odak noktamızı “denge-dengesizlik” üzerine kurmamız ise genel ezberimizin bizi esir alan bir yansıması...
Buna göre, “olgular arasında bir denge vardır” yada “olgular arasında denge” yoktur...
Denge/dengesizlik durumlarından herhangi birini olumlu veya olumsuz tanımlayan bir noktadan hareket etmemiz bu bakımdan bir şey değiştirmez.
Dengenin var olmadığını ama olması gerektiğini veya dengenin var olduğunu ama olmaması gerektiğini söylememiz, meseleye denge/dengesizlik mutlaklığından bakıyor olduğumuz gerçeğinin dışında değildir...
Kısacası, zıtlıkları tanımlayıp mutlaklaştırmak kadar yanlış olan veya bu yaklaşımın türevi niteliğindeki bir diğer yaklaşım; denge/dengesizlik ilişkisini bir zıtlık derecesinde kavramsallaştırmaktır...
***
Olgular birbirleri ile ilişki/çelişki içerisinde oldukları sürece, denge/dengesizlik durumları da bu ilişki/çelişkinin bir parçası olacaktır. Hareket, yaşamın temel bileşeni, hatta çoğu zaman da yaşamın varlığını anlamamızın bir göstereni olduğu için de yaşam içinde sabit noktalar bulup (ki bu dengesizliği sabitleme eğilimi de olabilir) bunların sürekliliğini sağlamaya çalışmak; ölümcül bir eğilimdir. Yaşam ve ölüm ilişkisinde ölümden yana bir eğilim veya siyasal dil ile ifade edilirse “muhafazakarlık”...
Yaşamın bir bileşeni hareket ise, hareketin bir bileşeni de dengedir. Bu öylesine diyalektik bir bütün içermektedir ki, hareket bile değişim içerisindedir. Yani zaman zaman durmakta, belli bir noktada, “denge”ye gelmektedir. Görüldüğü gibi, hareket bile sabit değilken; sabit olma durumunun sabit olmasını beklemek, nafile bir çaba değil midir?
Ve yaşam sürdüğü sürece yani olguların birbirleri ile ilişki/çelişkisi var olduğu müddetçe çeşitli zamanlarda, farklı dengelerin kurulması ve bozulması da sürecektir...
Demek ki, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir konu bağlamında kurulacak bir dengeden değil, zamanla değişen ve her kurulduğunda farklı olan dengelerden söz etmek, gerçeğe daha yakın olacaktır.
İşte bu noktada, denge/dengesizlik şeklinde kavramsallaştırılan zıtlığın naifliği daha da yalın bir şekilde önümüze çıkıyor: Hangi denge? Kime göre dengesiz?
Veya daha farklı soracak olursak; herhangi bir dengenin, herhangi bir dengesizlikten daha istenir veya daha az istenir olduğuna, neye göre karar veriyoruz?
***
Evet, yaşamı iyiler ve kötüler olarak tanımlanan iki renkli bir pencereden görmek yetersizdir... Ancak görüyoruz ki bundan kaçmaya çalışırken, aynı mantığı bir üst seviyede yeniden üretmek de mümkündür: Bu kez, denge/dengesizlik bağlamında...
Belki de, bu her seviyede kendini tekrarlayan mantık hatasından kurtulmanın bir yolu vardır: Olgulara dışardan bakıp, kendimizi mutlak eleştirel akıl seviyesinde tanımlamaktan vazgeçmekle ve yaşamın içerisinde taraf olup, hareketin bir parçası olmakla böyle bir adım atmak mümkün olabilir...

Denemeye değer...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder