“Sınıf siyaseti”, solcular arasında bile yanlış
anlaşılmış bir kavramdır. Birçok heyecanlı solcu, hiçbir meseleye sınıfsal
bakmazken; kendi partisini “sınıf”, partisinin çıkarlarını “sınıf siyaseti”,
partisinin seçim başarısını da “sınıf mücadelesi” zanneder. Sınıfın gerçek
bireyleri “cahil” ve “pis”; sınıfın çıkarları ise “popülizm” olarak
etiketlenir...
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından
geçtiğimiz hafta açıklanan “Tam Sosyal Güvenlik” projesi ve bu proje bağlamında
solcuların neredeyse hiçbir muhalefet üretmemiş olması bize gösteriyor ki;
ülkemiz solcuları, sınıf bilincinden, sınıf siyasetinden ve sınıf
mücadelesinden nasiplerini henüz alamadılar. Ancak sermayedarlar ve onların
hükümetlerdeki temsilcileri, bu meselede şimdiden fersahlarca yol kat
etmişlerdir.
***
Öncelikle “Tam Sosyal Güvenlik” projesinin ilgili bakan
tarafından nasıl açıklandığını özetleyelim.
Adına “Tam Sosyal Güvenlik” denilen proje, ülkemizde özel
sektör emekçilerinin sigorta ve ihtiyat sandığı yatırımlarının gerçek maaşları
üzerinden yapılmasını ve öncelikle yeni isdihdamlarda genç vatandaşların tercih
edilmesini sağlamayı hedefliyor. Bildiğiniz gibi özel sektördeki yüzlerce
sorundan bir tanesi de, asgari ücretten fazla maaş alan emekçilerin,
yatırımlarının asgari ücret üzerinden yapılması...
“Tam Sosyal Güvenlik” projesi ile bakanlığın buna
önerdiği çözüm şu: 18-15 yaş arası bir emekçiyi ilk kez istihdam etmiş bir
patron, emekçinin maaşını 2500 TL net olarak ödediğini banka üzerinden ispatlar
ve yatırımlarını da bu paranın brütü (2875 TL) üzerinden (805 TL olarak)
yaparsa, bakanlık tüm yatırımları patrona geri iade edecek. Kısacası patronun
gideri net 2500 TL ile sınırlı olacak... Lise, üniversite ve doktora
derecesinde eğitim almış emekçiler için projede farklı yüzdelikler var ve
yukarıdaki 2500 rakamı standart değil. Anlaşılır olması açısından bu yazıda
üniversite mezunu örneğini kullanıyoruz.
Mevcut durumda üniversite mezunu çalışanına 2500 TL maaş
ödediği halde, yatırımlarını asgari ücret üzerinden yapan bir patronun
maliyeti, kişi başına (2500+609) 3109 TL idi. Böylece bakanlığa göre, patronlar
işçi başına aylık 609 TL’lik bir “teşvik” karşılığı, işçilerin yatırımlarını
işçi başına 196 TL daha fazla gösterecek. Bu da her işçi için ihtiyat
sandığında 56 TL, sigortada ise 140 TL’lik bir fazla yatırım demek.
Bu durumda her işçinin 805 TL’lik yatırımı; patron (609
TL) ve işçi (196 TL) arasında pay edilerek, moda tabirle “kazan-kazan” durumu
yaratılıyor.
Peki kaybeden yok mu?
***
Patron ve işçi arasında paylaştırılacak olan bu paranın
İhtiyat Sandığı’nda yıllar içinde birikmiş fondan ödeneceğini söyleyerek
başlayalım.İhtiyat sandığı işçilerin sıkıntıda kaldıklarında yatırımlarını
kredi olarak kullanabildikleri ve emeklilikte birikimlerini ikramiye olarak
aldıkları kurumken; Sigorta da hastalık, kaza, doğum ve emeklilik durumlarında
ödenek, maaş sağlayan kurumdur.
Maaşı net 2500 TL olan bir işçi için patron tarafından
her ay yatırılmasın yasal olarak zorunlu olan 805 TL, patrona teşvik olarak
geri iade edildiğinde de bu kurumlar yasal işlevlerini yerine getirmeye devam
edecekler. Yani kredi verecekler, maaş bağlayacaklar, ilaç-hastane masraflarını
ödeyecekler vs. Sorun şu ki, bunu kaç yıl daha yapabilecekleri hali hazırda
fonda birikmiş olan paranın ne kadar yeteceğine bağlı...
Ve elbet bir gün, para suyunu çekecek... Bunun acısını da
işçiler çekecek... Belki de bu proje kapsamında yatırımları gerçek maaşı
üzerinden yapılmış olan işçilerin kendileri, fonda para olmadığı için emekli
olduklarında ikramiye alamayacaklar...
Bu durum tam da Nasreddin Hoca’nın kendi oturduğu dalı
kesmesine benziyor... Tek farkla ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı,
kendi oturduğu dalı (patronların cebi) beslerken, işçilerin oturduğu dalı
kesiyor...
***
İşin ilginç yanı, bu “yaratıcı” fikir ilk kez UBP-DP
hükümeti tarafından gündeme getirilmiş de değil. İsmini “Tam Sosyal Güvenlik”
koyan UBP’li bakan da olsa, aynı projenin “yarım” versiyonu ilk kez CTP’nin
hükümeti döneminde başlatılmıştı. CTP’li Çalışma Bakanı, işçilerinin
yatırımlarını düzenli yapan patronlara, zaten yasal olarak yapmak zorunda
oldukları şeyi yapsınlar diye, işçinin geleceğini ilgilendiren bu paranın
%54’ünü (her 609 TL’lik yatırım için 326 TL’yi) geri ödeme fikrinin mucididir.
UBP’li bakan, bu fikri benimsemiş, bugüne kadar devam
ettirmiş ve bugün de geliştirerek %54 olan oranı, %100’e çekmeye karar
vermiştir. Projeye CTP çevrelerinden hiçbir muhalefet gelmemesinin sebebi de
böylece anlaşılıyor. Fikir zaten onlara ait, bu durumda yapabilecekleri tek
muhalefet; “fikrimizi çaldınız bari bir teşekkür etseydiniz”den öte olamazdı
zaten...
İki parti arasındaki tarihsel devamlılık bu olayla bir
kez daha tescillenmiş oluyor: Birisi Karpaz Milli Parkı’na elektrik götürür
diğeri elektrik direklerini takip ederek Burun’a kadar yol yapar; birisi Göç
Yasası’nı getirir, diğeri geçirir; birisi KTHY’nin içini boşaltır diğeri
kapatır vs. vs.
***
Sosyal Sigorta ve İhtiyat Sandığı kurumları, sadece bizim
ülkemizde değil dünyanın her yerinde fiilen işçiler tarafından oluşturulmuş
sivil girişimlerdir. Çalışırken kaza geçiren, sakat kalan, yaşlanıp çalışamaz
hale geldiğinde açlığa mahkum olan işçilerin bilinçli bir kesimi; maaşlarının
belli bir oranını ayırarak geleceklerini ve ailelerinin aç kalmamasını güvence
altına almak amacıyla bu tür da dayanışma sandıkları örgütlediler. Bu fonlarda
biriken parayla; hastaneler, eczaneler, okullar, ortak mutfaklar açtılar. Günü
geldiğinde grevler örgütlediler, sendikalar kurdular.
Adına devlet denilen ve patronların çıkarlarını korumakla
görevli bir komiteden başka bir şey olamayan yapı; bu dayanışma sandıklarının
ne kadar tehlikeli olabileceğini görünce; yasal düzenleme ile bu fonları kendi
kontrolüne aldı. Bu yaptığını meşru hale getirmek için de; “eskiden fona siz 1
koyuyordunuz, şimdi ben patronlardan da 1 alacağım ve fon daha hızlı büyüyecek”
dedi. Bugün “yatırımda işçi payı ve
işveren payı” denilen mesele; Sigortalar’da çalışan memurların Maliye’den değil
hala bu fonlardan ödeniyor olması ve İhtiyat Sandığı Fonunun yönetiminde hala
bir sendika temsilcisinin varlığı o eski günlerin kalıntısıdır.
Şimdi ise patronların zaten yasal olarak yapmak zorunda
olduğu ve işçilerin sendikalı olması durumunda yapmaktan asla kaçamayacakları
yatırımları hilesiz bir şekilde yapmaları için; işçinin kendi parası, işçinin
geleceğini güvence altına almak için oluşturulan kaynak, patrona “teşvik”
olarak veriliyor. Ehliyetsiz araç kullanma yasağına uyduğu için, araç
şoförlerine ödül dağıtmaktan; sırf okula geliyor diye öğrencilere sınavsız 10
vermekten, yerlere çöp atmadığı için insanları maaşa bağlamaktan ne farkı var
bunun?
Fark şu ki, bu uygulama yukardaki örnekler gibi komik
değil, aksine trajik... Çünkü işçiler soyulmaya devam ediyor ama devlet
işçileri soyma işini teker teker patronlara bırakmak yerine bu görevi bizzat
üstleniyor; elini işçi sınıfının cebine atıyor ve bulabildiği tüm parayı,
patronun cebine aktarıyor...
***
Özel sektörde örgütlü, kendine sol diyen bir partiye biat
etmemiş bağımsız bir sınıf sendikası olsaydı; yani köyün sokakları köpeksiz
olmasaydı, bu yağma, bu talan, bu aleni hırsızlık böylesi kolayca yapılabilir
miydi?
Özel sektör emekçilerinin bir sendikası yok ve et de
bıçak da patronların elinde; peki “sınıf siyaseti” yapan, “sınıf bilinçli”
solcular neden hiç sesini çıkarmıyor?
Şair “dünyanın en
tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da
tuhaf” derken bu tür solculardan bahsediyordu aslında... Onların tüm
dünyası, Kıbrıs sorunu, görüşmeler, müzakereler, AB, UNOPS, UNDP, fonlar ve
dönem dönem yinelenen seçimlerden ibaret olduğundan; solculuktan hararetle
bahsetseler de emekçi sınıfın çıkarlarına uzak olmaları çok doğal değil mi?
Tıpkı, emekçilerin kendi çıkarlarını savunmaları için,
kendi örgütlerine sahip olması gerektiği fikrine; sendikasız çalıştırılmanın
yasaklanması gerektiğine uzak oldukları gibi...
Tıpkı “tam sosyal güvenlik” adı altındaki bu “tam
soygun”da ortak oldukları gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder