Geçtiğimiz hafta kktc’nin 35. kuruluş yıl dönümüydü. Bu
tarih vesilesiyle birçok eski defter yeniden açıldı ve tarihsel olgular farklı
bakış açıları doğrultusunda yeniden irdelendi. Her kesim güncel durumla
kıyaslayarak 15 Kasım 1983 tarihinde gerçekleşen olayları yeniden ele aldı ve
birçoğu da kendi tarihsel “haklılığının” kanıtlarını halka anlatmaya çalıştı.
Yeniden gündeme gelen eski defterlerden biri de 15 Kasım
1983 tarihinden önce, kktc’nin ilanına karşı olan kesimlerin, 15 Kasım günü
Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nde oy birliği ile alınan ilan kararına nasıl
olup da “evet” dediği oldu.
Bilindiği gibi o tarihlerde KTFD Meclisi’nde temsil
edilen CTP ve TKP, mevcut devletin fesh edilerek barış ve federasyon
çizgisinden uzaklaşılmasına sebep olacağını savundukları kktc’nin ilanına karşı
çıkıyorlardı. Bu karşı çıkış sadece parlamento çatısı altında yürütülen
tartışmalarda değil; basında, kahvehanelerde, sokakta, iş yerlerinde hatta teker
teker evlerin içinde gerilimlere, ayrışmalara ve çatışmalara sebep olmuştu. Son
güne kadar ayrı Türk devletine “hayır” çizgisini savunan, hatta üyeleri ile
sempatizanları bu uğurda bedeller ödemiş olan CTP ile TKP’nin, son gece karar
değiştirmesi ve o meşhur fotoğraftaki coşkulu “evet” oylarına katılması, ciddi
bir şaşkınlığa sebep olmuştu.
Son gece kararını değiştirenler arasında kimler yoktu ki:
“Radikaller” arasında şimdi isimi bir efsaneye dönüşmüş olan Naci Talat;
“kızıl” CTP’nin önde gelen ismi Özker Özgür ve uluslararası hukuk konusunda
şimdiye dek yaşayan en hassas siyasetçi, zamanın TKP başkanı Alpay Durduran
başta olmak üzere, solun bir çok önemli ismi… Bu kişilerin daha sonra oluşan
kktc Kurucu Meclisi’nin de doğal üyeleri olduğunu eklemeye gerek yok tabii..
14 Kasım gecesi yaşanan olaylar ve 15 Kasım sabahına dair
başta Rauf Denktaş olmak üzere, zamanın neredeyse tüm siyasetçileri anılarını
yazdı, röportajlar verdi. O gece neden öyle davrandıklarını ve sonra
yaşananların kendilerini doğrulayıp doğrulamadığını, kendi bakış açılarından
topluma anlattılar, kararlarının savunusunu yaptılar. Her 15 Kasım’da da
yapmaya devam ediyorlar…
Zamanın parlamento dışı solu da bu geri adımı “istifa
etme erdemi”nin gösterilmeyişi temelinden kıyasıya eleştirdi ve kktc’nin
“boykot edilmesi” gereğini savundu. Halen de aynı temelden eleştiriler mevcut.
Hatta Alpay Durduran gibi bazı siyasetçiler “evet” kararının gerekçesini
açıklarken parlamenter kanadın, mevcut durumu eleştirirken de parlamento dışı
kanadın argümanlarını kullandı.
***
Biz günümüzde bu kararın sonuçlarını yaşayan bir kuşağız.
Ama 15 kasım sabahı, sol adına hareket eden parlamenter yapıların aldıkları
kararı alma gerekçeleri de; onları eleştirenlerin eleştirme gerekçeleri de bizi
yakından ilgilendirmek zorunda. Bu zorunluluk kimin haklı kimin haksız olduğuna
karar vermek veya tabiri caizse tarihi bugünden yargılamak için değil (elbette
başka bir bağlamda bunu da yapabiliriz) esas olarak her iki kesimin de muzdarip
olduğu bir mantık hatasından kendimizi arındırmak için önemli. Çünkü birazdan
sözünü edeceğimiz ve diyalektirk düşünememekten kaynaklanan bu mantık hatası,
farklı konu başlıkları vesilesiyle bugün hala kendini tekrar eden bir niteliğe
sahip…
İyice baktığımız zaman birbiri ile kapışıyormuş gibi
görünen iki kampın, esasında tamamen aynı şekilde düşündüğünü görürüz: 15 Kasım
sabahı kktc’ye evet demiş olanlar; “eğer hayır deseydik partimiz kapatılacaktı”
demektedirler. Partinin kapatılmasına fırsat vermek yerine, ilkesel olarak
karşı oldukları bir karar karşısında geri adım atmayı tercih etmektedirler.
Yani bu kişiler için ya ilkeli bir duruş yada uzlaşmacı bir geri adım dışında
seçenekler mevcut değildir. Ki bugün hala esasen karşı olduklarını söyledikleri
meselelerin uygulayıcısı olmakta ve aynı tutumu devam ettirmektedirler. CTP’nin
en radikal vekili Doğuş Derya’nın TC’den kktc’ye su getirilmesi meselesinde
“evet” oyu vermesi, kişisel olarak en çok eleştirdiği gözetim toplumu
uygulamalarının simgesi olan MÖBESE’ye savunan vekil olması, kendisi dışında
kimseyi feminist kabul etmemesine rağmen Sosyal Hizmetler Dairesi’ne ayrılan
bütçeyi onaylaması veya UBP-CTP hükümetinin kurulmasına güvenoyu vermesi, bu
tür örneklerdir.
Aynı şekilde 15 Kasım sabahı kktc’ye evet denmiş olmasını
eleştirenler; “yasa dışı rejim altında yasal mücadele edilmesinin baştan yanlış
olduğunu” savunmaktadırlar. İlkesel bir yanlışa ortak olmak yerine, siyasal
arenanın dışına çıkmayı tercih etmektedirler. Yani bu kişiler için de ya ilkeli
duruş yada uzlaşmacı bir geri adım dışında seçenekler mevcut değildir. Ki bugün
bu tutumlarını devam ettirerek her meselede “istifa”, “boykot”, “dışında kalma”
gibi pratikleri yüceltmekte, siyasal olarak yok olma noktasına gelseler de
kendilerinde ilkesel davranmaya devam etmektedirler. Tacan Reynar’ın
istifasının göklere çıkarılması, yıllardır devam eden başarısız seçim
boykotlarının ısrarla savunulması, siyasal her protestonun “boykot” “dışında
kalma” ve istifa dışında bir çizgide ifade edilemezmiş gibi savunulması bu tutuma
örneklerdir.
Kısacası bu kesimler kendi aralarında aynı dili
konuşmaktadırlar: Ya yanlış bir olgunun tamamen dışında kalırsınız, yada eğer
içine girdiyseniz, o duruma uygun davranarak ılımlı bir duruş geliştirirsiniz;
halkın deyişiyle “gılığa da girersiniz!” Bu iki seçenek dışında bir yolun
olmadığı konusunda her iki kesim de hemfikirdir. Farklı oldukları tek şey
seçeneklerden hangisini seçtikleridir.
Bir örnek verecek olursak; her iki kesime göre de Doğuş
Derya eğer Su Temini Anlaşması’na hayır diyecekse CTP’den ve hatta vekillikten
istifa etmelidir. Hayatına milletvekili olarak devam edecekse de o zaman hiç
benimsemiyor dahi olsa Su Temini Anlaşmasına evet oyu vermelidir. Başka bir yol
yoktur!
Kolayca görülebileceği gibi 15 Kasım sabahına ilişkin tartışmalar,
her günkü siyasal tutuma ilişkin tartışmalarla iç içedir. Ve bu ülkede sol
eliyle neredeyse her gün birkaç kktc ilan edilmektedir! Mantık hatasına son
verilmediği sürece de bu böyle devam edecektir.
***
Oysa siyasal mücadele; sokak, sandık, çalışma yaşamı,
hukuk, eğitim, spor, sosyal hayat ayırt etmeksizin bir bütündür. Bu alanlardan
herhangi birisini mücadele içerisinde farklı bir yere koyarak yücelten veya
dışlayan yaklaşımlar eksiktir, hatalıdır, çarpıktır!
Devrimci Marksistler, sokakta yürüttükleri muhalefeti,
sandık dahil yukarda sayılan tüm alanlarda hakkıyla yürütebilme iddiasının
bayrağını taşıyorlar. Sokakta nasıl yürütüyorlarsa, tüm diğer alanlarda da aynı
şekilde yürütme iddiasının bayrağını…
Sandığı kategorik olarak reddetmedikleri gibi, örneğin
hukuk alanında devimci bir tutum takınmayı da reddetmiyorlar. “Yargıçsan ve
beğenmediğin bir şey varsa istifa et” veya “yargıç olma” tutumunu ne kadar
yanlış buluyorlarsa; “yargıçsan ve beğenmediğin şeyler varsa uyum sağla”
yaklaşımını da o kadar yanlış buluyorlar. Devrimci tutum, devrimci bir yargıç,
devrimci bir vekil, devrimci bir işçi, devrimci bir eğitimci vs olunabileceği
ve tek kişilik bir mücadele dahi olsa, her alandaki her mücadelenin bütün
içinde bir yeri olduğunu savunan tutumdur!
Başladığımız yere dönersek; kktc’nin kuruluşuna ilkesel
olarak karşı çıkanlar, hiç de istifa etmeden 15 Kasım sabahı “hayır” oyu
verebilirlerdi. Denildiği gibi partileri kapatılırsa, yenisini kurar ilk
seçimlere yine girerlerdi. Tarih benimsemediği rejimlerin seçimlerine giren
devrimci partilerle doludur.
Liderleri siyasetten men edilirse, yenileri gelir bayrağı
devralırdı. Tarih, sürgün veya hapisten omuzlarda dönen devrimci önderlerle
doludur. Elbette bu kararın bireysel ve örgütsel bedelleri olacaktı. Devrimci tutum bu bedelleri tehdit olarak değil fırsat
olarak gören tutumdur. Yoksa tarihte muhaliflerine bedel ödetmeden tutum
değiştiren hiçbir iktidar görülmemiştir. Mesele sizin beden ödemeye gönüllü
olup olmamanızdır. Gönüllü değilseniz özeleştirinizi verip çekilirsiniz,
mücadelenin gereğini yerine getirebilecek olanlara yer açarsınız. Çünkü
partiler kurulur, partiler kapanır. Ama “partimiz kapanmasın” diyerek ilkeler
çiğnendiğinde; partinizin adı kalır, içi boşalır… O partileri var eden ilkeler
sakız gibi çiğnenmediği sürece, yerlerine yenileri kurulur. Çünkü parti sadece
bir araçtır, esas olan mücadeledir.
15 Kasım sabahı “hayır” diyenlere ne olurdu, onu kimse
bilemez. Kimse de başkasını, bilinmeyen bir yola girmeye mecbur edemez. Ama bu,
yürüyemeyeceği bir yola girip de sonradan çark edenlerin, sanki hala o yolda
yürüyorlarmış gibi, sanki yapılabilecek başka bir şey yokmuş gibi mücadeleyi
zehirlemesine de izin verilemez.
Tıpkı bugün kendisinini “radikal”, “feminist”,
“kurtarıcı”, “uzlaşmaz” diye pazarlayıp; sonra da “ama işin aslını
bilmiyorsunuz” diye diye sokakta reddettiği kararlara Meclis’te imza atanlara göz
yumulamayacağı gibi. Çünkü mesele kktc’ye “evet” dendikten sonra kapanmış bitmiş
bir mesele değildir. Her gün her pratik kararda aynı argümanlarla, aynı şekilde
devam etmektedir. Devrimciler bu tarihten ders çıkarıp, kendi yolunu bu dersler
ışığında açarken, geçmişin düşman kardeşlerinin ortak mantık hatasından
kaçınmayı bunun için önemsemelidir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder