Dünyada ve
ülkemizde son 10 yıla baktığımız zaman; hayatın her alanında yaşananlar
umutsuzluk, yılgınlık ve bezmişlik diye özetlenebilir. Oysa 1900’lü yıllar
insanlık için büyük bir umut ve özgüvenle başlamıştı.
Şimdiyse;
herkes, dünyanın ne kadar ömrü kaldığını, ozon tabakasının yok oluşunu, hayvan
türlerinin eriyip gitmesini, denizlerin kirlenmesini, doğal kaynakların
tükenişini ve sonumuzun geldiğini konuşuyor. O kendine güvenen, hayata ve
yaşama, en önemlisi; dünyaya meydan okuyan insanlık; kendini insan yapan
(hayvandan ayıran) emek gücünden yabancılaştırılmış, atomize edilmiş ve (o koca
kolektif üretim sürecine rağmen) tüketim adına yalnızlaştırılmış bir halde
ölümü bekliyor.
Son 10
yıldır dalgalar geri çekiliyor, umutlar yıkılıyor ve her seferinde başka bir
“büyüğe” bel bağlanıyor. Ama diyalektik hep işliyor ve o “büyükler” birer birer
doruklardan düşmeye devam ediyorlar. Tabii onlarla birlikte, umutlar, hayaller,
beklentiler...
Oysa
düşünsel birikimimiz; büyük, güçlü ve egemen olanı, her şeyinin doruğunda olanı
değil, her zaman gelişmekte ve doğmakta olanı desteklememiz gerektiğini
öğretmişti bize. Unuttuk yada unutturdular, ne farkeder! Önemli olan, dalgalara
bağlanan umutlarımızın, dalgalar çekilince bizi eskisinden de geriye götürdüğü değilse,
nedir? Eski mevzilerimizi bile koruyamadık. Yenilgilerimizden ise ders çıkarmak
bir yana, her seferinde daha da körleşerek yaşamımızın anlamını tüketime
endeksledik. Tükettikçe daha anlamlı olacağımızı sandık.
Kıyafetler,
arabalar, müzikler, Tvler, insanlar ve hatta kendimizi bile değiştirdik.
Dostlarımızı, arkadaşlarımızı, sevgililerimizi tükettik. Nasılsa yalnızdık,
değiştirdikçe var olacaktık. Bir gün bizim için en önemli olan, bir hafta sonra
aklımıza bile gelmedi. Medya diye bir şey çıktı sonra, yeni şarkıcılar,
spikerler, haberler, değişen gündemlerle ufuksuzluğumuz her seferinde daha da
genişledi, burnumuzun ucunu göremez hale geldik. Tercihlerimiz bize dayatılır
oldu. İradesizleştirildik.
Yok
muyduk, var mıydık, neydik? Tarihin bin yıllar önce sorduğu soruları, Atina
sitelerinde sorulmuş soruları, Fransız Devrimi’nde Fransa’da, 1848’de
Almanya’da, İngiltere’de çözülmiş soruları sormaya başladık. Yenilen bütün
halklar gibi, ruhlara, tinlere sarıldık. Peygamberler, elçiler, ruhlar düşün
yaşamımızda hızla yer buldu. Onları bile tükettik. Her seferinde bir yenisi,
eskisini unutturarak geldi. Savaş, hayatımızın her anında vardı. Dakika dakika
yaşadık savaşı. Krizler patlak verdi, şoklar, skandallar renksiz yaşamımızı
renkelendirdi.
Konuşacak
bir şeyler, fikir yürütecek seçimler hep seçeneksizliğimizi daha da
derinleştirdi. Sağımızı, solumuzu, önümüzü göremiyorduk; geriye bakıp
geldiğimiz yönü görmek hiç umurumuzda değildi. Tarihsel birikimi hatırlatanlara
kızdık. Çünkü 1900’lerin ağzı ile konuşuyorlardı. Bizse 200’li yılların uzay
insanlıyıdık. Hiçbir dünyalının tarihte yapmadığı kadar kendimizi yücelttik.
Biz şöyleydik, biz böyleydik. Hem alçakgönüllülük de neydi? Feodal bir değer!
Onur gibi, namus gibi. İnsanlığımızı sattık. 2000’li yıllar adına artık onursuz
ama büyük bir “uzay insanlığı”ydık.
Seçenekler
yarattık, seçenekler tükettik. Düştükçe düştük, battıkça battık. Ama hep haklı
nedenlerimiz, bahanelerimiz vardı. Hep haklıydık, hiç hasız çıkmadık. Bizi
uyaran bozguncular da gittikçe azalıyordu nasıl olsa. Bu gidiş tamam değildi
tamam olmasına ama bu bizim suçumuz değildi ki! Biz elimizden geleni
yapıyorduk.
Hiçbir
zaman görülmediği kadar makineleştik. Ürettik, geliştik ama hep biçim adına
içeriği boşverdik. İçi boşalan koca bir “uzay insanlığı” olduk. Bize hizmet
etsin diye yarattığımız makinelerin hizmetçisi olduk.
Barışın
içini boşattık, demokrasiyi sattık, özgürlüğü kullandık, anlamı
anlamsızlaştırdık. Hep kendimizi kopyaladık, tekrar ettik. Gerileyen
insanlığımızla, ilerleyen teknolojmizin birbirini dengeleyeceğini sandık. Hep
olan umudu hep yanlış anladık. Kendimizi unuttuk; güç adına, iktidar adına
oraya buraya yamandık. Dünyanın gittiği yol, kalkan tren vs. vs. hepsi budur
işte. Uçuruma gidiyoruz ey ahali.
Her zaman
kullanabileceğimiz kurtuluş , insanlığımızı, onurumuzu yeniden bulmak.
Reddetmek lişkilerin en çirkefini; BARBARLIĞI. Yeniden bulmak irademizi ve
karşısına çıkmak, en bağımlı olduğunu sandığımızın bile. Hayır demek, ilişkiler
bütününe. Medyayı, hep bildiğimizi sandıklarımızı sorgulamak. Mücadele etmek
savaşla ve “tohumlarımızı yeşertmek, umut yaratana kadar düşünü, düş
kırılıklarından.”
Çünkü biz
yapmazsak, hiçbir şey olacağı yoktur. Bizim için yapanlar, hep bize rağmen
yapacaklar. Bulunduğumuz her ortamda söz-yetki-karar haklarımızı almazsak ve
sözümüzü söylemezsek bağırarak; daha da yozlaşarak devam edecektir bu
barbarlık. Gelecek günler güzel olabilir, biz yaparsak eğer. Farkına varmalıyız
ki artık seçeneklerimiz ikiye inmiştir: YA
SOSYALİZM YA BARBARLIK.
Çatı, Sayı
2, Ağustos 1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder