2 Şubat 2005 Çarşamba

Seçimler ve Seçenekler



“Seçmen kötü bir devrimci, devrimci kötü bir seçmendir.”
V. I. Lenin

Seçimler yaklaştıkça tansiyon yükseliyor. Oysa seçimlerin bizlere sunduğu seçenekler, farklı partilerin politikaları ve iktidar yarışı ile sınırlı değil. Seçeneklerimiz; aşağıdan, doğrudan ve demokratik bir dönüşümün imkanlarını zorlamakla, yukardan ve "bilenlerin" iktidarına zemin hazırlamak arasında şekilleniyor. Ki bu seçenekler seçim zamanları ile de sınırlı değil. Seçimden önce de, seçimde de, seçimden sonra da gündemde. Yeter ki bunun getireceği sorumluluğu (yalnızca sözde değil pratikte de) sırtlanmaya hazır olalım.



Kıbrıs politik hayatında yıllarca yaprak kımıldamadı. Tüm bir siyasal yelpazeyi kasırga gibi parçalayıp geçen son 3 yılın kitle eylemleri; kapıların açılması, 2003 Aralık seçimleri ve ardından referandum süreci ile sandığa kilitlendi. Böylece, yıllar sonra neredeyse ilk kez, gerçek sosyal güçlere dayanan gerçek bir politika yapma imkanı; günlük politikanın anlık mevzilenmelerine kurban edilmiş oldu. Seçim sürecine yönelik strateji, taktik ve manevralara endekslenen muktedirler; halkı, onlara göre olması gereken yere, yani eve ve sandığa kapatmayı başardılar.

Kuzey’de ve Güney’de düşünsel hegomonyayı (insanların neleri dert edineceğini) tekelinde tutan politik güçler (sol olsun, sağ olsun) bizlere dert edinilecek konu olarak şimdi de 20 Şubat seçimlerini belirlemiş durumdalar. Ancak ne yazık ki bu belirlenmiş ve bizler için düşünülüp tayin edilmiş sözde gündem, geleceğimizi şekillendirmek yolunda gayet etkisiz.
İster seçimlerde bir taraf tutun, isterseniz de bizat seçimlerin kendisine karşı olun; hayatın kendisini dönüştürmek yolunda bir konumlanış içinde olmadığınızı fark edeceksiniz.

Dünyanın bugün içerisinde bulunduğu süreçte küresel kapitalizmin üretimden kaçışı gece ile gündüz kadar nettir. Sermaye, üretim alanından çekilerek reklam ve imaj üretimi, kısaca marka yönetimine odaklanmaktadır. Bu da pazarda (borsada!) yaşama şansı bulmak isteyen şirketlerin; bir isim, logo ve bunları yönetecek bir beyin takımı dışında hiçbir alana para yatırmaması ve istihdamdan kaçışı ile sonuçlanmaktadır.

Üretim denilen “pis iş” tedarikçiler vasıtası ile Güney ülkelerinin ucuz işgücüne havale edilirken, Nike, Coca-Cola, Nokia vb. küresel şirketler üretimlerinin sorumluluğunu hiçbir şekilde üstlenmemektedirler. Örneğin Swatch’a sorarsanız, o bir saat üreticisi değildir, “zaman felsefesi ile” ilgilenmektedir.(1) Bu, üretilen nesne, üretim koşuları, istihdam edilen iş gücünün çalışma koşulları, üretim dolayısıyla oluşan çevre maliyeti vb. hiçbir alanda sorumluluk kabul etmeyen bir şirketler dünyası ile yüzyüze kalmamıza neden olmuştur. Coca-Cola’nın Kolombiya’da bulunan tedarikçilerinin paramiliter güçlerle işbirliği halinde sendikacı avları ile ilgili son yaşanan gelişmeler Logo ile meta’nın ayrışmasına verilebilecek en güzel örnektir.(2)

Küresel şirketler, tedarikçileri ile kurdukları ilişkiyi ofislerine aldıkları fax mürekkebi ile aynı tanımlamaktadırlar. İhtiyaçları oldukça sipariş vermektedirler ve ellerine gelen ürün dışında hiçbir süreçle ilgilenmemektedirler. En ufak bir aksaklık durumunda, başka bir tedarikçiye sipariş vererek işlerine devam etmektedirler. Tedarikçi firmalar ve şirketler arasında hiçbir bağlayıcı sözleşme yoktur. Siparişin miktarı, teslim tarihi ve yoğunluğu, piyasanın durumuna göre değişebilmektedir. Bu koşullar altında kendilerini güvence altına almaya çalışan tedarikçiler ucuz iş gücünün olduğu; iş güvencesi, sosyal güvenlik ve sendikal hakların bulunmadığı üretim ortamlarına kaymakta ve küresel kapitalizmin çeşitli anlaşmalar, sözleşmelerle kendilerine hazırladığı Serbest Ticaret Bölgeleri’nde üretim yapmaktadırlar.
Bugün dünyada yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde istihdam edilmiştir. Ve bu bölgeler, içinde kurulu oldukları ülkenin işçi çalıştırma ile ilgili bütün düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret yoktur, sendikalar yasaktır, emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence yoktur ve sözleşmeler duruma göre mevsimlik, aylık bazen haftalıktır.(3) Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kurulu bulunan fabrikalar en ufak bir örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla hareket etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün içinde üretimini Taiwan’a taşıyabilmektedir.

Almanya, Fransa, Amerika vb. Kuzey ülkelerinde her yıl yüzlerce fabrika kapanmakta ve AB, DTÖ, NAFTA anlaşmaları çerçevesinde kurulmakta olan Serbest Ticaret Bölgeleri’ne kaymaktadırlar. Kuzey ülkelerinde işsizlik ve geçici işçilik sorunları her geçen gün artmaktadır. Tam zamanlı, iş garantili istihdam; yerini saatlik, günlük geçici işçiliğe ve sendikasız, esnek iş saatleri ile gizlenen görünmez işsizliğe bırakmaktadır. Bu koşullar altında küreselleşme, dünyanın çehresini yeniden ve ödenmemiş emeğin teri ile, kanı ile şekillendirmektedir.

Şimdi, yarı coğrafyamızda yeniden bir seçim-sandık süreci tırmanmaya başlarken SAĞ olduğu varsayılan UBP ile DP’nin söylemleri birbirine yakınlaşmaya başladı. Öte yandan SOL olduğu varsayılan CTP-BDH-TKP ve BKP son seçim-referandum sürecinde birbirleri ile yaşadıkları olumsuzlukları aşıp seçim sürecine hazırlıksız yakalanmamayı beceremediler...
Klasik bir sağ partiden çok sağ-muhafazakar öğeler taşıyan UBP, Kıbrıs Sorunu’nun çözümsüz yapısına göbekten bağımlı, yolsuzluk-adam kayırmacılık ve çözümsüzlükten beslenen statükocu bir partidir. Öte yandan bu duruma alternatif olarak öne çıkan CTP ise; gerek söylemleri, gerekse son 1 yıllık icraatları ile sol bir parti olmak bir yana liberal bir sağ parti olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş durumda.

Sermaye çevreleri, ABD ve AB bürokrasisi ile içli dışlı durumdaki CTP kadroları, bu yakınlığı; yıllarca dünyadan izole olmuş Kuzey Kıbrıs insanına bir fırsat olarak satmaya çalışmakta . Bakmayın siz piyango çekilişlerinde Çav Bella çalmalarına; Eğitim ve Sağlık’ta azınlık hükmetine rağmen kararlılıkla takip ettikleri özelleştirmeci çizgi, Irak savaşının en kanlı günlerinde ABD savaş ağaları ile verilen samimi pozlar, hem iç politikada hem de dış politikada günün koşullarına uygun sağ bir parti profili çizen CTP'nin geçmişindeki sol mirastan tam anlamı ile kurtulup rüştünü ispat edebilmek için çaba harcadığını gösteriyor.
Eroğlu-Talat ikilemine sıkışmış durumdaki Kıbrıs Türk Toplumu, açılım getirecek başka alternatiflerin görünmediği koşullarda (Barajı yalnız geçemeyecek BKP ile son seçimlerdeki bölünmenin şokunu atlatamamış TKP ancak da sandıktan çıkmanın planlarını yapabiliyor. Akıncı’nın BDH'sı ise hem ahlaki hem de politik anlamda soldan saymanın bile utandıracağı kirli politikaları ile malul. YKP seçimden bile daha çok çalışma gerektiren boykot’u televizyon başında geçirmeye hazırlanıyor, KSP ise “zıtların birliği”ni söylem ve eylemlerin zıtlığı şeklinde sunan kafası karışık bir sosyalizm örneği çiziyor) seçeneksizlikler içinde...

Bunda en büyük suçluluk payı, yıllarca o gündemden bu gündeme sürüklenip bir ALTERNATİF İNŞASINA emek harcamak yerine kısa yoldan kitleseleşme hayalleri kuran Sosyalist Solun maceracılığı ve sebatsızlığında bulunabilir. Çok daha ayrıntılı bir değerlendirmeyi gerektiren bu tespiti bir yana bırakarak altı çizilmesi gereken olguya işaret edelim: Ne UBP ne de CTP gerçek birer alternatif değillerdir. İki kesim de SAĞ güçleri temsil etmektedir. Bir tanesi sermayenin muhafazakar-şahin-savaşçı gücü iken, diğeri sermayenin-serbest piyasacı, liberal, tüccar yüzüdür...

Toplumun bu seçeneksizliğini aşmada sola düşen görev, kısa vadeli kötünün-iyisi, ehver-i şer arayışlarını bir yana koyup EZİLENLERİN ALTERNATİFİNİ İNŞAA ETMEYE ŞİMDİDEN BAŞLAMAKTIR. Oysa, Kıbrıs Sorunu ile, Denktaş Rejimi’nin yıkılması ile boğuşan bizler, bugüne kadar statükonun yarattığı yapay havayı soluyarak, bu yarı-coğrafyanın sınırlarını aşmayan politikalar çerçevesinde mücadele ettik. Statükonun sürdürülemezliği ortadadır. Dünyadan soyutlanmış, ufuksuz, gerek Akdeniz gerekse Ortadoğu içerisinde dünyanın yeniden şekillendirildiği bir coğrafyada kendi iç sorunları ile boğuşan, dışa kapalı bir toplum haline geldik.

Denktaş-Eroğlu düzeni ve bu düzenin yarattığı ufuksuzluk sadece seçim ile aşılacak bir olgu değildir.   Bugün Kıbrıs’ta siyasal konumlanışlar yalnızca Kıbrıs Sorunu ile tanımlanmakta sol olsun sağ olsun neo-liberalizm, özelleştirme, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşme saldırıları ile sil baştan tanımlanan siyaset arenasında hiçbir açılım, politika, anlayış veya mevzilenme gerçekleştirilmemektedir. Irak işgali, Filistin Direnişi ve küreselleşme ile ilgili hiçbir konuda aktif tavır alamayan, almayan, bu konulardan haberdar olmayan ve daha da vahimi bunlarla ilgilenmeyen bir siyaset hayatımız var.

Ne yazık ki en az sağımız kadar solumuz da statüko ile beslenmekte ve onun yarattığı steril koşullarda büyümektedir. Oysa Kıbrıs Sorunu’na çözüm diye önerilen Annan Planı’nın kendisi de; kitlelerin mobilizasyonu kadar, hatta ondan daha da fazla dünyanın bu yeniden paylaşımı ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gelişmekte ve şekillenmektedir.
Denktaş-Eroğlu statükosundan kurtulduğumuzda; bizler, yıllardır çözülmeyen bir sorundan kurtulduğumuzu düşünebiliriz. Oysa asıl sorun, ertelemekte olduğumuz ve kaçınılmaz bir şekilde yüzleşeceğimiz gerçek hayat, en hazırlıksız, bilinçsiz ve örgütsüz olduğumuz bu anda karşımıza dikiliverecektir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Serbest Ticaret Bölgesi oluşturmanın planları AB eli ile yürütülmektedir. Demek ki, “bizler için hazırlanan gelecek”te ya Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kölelik koşullarında istihdam edileceğiz, ya da Almanya, Fransa ve diğer Kuzey ülkelerinin nitelikli/niteliksiz iş gücü gibi; esnek çalışma koşulları altında yarı zamanlı, geçici işlerle, gerçekte ise işsizlik ve örgütsüzlük ile baş başa kalacağız. Belki de her ikisi ile birlikte...

Tabii ki hiç bir zaman geç değildir. Bugün geç olmadığı gibi; Maocu, Stalinist gelenekten miras “temel çelişki”miz Kıbrıs Sorunu’muz çözüldüğünde de geç olmayacaktır. Sadece biraz daha zor olacaktır. Oysa temel çelişkiden kurtulmak adına bayraklarının üzerine “Avrupa Birliği” yazan, sosyal gelişmeyi ve toplumsal mücadeleyi aşamalar ve basamaklarla ifade eden, dar ve kısır politik tavrımızı hemen-şimdi bir kenara koyabiliriz. İşte o zaman “bizler için hazırlanan gelecek” yerine; bizzat bizim, alternatif küreselleşme mücadelesi veren dünya solu ile birlikte, kendimiz için bir gelecek kurmamızın mümkün olduğunu görürüz. Bu, Denktaş-Eroğlu statükosuna başkaldırı kadar, dünyanın yeni düzenine, sermayenin küreselleşmesine, çevrenin tahribine, savaşlara, yoksulluğa, ırkçılığa ve barbarlığa karşı bayraklarımızın üzerine “Başka Bir Dünya Mümkün, O Dünya Kapitalist Özel Mülkiyetin Olmadığı Bir Dünyadır” yazarak ve bunun mücadelesi ile kazanılacak bir gelecektir.
Bugün yada yarın, seçimlerden önce veya sonra yüzleşeceğimiz gerçek dünya bu olacaktır. Ve geleceğimizi tayin edecek olan gerçek ufuk; dayanışma, örgütlülük ve direniş azmimiz kadar umutur.

1) No Logo, Naomi Klein, Bilgi Yayınevi, 2000
2) Kolombiya'da fabrikaları bulunan Coca Cola tekeli çok sayıda insan hakkı ihlaliyle suçlanıyor. Coca Cola paramiliter güçlere sendikacıları öldürtüyor. Kolombiya Yiyecek ve İçecek İşçileri Sendikası (Sinantrainal)’in 8 üyesinin öldürülmesinden Coco Cola sorumlu. Porto Alegre'de yapılan 2. Dünya Sosyal Forumu'nun (DSF) aldığı karar doğrultusunda "Coca Cola'yı boykot kampanyası" bir yıl sürdü. Kampanya, Kolombiya Yiyecek ve İçecek İşçileri Sendikası (Sinaltrainal) ile dayanışma amacı taşıyordu. Boykot yalnızca Coca Cola ürünlerini tüketmemekten ibaret değildi, aynı zamanda politikalarına karşı mücadele biçiminde sürüyor.
3) Siparişin yoğun olduğu dönemlerde uyarıcı haplarla 48 saat uyumadan üretim yaptırıldığı, kadınların hamile kalma durumlarına önlem alabilmek için 24-26 günlük sözleşmeler yapıldığı vb. Rapor edilmiştir. Bkz No Logo, Naomi Klein

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder