1 Şubat 2007 Perşembe

Argasdi Hammaliye Kurulu (Sayı 5.5)



Argasdi 2007 yılını üç aylık periyodunu aksatmadan karşılamanın gururunu taşıyor. Geçtiğimiz yıl yayınladığımız 3 sayımızda da güncel meselelerin teorik açılımları ve bunların pratik faaliyet içinde ifade ettiği anlamları incelemeye özen gösterdik. Bu arada da kitap tanıtım, dünyadan haberler, bellek, köyler gibi sürekli sayfalarımızı süreç içinde şekillendirdik. Bu sayımızdan itibaren sürekli sayfalarımız arasına Lise ve Çalışma Yaşamı sayfalarımız da katılıyor.

Ayrıca Şubat-Mart-Nisan dönemini kapsayan bu sayımızda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü hem arka kapağımızla hem de konuyu irdeleyen ufak bir dosya oluşturarak selamlıyoruz. Dosyamızda günlük konuşmalarımıza sinmiş cinsiyetçiliği, Kıbrıs’ta kadın olmanın anlamını ve Lefkara İşi bağlamında kadın emeğini irdeleyen yazılarımızı bulabilirsiniz. Baraka ısrarla “kadın”a “bayan” dememeye ve günlük dilde sorguladığı kelimeler arasına yenilerini eklemeye devam ediyor. Çünkü biliyoruz ki insan nasıl düşünürse öyle konuşur ve insan nasıl konuşursa öyle düşünür. Bu da kadın özgürleşmesini pratik boyutu ile kavradığımız kadar teorik anlamda da zenginleştirmekten geçer.
27 Mart Dünya Tiyatro Günü de bu sayımızda önümüze bakarken gördüğümüz ve üzerinden atlamak istemediğimiz konulardan birisi oldu. Ayrıca Mart ayı içerisinde Baraka Tiyatro Ekibi’nin “Dersimiz Kadın” isimli tiyatro oyununu seyircisi ile buluşturmak yönündeki çabasını sizlere müjdelemek istiyoruz. Geçen sayımızda yayınladığımız öykü ile bağlantılı bir çeviri öyküyü de bu sayımızda bulabilirsiniz.
2006’nın 2007’ye doğru ilerlediği dönemeçte kuşkusuz gündemi belirleyen olgu “Kıbrıs” oldu. Adına “Kıbrıs Sorunu” denen ve neredeyse her kesimin farklı bir anlamlar bütünü ile tanımladığı sorun çeşitli boyutları ile günlük hayatımızı belirlemeye devam etmektedir. Ancak herkesin farklı birşey anladığı “Kıbrıs Sorunu”nu, her birimiz aynı şeyden bahsediyormuşuz gibi konuşmaya ve konuştukça da konuyu karmaşıklaştırmaya devam ediyoruz. Biz bu sayıda “Kıbrıs Sorunu”nun akademik boyutları ile değil, günlük hayattaki yansımaları ile ilgilenmeye çalıştık.
Annan Planı ve onunla bağlantılı kitlesel hareketlenmeler dönemi, hayal kırıklıklarını da birlikte getirerek hayatımızdan çıkarken, yeni dönem hem kuzeyde hem de güneyde sivil faşist güçlerin kendine güvenini tazelediği bir atmosfer yarattı. Kıbrıs’ın güneyinde EFEN ve Altın Şafak gibi sivil faşist örgütlerin tehdit, şantaj ve gözdağları pratik bir faaliyette hayat buldu. İngiliz Okulu’nda okuyan Kıbrıslı Türk öğrencilere yönelik saldırı, faşizmi ve faşist örgütlenmeleri tartıştıracak devrimci bir pratiğin yokluğunda şövenizmin biraz daha yükselmesine hizmet etti. Kıbrıslı Elen öğrencilerin, Kıbrıslı Türk arkadaşlarını korumak amacıyla yumruk ve sopaların önüne atladığını görmek istemeyen, göstermek istemeyen örümcekleşmiş kafalar; şövenizmi biraz daha yükselten söylemlerle halklar arasına güvensizlik salmak fırsatını kaçırmadılar. Öte yandan “Kıbrıs Cumhuriyeti” egemenlerinin mal-mülk-dere-tepe siyasetleri doğrultusunda hazırladıkları bir yasa değişikliği, sanki de çok mühim bir olay oluyormuşçasına, en “yetkili” makamların, “aman güneye geçerken dikkatli olun” şeklinde söylemler kullanmalarına vesile oldu. Yaklaşık bir hafta boyunca güneyde can güvenliğimiz olmadığına dair o kadar çok laf edildi ki, kapıları açma şerefini Denktaş’a veren konjektürün, kapama şerefini de Talat’a vereceğini bile düşündürttü bir an için. İki halkın dayanışmasının en açık örneği ve kapılar açıldığından bu yana en aktif örgütlenmesi olan Savaşa Hayır Koalisyonu çatısı altında tüm bu gelişmelere tepki verdik, eylemler, bildiriler ve basın açıklamaları ile gerek halklarımızı gerekse de barıştan yana, ilerici örgütlenmelerimizi süreci izlememeye, sürece hepbirlikte müdahil olmaya davet ettik.
Öte yandan kuzeydeki sivil faşistler de canlanmaya, heyecanlanmaya başladılar. Türk İntikam Tugayı isimli tescilli faşist örgütün, Çatoz’da bildiri dağıtarak verdiği gözdağı, daha önceden adı Kutlu Adalı cinayetine karışmış bu örgütün yeniden gündeme gelmesine vesile oldu. Ancak her allahın günü “rumlar, rumlar” diyerek şövenizmi yükselten “barışçı” hükümetimiz bu paramiliter yapının bulunması ve dağıtılması konusunda aynı hassasiyeti gösteremedi. İç ve dış güvenliğimizde 10. Madde’nin verdiği yetki ile “tek sorumlu” olduğunu gururla açıklayan askeri otorite ise, avuç içi kadar yerde tehdit dolu bildiriler dağıtan faşistleri “bulamayarak”, görevini yerine getirmek konusunda ne kadar ciddi olduğunu göstermiş oldu. Tam da aynı dönemde Çirkef yazarı ve grafikeri Barış Parlan’a yapılan saldırı, faşistlerin fiiliyata dönük yüzünün ve hiç de söylemde kalmayacaklarının göstergesi oldu. Ne hikmetse saldırganlar bulunamadı... Mağusa sokaklarında efelenip, çeteliğe soyunan bu vatan kurtarıcıları gizli iş görmeyi ve saklanmayı tercih ettiler.
Gelişen süreç yeni havanın kuzeyde de, güneyde de sivil faşitlerin manevra alanını genişlettiğini, biryerlerden alınan onay sonucu sistematikleşmeye doğru ilerleyen saldırıların başlamak üzere olduğunu düşündürüyor. Adamızda gerek EOKA’nın gerekse de TMT’nin ABD-CIA destekli paramiliter odaklarca emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket etmek üzere kurdurulup yönlendirildiğini biliyoruz. Bu örgütlerin devamı niteliğindeki yapılanmaların oluşturulması, onaylanması ve “bulunamaması” da mutlaka “patent sahiplerinin” bilgisi dahilinde gelişmektedir. Hedeflere bakıldığı zaman da açıkça görünen iki halkın birlikte yarattıkları her türlü ortak yaşam pratiğinin ve halkların ilerici, demokrat güçlerinin tehdit olarak görüldüğüdür.
Tam da bu sırada ülke kaynaklarının neo-liberal sermayeye peşkeş çekilmesi tüm hızı ile devam etmekte, piyasanın görünmeyen elinin, ancak faşizmin görünür yumruğu ile uygulanabileceği bir kez daha ispatlanmaktadır. DAÜ’de çalışanlar ve öğrencilerin uzun soluklu eylemlilikleri, Devlet Hastanesi’nde Toplam Kalite Yönetimi’ne geçiş çalışmaları ve otel adı altında her türlü etik-yasal ilkeyi çiğneyen inşaatların göklere yükselmesi neo-liberalizmin ve faşizmin oynadığı, “iyi polis-kötü polis” oyununda bizlere çizilen rolün ne olduğunu da açıkça gösteriyordu: “Tutsak”.
Oysa Egemen Blok güçlü olduğu kadar kırılgan, birlik olduğu kadar da çelişkili bir bütünlük oluşturmaktadır. Lokmacı’daki köprü meselesi ile tek bir hatalarının ve gevşeyen dizginlerin halkta yarattığı dinamizm ve heyecan bizlere bu coğrafyada devrimci dinamizmin kitle tabanının nerede olduğunu gösteren bir öğretmen oldu. Kıbrıs Türk ve Elen Halkları, birlikte verilecek mücadeleleri ve Yunanistan ile Türkiye Halklarından görecekleri dayanışma ile şimdiye kadar “Kıbrıs Halklarının Sorunu” olmuş Kıbrıs Sorunu’nu, “emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sorununa” çevirebilecek güç ve yeteneğe sahiptir. Çabamız bu yöndedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder