Sendikal
Platform 2011 yılını Toplumsal Varoluş İçin Mücadele Yılı ilan ettiği zaman,
içinden geçtiğimiz sürece ne kadar isabetli bir isim verdiğinin farkında mıydı
acaba?
Evet, UBP
ile AKP arasında imzalanan protokol ve bu protokol aracılığı ile Kıbrıslı
Türklerin çok ciddi bir saldırı altında oldukları belliydi.
Evet,
KTHY’da yaşanan rezalet, sözde yetkililerin duyarsızlığı gün gibi açıktı.
Evet,
sözde Sosyal Güvenlik Yasası’nın tamamlayıcısı Göç Yasası geçirilmiş, yılın ilk
gününden itibaren yürürlüğe girmeyi bekliyordu.
Evet, DAÜ
– Kooperatif- Telefon Dairesi ve Kıb-Tek’e yönelecek saldırılar seziliyordu.
Evet, daha
fazla anıt, daha fazla cami ve daha az eğitim daha az sağlık politikaları
yükselişteydi.
Ama
toplumsal bir yokoluşun eşiğinde olduğumuzu anlamak için veya toplumsal bir
yokoluşun eşiğinde olduğumuzu söyleyebilmek için bunlar yeterli midir?
İşsizliğin
her geçen gün artması, gençlerin göç yollarını tutması, her gün onlarca esnafın
siftah yapmadan evine dönmesi, kumarhane/kerhane/uyuşturucu üçgeninde mafyatik
ilişkilerin tavan yapması toplumsal yokoluşun göstergesi midir?
Neo-liberal
özelleştirme politikalarının, kamu kurumlarının piyasaya açlılmasının ve emeğe
yönelik saldırıların yoğunlaştığı tek yer biz miyiz dünyada? Eğer öyle
düşünüyorsanız, İspanya’ya, Yunanistan’a, İngiltere’ye bir bakın...
Dinsel
gericiliğin yükseltildiği, eğitim ve sağlık yerine cemaatlere, milliyetçi
sembollere ve camilere yatırım yapıldığı tek yer biz miyiz dünyada? Eğer öyle
düşünüyorsanız, Orta Doğu’ya bir bakın...
Kumar,
uyuşturucu, kara para, silah ticareti ve mafyanın iktidarda olduğu tek yer biz
miyiz dünyada? Eğer öyle düşünüyorsanız eski doğu bloku ülkelerine bir bakın...
Ufacık bir
adada yaşıyor olmamız, nüfusumuzun görece az olması, coğrafyamızın stratejik
önemi ve ada halklarının bölünmüş olması gibi nedenlerle yukarıda
bahsedilenlerden fazlasıyla olumsuz etkilendiğimizi kim inkar edebilir?
Yaşananlar
aynı hızda ve aynı doğrultuda devam ederse; kültürü ile, din algılayışı ile,
yaşam tarzı ile özgün bir Kıbrıslı Türk halkından bahsedemeyecek noktaya
varacağımızı yani toplumsal bir yokoluş ile yüzleşeceğimizi kim yadsıyabilir?
Bu
gerçekleri yadsıyamasak da, toplumsal yokoluş tehtidinin merkez üssünün; neo-liberal
ve gerici politikalardan, kendi içimizden çıkan işbirlikçilerin bize
ihanetinden ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz? Toplumsal Varoluş İçin
Mücadele’yi son yılların en isabetli tespiti haline getiren olgu bundan ibaret
kabul edilebilir mi?
Kesin bir
hayırdır bunun cevabı...
Yokoluşun
eşiğinde olduğumuzun esas göstergesi, varlığımıza yürütülen saldırıda değil; bu
saldırıya ürettiğimiz yanıtta aranmalıdır.
Altından
tabanı kaydırılan Kamu-Sen, hala “marjinal” unsurlardan şikayet edebiliyor.
Üstelik ahbaplık/dostluk bozulmasın, grevlerde bir kişilik katılımla destek
devam etsin diye diğer sendikalar da buna sert bir yanıt vermiyor...
DP gibi
yılların işbirlikçisi bir parti, toplumsal varoluş mücadelemizin “öncüsü”
sendikalar arasında hala rahatça kendini ifade edebiliyor...
CTP’sinden
TDP’sine “sol partiler” hükümete geldiklerinde yokoluşun sona ereceğini iddia
edebiliyor...
Parlamento
dışındaki sol partiler ise, birbirlerinin paçasından çekerek ötekini
geriletmeyi öncülük sanıyor...
Her türlü
mücadeleyi küçümseyen, nihilist “aydınlar”; şurda burda yazı yazmayı, akıl
satmayı nimetten/mücadeleden sayıyor...
Herkes
gemiyi kıyıdan yöneten kaptan rolünü bir tek kendine yakıştırırken, geriye
kalan herkesi tayfa olmaya davet ediyor...
Eylemde
birlik olup fikirleri sonsuzca tartıştırmak gerekirken, eylemi küçümseme
fikrinde herkes ortaklaşabiliyor.
Somut
hedefler (maaş, iş, eğitim, sağlık vb.) çıkarcılık diye damgalanarak, hiçbir
pratiğe dökülmeyen lafta yüksek idealler adına ülkedeki zeminden kopuluyor.
Ortada
gerçek bir önderlik boşluğu olduğu halde, bu boşluğu doldurması gerekenler ayrı
köşelerinde “birlik mücadele dayanışma” sloganları atıyor.
Hem
dinsel, hem ekonomik hem de mafyatik saldırı altında olan yani bu üç saldırının
da birleştiği, üstelik kendi içinden çıkan işbirlikçilerin kendi topraklarına
ihanet ettiği tek coğrafya biz miyiz sanıyorsunuz bu dünyada? Değil hiç de
değil... Eğer öyle düşünüyorsanız, Latin Amerika’ya bir bakın...
Latin
Amerika halklarını değil de bizi yokoluşun eşiğine getiren şey; maruz
kaldığımız saldırıların farklı olması değil, bu saldırılara yanıt vermek için onların
mücadeleyi bizimse yazıyı, lafı, çığırtkanlığı, yakarmayı ve söylenmeyi tercih
edişimizdir. Bizi yokoluşun eşiğine getiren, kendini hükümete taşımak dışında bir
derdi olmayanları hala aramızda tutuyor olmamızdır. Bizi yokoluşun eşiğine
getiren kendi gücümüzün dışında bir kurtuluşu ummaktan, bizim adımıza bizi
kurtaracak birilerini aramaktan bir türlü vazgeçemeyişimizdir.
Günün
Sözü: “Mücadele edenler her zaman kazanamaz ama şüphesiz ki kazananlar her
zaman mücadele edenlerdir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder