26 Eylül 2012 Çarşamba

Kurultay



Kurultay, büyük toplanma demek...
“Bir kuruluşun, gündemindeki sorunları, temel konuları konuşmak ve yeni kurullar seçmek üzere belli sürelerle veya gerektikçe yaptığı genel toplantı” olarak tanımlanıyor Türk Dil Kurumu’nun Büyük Sözlük isimli eserinde...

***
Ne kadar güzel bir şey; bir fikre, kuruma, bir yola gönül vermiş insanların, kendilerini ilgilendiren meselelerle ilgili buluşması, konuşması, tartışması, hep birlikte kararlar alması...
Bu tür buluşmalar sadece kurultay adı altında da yapılmıyor üstelik. Neredeyse eşanlamlı olmak üzere başka kelimeler de var kullandığımız, günlük hayatımız içerisinde...
Meclis, Şura, Komite, Konsey, Kurul mesela...
O ünlü Sovyetler Birliği’ne ismini veren Sovyet kelimesi “meclis, şura” demek...
İşyerlerinde çalışanların daha çok söz sahibi olması için oluşturulan yatay mekanizmalar, genelde “konsey” olarak anılır...
Türkiye’de faşist terörün doruk noktasına çıktığı 1980’li yıllarda, halkın kendini savunmak için oluşturduğu yapılara “Direniş Komiteleri” deniliyordu...
Bu gibi uygulamalar demokrasinin gereği, daha fazla insanın söz sahibi olmasının bir yolu yani...
***
Derler ki; demokrasinin beşiği Yunan şehir devletleriymiş...
Derler ki; bütün özgür yurttaşların buluşarak tartıştığı, konuştuğu, oyladığı ve karar aldığı doğrudan bir demokrasi uygulanırmış bu devletçiklerde. Ve bunların arasında en demokratik olanı da Atina şehir devletiymiş...
Gene derler ki; demokrasi diktatörlüğün zıttı, karşıtıymış. Ve diktatörlerin olduğu yerde demokrasiden, demokrasinin olduğu yerde diktatörlükten söz edilemezmiş...
Öyle mi acaba gerçekten?
Acaba demokrasi ile yönetilmezken, nasıl yönetiliyordu Yunan site devletleri? Yani hangi sistemi alt etti de kendine yer buldu demokrasi?
Bir de dünyadaki ilk demokrasi Yunan şehir  devletlerinde çıktı ortaya da, bilen var mı ilk siyasal sistemi?
Yoksa, ilk siyasal sistem olmasın demokrasinin bizzat kendisi...
***
Şehir devletlerindeki demokrasiden söz edildiğinde, nedense her zaman “gözden kaçanlar” olur...
Örneğin, yaklaşık 250,000 nüfusu olan Atina şehir devletinde 100,000 köle yaşıyordu... Kölelerin özgür yurttaş sayılmadığını ve o çok özenilen doğrudan demokrasiye dahil edilmediklerini söylemeye gerek yok herhalde...
“150,000 kişi de fena değil” dediğinizi duyar gibi oluyorum... Ama acele etmeyin bence...
Bu 150,000 kişinin yaklaşık 110,000’i kadınlardan ve çocuklardan oluşuyordu ve onların da oy hakkı yoktu...
Kısacası o çok övdüğümüz “ilk demokrasi”; 40,000 yetişkin erkeğin, toplumun geriye kalanı üzerinde kurduğu açık bir diktatörlüktü...
Bu yüzden midir bilinmez, demokrasi ve diktatörlük beraber girdiler siyaset sahnesine...
Ve o tarihten beridir bütün siyasal saflaşmalar, demokrasiye dahil edileceklerin sayısı ile niteliği üzerine kuruldu: Özgür erkeklerin karşısında köleler ve kadınlar, soyluların karşısında “soysuzlar”, zenginlerin karşısında mülksüzler...
Gene o tarihten beri hangi isim altında, hangi yaldızlı cümlelerle tarif edilerek sunulursa sunulsun hiçbir demokrasi; toplumun %20’sinden daha fazlasını temsil etmedi...
Her demokrasi belli bir azınlığın kendi iç demokrasisi oldu ve halkın geriye kalanı üzerindeki diktatörlüğü... Ve her diktatörlük halkın üzerinde diktatörlük kuranların kendi aralarında gayet demokratik ilişkiler barındırması şeklinde gelişti...
12 Eylül diktatörlüğü bile Cunta’yı oluşturan 5 generelin kendi aralarındaki demokratik ilişkilerle damgalıydı... Yani ayrılmaz kardeşler gibi birbirlerini takip etti demokrasiyle diktatörlük, diktatörlükle demokrasi...
Ve rejime demokrasi mi yoksa diktatörlük mü denileceği sadece kimin tarafından bakıldığı ile değişti. Sözü edilen aynı rejimdi; köleler tarafından bakılıyorsa diktatörlüktü ismi, özgür erkekler tarafından bakılıyorsa demokrasi...
***
Ulusal Birlik Partisi, büyük bir buluşma gerçekleştirecek yakınlarda...
Toplum bu gündemle çalkalanıyor...
Yetkili organlarını seçecek UBP ve bir de genel başkan. Bu genel başkan aynı zamanda başbakan olacak muhtemelen. Ve bakanlar kurulunu tayin edecek...
Ne kadar da demokratik değil mi?
Peki neler konuşuluyor bu büyük buluşma öncesi? Ekonomi, eğitim, sağlık, ulaşım, barınma ve iletişim politikaları mı? Türkiye ile ilişkiler, kültür-sanat alanında yapılacaklar ve barış mı?
Yoksa, delegelerin evlatcıklarına dağıtılacak işler, peşkeş çekilecek ihalecikler, terfiler, makamlar, torpiller mi? Türkiye’nin kimi desteklediği, işbirlikçiliği kimin daha iyi becereceği ve suratına tükürüldüğünde kimin daha iyi gülümseyeceği mi?
Ne kadar da demokratik değil mi?
Karşımıza dikilen iki adaydan İrsen Küçük mü yoksa Ahmet Kaşif mi birer dava insanı görünümü arzediyor?
Bütün siyasal yaşamları, yalan, dolan, dalavere, parti değiştirme, çanta taşıma ve kişisel kariyer üzerine kurulu bu iki adayın veya onları seçecek delegelerin hangisi toplumun geriye kalan %95’inin etki alanında?
Ne kadar demokratik değil mi?
Aman, demokratik değil demeden önce iyice hatırlayalım, diktatörlük ile ikiz kardeş olduğunu demokrasinin... Ve her diktatörlüğün, demokrasisi olduğunu bir grup asalak hazır yeyicinin...
***
Ne zaman bu tür ikilemlerle karşılaşsam aklıma o bilge deve gelir...
Ne zaman İrsen mi Ahmet mi, Eroğlu mu Küçük mü, UBP mi CTP mi, TC mi AB mi, Melih Gökçek Parkı mı Ankara Çağlayan Parkı mı, şer mi ehver-i şer mi gibi “seçenekler” dayatılsa; düşünmeden edemem onun hikayesini...
Bir gün gene, yük taşıyormuş bizim deve... Aklı evvelin birisi sormuş “ey deve, bu yükü yokuşta mı daha iyi taşırsın yoksa inişte mi” diye...
Deve şöyle bir durmuş... “Eğer yük duracaksa benim sırtımda” demiş, “lanet olsun düz yoluna”...
Kısacası dostlar; boş gerilmek inişmiş, düzmüş, yokuşmuş diye...
Biz sırtımızdaki yükten kurtulmaya bakalım önce...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder