21 Nisan 2005 Perşembe

Anlaşma – Çözüm – Barış – Devrim



17 Nisan seçimleri sonuçlanıp da Cumhuriyetçi Türk Partisi adayı M.A. Talat Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra, Kıbrıs adasında anlaşma/çözüm sürecinin hızlanıp hızlanmayacağına dair ciddi bir beklenti ortamı oluşmuş durumda. Ezici bir çoğunluğu oluşturan kampta, “süreç hızlanır, Talat adayı barışa taşır” diyenler bulunuyor. Azınlıkta kalan bir gurup insansa, Talat’ın adayı barışa taşımak yerine partisini ve kitlesinin önemli bir kısmını sağa taşıdığını düşünüyor.

Herhangi bir “anlaşma” veya “çözüm”ün, “gerçek barış”a karşılık gelmek zorunda olmadığı konusunda herkes hemfikir aslında. Çünkü “anlaşma”, kimlerin anlaştığına; “çözüm” ise kimlerin sorunlarının çözüldüğüne bağlı olarak, yeni sonuçlar üretecek. Onyıllarca süren sol içi tartışmalarda, “barış” cephesi; “çözüm, barışa giden yolu açar” diyenlerle, “barış’ı doğrudan barışa yürüyerek yaratabiliriz” diyenler olarak bölünmüştü. İşte Talat ile başlayan yeni dönem, “çözümcüler”in müthiş bir hegomonya kurduklarının da ispatı oluyor. Çözümcüler, herhangi bir anlaşmanın/çözümün barışa temel oluşturacağını, ancak o zeminden yürünerek barışa varılabileceğini düşünüyorlar. Bu yaklaşım; temel çelişki olarak Kıbrıs Sorun’unu tespit eden ve süreci aşamalara bölerek anlaşma-çözüm-barış şeklinde tarifleyen bildik bir siyasal argümanın Kıbrıs özelinde yeniden üretilmesinden ibaret. Tabii kısa vadeli hedef olan anlaşma-çözüm’e ulaşmaya çalışırken “her yolun mübah” olması maddenin tabiatı gereği... Böylece bazen uzun vadeli hedef “barış” ile uzaktan yakından ilgisiz tutumlar içine girmek de mümkün. Mesela; bölünmüşlüğe karşı olunduğu halde, iki bölgeliliği onaylayan politik argümanlar; iki devletliliğe karşı olunduğu halde, izolasyonların kaldırılmasını talep eden bir politik hat ve ada halklarının milliyetçi temelde bölünmesine karşı olunduğu halde, Rum toplumunu suçlayıcı ifadeler içeren açıklamalar, çözüm adına mübah olabiliyor. Taktiki de olsa, yıllarca sağ güçlerin kullandığı “biz Türklere karşı tüm dünya” söyleminin yerini, daha zekice olduğunu düşündükleri “tüm dünyayı yanına alarak politik hasmı Rumların karşısına çıkan biz Türkler” söylemi almış durumda. Ki, her iki durumda da barışması beklenen ada halkları farklı kamplarda tanımlanmış oluyor. Bu “aşamada” gözden kaçan, taktiğe kurban giden de halklar oluyor.
CTP’nin, barış sürecinde eksik olan anlaşma temelini yaratacağını düşündüğü “Çözüm Talat” dönemi henüz yeni başlıyor. Otuz yıllık çözümcüler-barışçılar çatışmasının sonunda net olarak görünen olgu şudur ki; hem çözüm tezini halka benimsetmek, hegomonya oluşturmak anlamında, hem de bu teze insan örgütlemek anlamında CTP zafere ulaşmıştır.  Bu, “barışa barış yolundan varılır (araç amaçtır)” diyenlerin haksızlığının değil, (ağır kaçacak belki ancak kendimi de bu kampta gördüğüm için rahatlıkla söyleyebilirim ki) beceriksizliğinin ispatıdır. Tabii ki bir hedefe ulaşılamamış olması, o hedefe hiçbirzaman ulaşılamayacağı anlamına gelmez..
Peki, CTP yıllarca mücadelesini verdiği bu fırsatı kullanarak barışa çözüm yolundan gitmeyi başarabilecek mi? Gerçekten de amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğu bir anlayışla, barışa varmak mümkün müdür?
Sadece Kuzey’in politik havasını soluyarak bile rahatlıkla görülebilecek olgu, toplumun iç politikada bile kendisini özne olarak görmemeye başlamış olduğudur. Sokaklar zaten uzunca bir süreden beri boşalmış durumdadır. Tansiyonu düşürmenin bir aracı olarak kullanılan seçimler bile ilgi görmemektedir. Aralık 2003 seçimlerinde %85’lerde olan katılım, Şubat 2005 seçimlerinde % 79’a, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise %69’a geriledi. Toplum hızla kendi yaşamınının, kendi sorununun öznesi olmaktan çıkmaktadır. Bunun nedeni, politikanın toplum tarafından algılanmasına izin verilen tek yolu “seçimler” sonucunda başa gelen sol bir partinin hızla milliyetçileşmesini görmenin veridiği kırgınlık olabilir. Tam tersine, “seçtik meclise gönderdik artık gerisi onlara kalmış” rehaveti de olabilir. Ancak sonuçta ortaya çıkan yabancılaşma bir olgudur. Ve öznesi halk olmayan, bir sürecin, rotasının barış olması  mümkün değildir.
Öte yandan, taktiki veya değil, şövenistiyle-liberaliyle tüm bir “Türk” toplumunu “kucaklayacağını” ilan eden yeni sol iktidar, yeni dönemin şövenizmle hesaplaşma dönemi olmadığının; aksine uzlaşma dönemi olduğunun altını çiziyor. Bu durumda Rum toplumunun şövenistlerine yönelik çıkışları, barışa hizmet etmekten çok toplumları birbirinden daha da uzaklaştırmaktadır. Kendi şövenistini “Türktür” diye kabullenen bir solun, hiç değilse aynı hoşgörüyü barışmayı arzuladığını iddia ettiği toplumun şövenistlerine de göstermesi gerekirdi. Burada toplumun bilinçaltına giden mesaj nettir: ayırt edici özellik “şövenist olmakla-barışsever olmak” değildir, tam tersine “Türk olmakla-Rum olmaktır”...
Yeni Dönemin, bölünmüşlüğe yeni kan veren bir dönem olacağı sadece bunlardan bile net bir şekilde görülebilmektedir. Yetmezse, yıllarca statükonun bekçiliğini yapmış UBP’nin eski müttefiklerini bir bir CTP’ye kaptırdığını da eklememiz gerekir. Meseleye sınıfsal bakıyorsak, Kıbrıs sorununun; Kıbrıs’ta bir Kıbrıs Türk Sermayesi yaratmak sorunundan bağımsız düşünülemeyeceğini kabullenmek zorundayız. 1974 sonrası dönemde titizlikle beslenip büyütülen Türk Sermayesi kendi kurduğu ve yıllarca desteklediği partiye, UBP’ye sırtını dönmüş durumdadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde Kuzey Kıbrıs’ın en zengin 300 iş adamı CTP yararına organize edilen yemekte buluşmuş ve porisyonu 1 milyar Türk Lirasından yeyip içmiştir. Bu yazının amaçları bakımından, söz konusu yemeğin maddi yönünden çok manevi yönü mesaj içermektedir. Ya Kıbrıs Türk sermayesi hepten barışçı olmuştur, ya da barış güçlerinin amiral gemisi yanlış sularda yüzmektedir.
Kıbrıs ve Filistin sorunları, kapitalist-emperyalist sistemin bu iki müzmin sorunu, ancak ve ancak sistemin zayıflatılması/yıkılması ile; devrim ile çözülme yoluna girebilirler. Sistem içi çözümlerin değil yaşama, doğma şansı bile yoktur. Sistem içi her yol sisteme varacak, kendi kendini tüketirken sistemi yeniden üretecektir.
Kıbrıs’ta başladığı ilan edilen yeni dönem, kesin ve kararlı bir neo-liberal saldırı dönemidir. CTP 1994 yılındaki hükümet deneyiminde neo-liberalizme yatkınlığını, özelleştirmeciliğini ve serbest piyasacılığını zaten ispatlamıştı. 2004 yılındaki icraatları da AB bürokratları ve liberal iş çevreleri ile sarmaş dolaş geçen 10 yıllık muhalefet döneminin bilgi dağarcıklarına çok şeyler eklediğini gösteriyor. Piyasanın görünmeyen ellerine fırsat vermek, ekonomiden siyaseti çekmek, tarımı GDOlar ile modernize etmek, gümrükleri kaldırarak Kıbrıs Türkünü dünya ile bütünleştirmek, yabancı sermayeye cazip fırsatlar sunarak adayı yatırım cenneti yapmak ve sendikaları zayıflatarak piyasadaki tekelciliği ortadan kaldırmak üzere sabırsızlandıkalarını tahmin etmek için pek de kötü niyetli olmaya gerek yok. Ama Avrupa’daki ve Türkiye’deki dostları tüm bunlardan sabıkalı olan CTP’nin bambaşka politiklar izlemesini beklemek için fazlasıyla saf olmak gerek...
Yeni dönemin bize sunduğu en önemli fırsatlardan birisi de budur. Hükümet, neo-liberal kötülüklerle iştigal ederken toplumun günlük yaşamından ciddi bir hoşnutsuzluk dalgası yükselmesini bekleyebiliriz. CTP kesin bir şekilde parlamentoya ve liberal ekonominin inşaasına yoğunlaşırken; sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve diğer sol partiler üzerindeki hegomonyasının sürdürülebilirliği yoktur.
Solun tek alternatifi sokak, mahalle ve iş yeri mücadeleleridir. Adım adım, CTP hegomonyasından kurtula kurtula başka bir muhalif yapı oluşmaya başlayacak. Mücadele hem radikalleşecek hem de Kıbrıs dışındaki halkların deneyimlerini de öğrenerek, küreselleşme karşıtı sol ile geç de olsa tanışarak teorik olarak derinleşecek. Kendiliğinden gelişecek bu sürece ister istemez tüm parlamento dışı sol partiler kitlesel katılım sağlayacaklar. Küresel kapitalizmin AB aracılığı ile uygulayacağı; özelleştirme, deregülasyon ve sendikasızlaştırma saldırısı karşısında; ya eski AB’ci tarzlarını terkedecekler ya da yok olacaklar...
Önemli olan nokta, bu mücadele içinde samimi bir duruşa sahip olan unsurların, yükselen bu ivmede hatırı sayılır bir güç biriktirmeleridir. Aslolan, kapitalizm ve küreselleşme karşıtlığını bir politik tercih değil, bir varoluş biçimi olarak benimseyen insanları çoğaltmak ve örgütlemek, ulusalcılık tuzağına düşmeden enternasyonalist bir sınıf dayanışması ile barışa doğru yürümektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder