Yıllar önce yeni doğmuş kızım mışıl mışıl uyurken, aklıma
gelen “ya şimdi bir yerleri kaşınır da kendi kendini kaşıyamazsa” şeklindeki
düşünceyle irkildiğimi hatırlıyorum... İnsan herhangi bir sebepten kaşınabilir;
sinek ısırığı, bir organını sürekli aynı şekilde tutmak veya toz, ter gibi en
doğal sebepler kaşıntıya neden olabilir. Kaşındığımızda, elimizi kaşınan yere
götürür ve tırnaklarımızı cildimizin üzerinde hareket ettiririz. O ne hoş bir
rahatlama hissidir, nasıl güzel bir duygudur... Kaşınma ihtiyacı duyduğumuz
halde kaşınamasaydık kim bilir bizim
için nasıl bir kabus olurdu...
Peki amaçlı hareketler yapamayan bir bebek, kaşıntı hissettiğinde
ne olur? Üstelik, konuşamadığı için bunu ifade etmesi ve birinden yardım
istemesi de mümkün değil!
Endişemin tamamen gereksiz olduğunu öğrendiğimde, hem
rahatlamış hem de şaşırmıştım. Bebeklerin ısıyı, soğuğu, ağrıyı, kaşınmayı ve buna
benzer kendi kendilerine çözümleyemeyecekleri birçok sorunu yetişkinler gibi algılamadıklarını
veya çok çok düşük seviyelerde algıladıklarını öğrenmek benim için yepyeni bir
şeydi.
Böylece farkettim ki, evrimimiz bizi yaşam boyu yüzleşeceğimiz
sıkıntılara doğuştan itibaren hazırlıyor. Bebeklikte ve hatta çocuklukta çok
yüksek olan ağrı eşiğimizin, olgunluk dönemimizde düşüp yaşlılıkta yeniden
yükselmesi bunun sadece ufak bir parçası. Çünkü başlangıçta bizi hayata
hazırlayan bu önlem, yaşamımızın sonlarında da ölüme daha dayanıklı kılıyor...
Yaşlılıkta karşılaşılan ağrıları daha katlanılabilir
kılmak üzere, vücudumuz kendini hazırlarken, ölüm yaklaştıkça bedenimiz de buna
göre düzenleniyor. Önceden duyulur olan duyulmaz, önceden hissedilir olan
hissedilmez hale gelirken, önceden katlanılamaz olan artık daha katlanılabilir
bir hale gelmiş oluyor.
***
Ölüme hazırlananın sadece beden olmadığını, kişinin
bilincinin de ölüm yaklaştıkça bununla baş etmek için çeşitli önlemler
geliştirdiğini farketmek, benim bu düzlemde yaşadığım ikinci şaşkınlığın
vesilesi oldu. Yıllar geçtikçe, uzun zamandır tanıdığım birçok insanın daha az
meraklı, daha az şaşıran, daha heyecansız bir yapıya bürünmesini izlemek benim
için hem üzücü hem de inanılmaz bir şeydi.
İnsanlar yaşlandıkça, “bu hep böyleydi zaten”, “niye
şaşırıyorsun, beklenmedik bir şey değil bu”, “normaldir” gibi cümleleri daha
çok kuruyorlar, heyecan duygusuna mesafeli yaklaşıyorlar. Bir süre sonra hayat
insanlar için içerisinde yeni ve şaşırtıcı şeyler barındırmayan sıradan bir
olgu haline geliyor. Beş yaşında bir çocuğun kelebek gördüğünde nasıl
davrandığını gözünüzün önüne getirin, sonra da yetişkin bir insanın benzer bir
durumdaki tepkisini düşünün. Yaşamın yitimi, hangisi için daha acı bir kayıp
olurdu?
Önce “yeni fikirlere yaklaşım” gibi düşünce dünyasına ait
olgular etkileniyor bundan, bir süre sonra da fiziki dünyaya ilişkin merak
yitimi yaşanıyor. Belki seyahat etmek gibi mekan değişiklikleri, daha uzun bir
süre merak ve heyecan nesnesi olabiliyor ancak bunlar da eninde sonunda “bilindik mekanların farklı
çeşitleri” olarak sınıflandırılıp önemini kaybediyor. Varılan yerde, “farklı
coğrafyalarda aşağı yukarı benzer yaşamların devam ettiği” üstelik bunun “geçmişte
de bu şekilde olduğu” duygusu hakim hale geliyor. Böylece huzurlu bir ölümün
kapıları önümüzde ardına kadar açılmış oluyor. Her şeyi biliyorsak, hiçbir şey
değişmiyorsa, öldüğümüzde eksik kalacak bir şey yoksa, bu dünyadak işimiz de
tamamlanmış demek değil midir hem?
Zaten sıradan olan her şey gibi, yaşam da bir süre sonra
sıkıcı hale geliyor... Zamanı gelince ölmek gerektiğini düşünen gençler, ve
uzun bir ömürden sonra herhangi bir sağlık sorunu olmadığı halde yaşamaktan
sıkılan yaşlıların varlığı ne yazık ki
inkar edilemez bir gerçek...
Belli ki, hem bedenimiz hem de zihnimiz aracılığı ile
kaçınılmaz olan ölüme hazırlanmak evrimimizin parçası. Üstelik gerekli bir
parçası... Nasıl kaşındığımızda kaşıyamıyorsak, kaşındığımızı hissetmemek
fiziksel açıdan en iyisiyse; ölümü engelleyemiyorsak da yaşamın renklerini daha
soluk görmemiz duygusal açıdan daha iyi olsa gerek...
Ancak nasıl bebekken sinek ısırığını hissetmememiz,
ısırıldığımız gerçeğini değiştirmiyorsa; yaşama dair merak duygumuzu yitirmemiz
de yaşamın milyonlarca yıl yaşasak bile bitirilemeyecek sonsuz zenginliklerle
dolu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunlar bizim görüş alanımızdan çıkıyorlar,
o kadar...
***
Bu bilgi ile ne yapabiliriz? Yuvasında uyuyan bebeğin
kaşınmak istiyor olabileceğinden endişelenmeyebiliriz mesela, ki yaşayan bilir
az bir şey değildir bu... Ya da kanat çırpan kelebeğin ardından koşmayı
deneyebiliriz biz de, merak etmesek de sırf meraklı çocuğun merakını
örselememek için...
Veya yeni bir fikiri heyecanla derinleştiren dostumuzun yüzüne
ölümün soğuk suratıyla bakıp “çok mu şaşırdın” demeyebiliriz. Biz şaşırmasak
da, yaşamı güzelleştirenin şaşıranların şaşkınlığı olduğunun ve bizdekinin
ölüme yaklaşmaktan kaynaklı bir merak yitiminden ibaret olduğunun bilinciyle...
Çünkü endişeye mahal yok, eninde sonunda öleceğiz. Ve
yaşam bize hep aynı gelse de, bizden önce olduğu gibi bizden sonra da her gün
gümbür gümbür yenilenecek... Ona kendinden bir şeyler katanlar ise acıyı
hissedenler, merak edenler ve şaşırmaya devam edenler olacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder