Özel sektörde çalışma koşullarının iyileşmesi ve huzurlu
bir iş yaşamına ulaşabilmek için örgütlenmek isteyen onbinlerce emekçi var.
Ancak hepimizin bildiği gibi, çalışanların geleceğini iki dudakları arasında
tutan patronlar, işçilerin bu en meşru arzusunun önünde bir engel olarak
dikiliyorlar. İşçiler bırakın örgütlenmeyi, en basit bir meselede patrona
itiraz ettikleri anda kendilerini kapının önünde bulabilirler. Hatta birçok
durumda, hiçbir “sorun” çıkarmasalar bile sırf patron o gün öfkeli diye işini
kaybeden yüzlerce emekçi var.
Durum böyleyken, işçilerin örgütlenmesini engelleyen
patronlara “teşvik” adı altında fidye ödeyerek, emekçilerin en meşru haklarını
satın almak, siyasi iradenin yapması gereken en son şey dahi değildir. Bir
hakkı engelleyen, bir hakkın karşısına dikilerek başka insanların
özgürlüklerini gasp eden kesimlerin, ödüllendirilmesi değil cezalandırılması
gerekir. Ancak siyasi irdeyi elinde bulunduranlar, esasen adaletten yana değil
patronlardan yana oldukları için, bu durumdan yarattıkları mazeret ile
işverenlerine yeni gelir kaynakları oluşturabiliyorlar. Emekçilerin örgütlenme
özgürlüğünü serbest bırakmaları karşılığında patronları maaşa bağlamaya dayalı
yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı projesi de bundan başka bir şey
değil.
***
Biz bu projeye “Teşvik Sendikacılığı” diyoruz. Ancak
“teşvik” adı altında sermayedarlara maaş bağlama fikri Zeki Çeler’in buluşu
değil. Bu “şeref”in tek bir kişiye mal edilmesinden rahatsız olan Cenk
Mutluyakalı, teşvik sürecinin “gurur listesini” geçtiğimiz hafta özetledi:
Teşvik sürecine temel olan tüzük, CTP’li Sonay Adem’in bakanlığı döneminde
hazırlanıyor; Tüzüğü bakanlar kurulundan geçirmek UBP’li Türkay Tokel’e nasip
oluyor; ancak fonda yeterli paranın birikmesi ve ilk uygulamaların hayata
geçirilmesi CTP’li Aziz Gürpınar dönemine denk geliyor. UBP’li Ersan Saner,
fonun kapsamını genişletip patronlara bağlanan maaşın miktarını arttırıyor ve
altın vuruşu yapmak da TDP’li Zeki Çeler’e kalıyor. Kısacası CTP, UBP, CTP, UBP
ve TDP şeklinde özetlenebilecek bu müthiş uyum, söz konusu bakanlar ve partiler
arası benzeşmeyi özetlemesi bakımından manidar. Bu kardeşlik listesinde adının
bulunması insanı memnun mu etmeli, yoksa utandırmalı mı; orasını da kişinin
kendi midesine bırakmak gerek.
Bağımsızlık Yolu Aziz Gürpınar döneminde ortaya konan ilk
uygulamalardan beridir, patronların gasp ettikleri haklar nedeniyle
ödüllendirilmesini, yabancı uyruklu işçilerin haklarının kırpılarak patronlara
maaş olarak bağlanmasını ve bunun da kktc vatandaşı işçilere yapılan bir
lütufmuş gibi sunulmasını eleştirdi. Tüm felsefi yanlışlıkları bir yana, bu
uygulamanın patronların gelirini arttırmak dışında somut hiçbir çözüm
üretmeyeceğini de vurguladı. Nitekim proje kapsamında çözüleceği iddia edilen
sigorta yatırımlarının zamanında ve gerçek maaş üzerinden yapılması, gençler ve
kadınlar arasında işsizliğin çözümlenmesi gibi sorunlarda bir arpa boyu bile
yol kat edilmedi ama İhtiyat Sandığı’nın kasasından patronların cebine
milyonlarca TL başarı ile akıtıldı.
***
Kısacası teşvik sistemi Bağımsızlık Yolu tarafından yıllardan
beridir hem pratikte hem de ideolojik olarak eleştirilmektedir. Bu eleştirilere
de bugüne kadar yukarda adı sayılan siyasi figürlerden hiçbiri tarafından,
ergen atarının ötesinde bir yanıt verilememiştir.
Peki siyasi iradenin kısmi iyileştirmeler sağlanması
fırsatı sunarak patronlarla uyumlu projeler geliştirmesi karşısında emek
hareketinin diğer bileşenleri nasıl davranmalıdır? Sendikalar, bu projenin ülke
genelindeki ideolojik ve pratik yansımasından bağımsız olarak teker teker
işyerlerinde sunduğu fırsatlara sırtını mı dönmelidir yoksa siyasal örgütlerin
eleştirisine rağmen projejyi sahiplenmeli midir?
Bu soruya daha genel bir noktadan özele doğru yaklaşarak
yanıt vermek, konunun teorik ve pratik noktalarını aydınlatmak açısından önemli:
Emek hareketi ideolojik, siyasi ve demokratik bileşenleri
ile bir bütündür. Bu bağlamda siyasal partiler ve sendikalar aynı hareketin
çıkarlarını savunan farklı tip örgütlerdir ve farklı alanlarda, farklı
sorunlarla yüz yüze geldiklerinden, çeşitli konulardaki pratik adımları da
farklı olmalıdır. Bu türden farklılıklar emek hareketinin diyalektik bir birlik
olmasından ötürü, “normal” olmanın ötesinde; gereklidir. Aksi takdirde siyasal
partiler sendika gibi davranır; sendikalar da siyasal parti olurdu. Ve ne
sendikalar ne de siyasal partiler yerine getirmeleri gereken kendi işlevlerini
yerine getiremezlerdi.
Her iki örgüt tipi de emek hareketi bütününün farklı
işlevleri olan parçalarıdır. Farklı değil bire bir aynı davransalardı, o zaman
kendi işlevlerini yerine getiremezlerdi.
Devrimci bir siyasal partinin kıyasıya eleştirdiği, halkı
daha fazlasını istemekten alıkoymak için egemenler tarafından hazırlanan reform
niteliğinde bir uygulamanın, emek hareketinin gündelik süreçleri açısından bir
fırsat yaratıp yaratmadığını denemek, pratik uygulamanın yarattığı çatlaklara
sızmak, sendikaların görevidir.
İdeolojik birlik noktaları gözden yitirilmediği sürece bu
farklılıklar, emek hareketine zarar değil yarar sağlar. Sendika gibi davranan
bir siyasal parti, ideolojik anlamda kaypaklaşırken; siyasal parti gibi
davranan bir sendika da, aşırı katılaşıp sekterleşecek ve kitle ile bağlarını
kaybedecektir.
Bu yüzden devrimciler emek hareketinin farklı
bileşenlerinin farklı işlevleri olduğunu ve ideolojik olarak benzer baktıkları
olgulara yönelik, pratik tutumlarının farklı olması gerektiğini bilerek hareket
ederler.
***
Teşvik sendikacılığı örneğimize dönersek; Bağımsızlık
Yolu bu uygulamanın felsefi ve pratik boyutlarını eleştirirken, emek
hareketinin diğer bileşeni olan sendikaların ortada değerlendirecek bir fırsat
olup olmadığını pratikte yoklamasına karşı çıkamaz.
Sendikalar elbette ki, bu uygulama aracılığı ile oluşması
muhtemel çatlaklara sızmak için elinden geleni yapmalı, kaç işçiyi
örgütleyebilirse örgütlemeli, kaç iş yerinde örgütlenebilirse örgütlenmelidir. Yeter
ki bu çatlaklar, nihai hedef konumuna yüceltilmesin ve egemenlerin projeleri
emeğin projesiymiş gibi sahiplenilmesin. Özel sektörün sorunlarına pratik
anlamda çözüm üretecek ve emek mücadelesi açısından da ideolojik bir temele
oturan; patronların sendikasız işçi çalıştırmasının yasaklanması talebi
yüksekte tutulduğu sürece, egemenlerin sunduğu zeminleri fırsata çevirme çabası
sınıf mücadelesinin gereğidir.
Hem sendikal kitle hem de kamuoyu nezdinde akılda
tutulması gereken ise; çatlaklarına sızılan uygulamanın sahiplerinin “siyasi
irade” yada “egemenler” olduğudur. Yani bu tür projelere sırt dönmek de
sahiplenmek de sendikalar açısından yanlış olacaktır.
Sırt dönüldüğünde emekçiler için elde edilebilecek
minimum kazanıma veya projenin baştan sona fiyasko olduğu gerçeğinin deneyimle
görülmesi fırsatına da sırt dönülmüş olur. Sahiplenildiğinde ise, sendikal
kitlenin egemenler tarafından yaratılan hipnozun etkisine girmesine, projenin yıkımı
gerçekleştiğinde yaşanacak hayal kırıklığından kaçınılamamasına ve projeyi
ideolojik temelde eleştiren siyasal öznelere karşı egemenlerin kalkanı haline
dönüşmeye zemin hazırlanır.
Bu tür projeler karşısında doğru sendikal tutum ise;
ortaya konan meşru taleplere egemenlerce verilmiş yetersiz bir yanıt olduğunu
akılda tutarak, yeni durumun yarattığı fırsatları değerlendirmekten
kaçmamaktır.
***
Teşvik sendikacılığı ilan edilirken mikrofonun karşısında
oturanlara çıplak gözle bakanlar birbirine uyumlu bir üçlü görmüş olabilir.
Ancak yukarda yazılanların bilinci ile mücadele eden devrimcilerin gördüğü
tablo bambaşkaydı. Biz o masada sendikasız çalıştırılmanın yasaklanmasına
baştan beridir karşı olan bir patron, bu sloganı kullanarak kendine makam
yapmış ancak şimdi patronlara maaş bağlamakla ilgilenen bir siyasetçi ve
sendikasız çalıştırılmanın yasaklanması sözünü yükseltmeye devam ederken verili
durumun fırsatlarını emekçiler lehine yoklayan bir sendika görüdük.
Bu yüzden de teşvik sistemine yönelik eleştirilerimiz, bu
sistemin gerçek sahibi olan patronlarla siyasetçileri itham ederken, emekten
yana sendikaların yapmaları gerekeni yaptıklarını söyleyebiliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder