Dernekçiliğe nasıl bakılmalı?
Toplumsal yaşamın şekillenmesinde derneklerin çok büyük bir önemi vardır. Parti, sendika ve dernek tipi örgütlenmeler içinden en etkisizi, en önemsizi derneklermiş gibi algılanır. Oysa derneklerin tarihi partilerden ve sendikalardan öncelere uzanır. Sendikalar 19. Yüzyılda işçi sınıfının gelişmesinin ürünüdürler. Partiler ise 20. Yüzyılda bildiğimiz şekline gelmiş nispeten yeni oluşumlardır. Dernekleri ise 18. Yüzyıldan itibaren görebiliyoruz. Özellikle 1789 Fransız Devrimi’nde dernekler çok büyük rol oynamışlardır. Kısacası demokrasi, kitle örgütlenmesi, hak mücadelesi ve fikir üretiminde dernekler tarih sahnesine partilerden de sendikalardan da önce çıkmışlardır. Özü itibariyle derneklerin, sendikaların ve partilerin ortak noktası kitlesel bir insan grubunun, demokratik prensipler çerçevesinde bir araya gelerek bir hedef doğrultusunda birlikte hareket ettikleri örgütler olmalarıdır.
Ülkemizdeki
mevcut derneklerin ve aktivizmin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
20. Yüzyıl sonu ile içinde
bulunduğumuz 21. Yüzyıl başında derneklerden başlayarak sendikalara sirayet
eden post-modern siyasal kültür, hem ülkemizde hem de dünyada biraz önce bahsettiğim
demokratik temelin altını oymuş bulunuyor. Tüm demokratik kitle örgütlenmeleri
finansmanını üyesinden sağlamak, yönetimini demokratik yollarla seçmek ve
yönetimin üyelere hesap vereceği bir mekanizmaya dayalı olmak gibi ortak
noktalara sahiptir. Şimdilerde ise özellikle dernek ve sendikalar bu kavram
yerine Sivil Toplum Kuruluşu ismi ile anılıyorlar.
Derneklerle sendikaların yaşadığı
dönüşüm salt bir isim değişiminden ibaret değil, DKÖ tanımından “demokrasi” ve
“kitle” kelimelerinin çıkmış olması da tesadüf değil. Kitleler artık finansmanı
sağlayan, yönetimi seçen ve hesap soran merkezi unsur değiller; aksine “cahil”,
“aptal”, “bilgisiz” bir sürü olarak kabul ediliyorlar. Bilgili ve “duyarlı”
azınlık artık DKÖ’lerde kitlelerle “vakit yitirmek” yerine, STK’larda proje
yazarak finansman buluyor. Böylece yönetim seçmek veya üyelere hesap vermek
gibi “gereksiz” şeylerle oyalanmadan, doğrudan “projelerine”
odaklanabiliyorlar!
Ülkemizdeki yaygın dernekçilik
anlayışı da bu şekildedir. Proje yazıp fon bulmak için bir araya gelmiş kişilerin,
şirket gibi yönettiği yapılara dönüşmüştür dernekler. Ne kitlelerin bir fikir
etrafında örgütlenmesi, ne demokratik prensiplerle yönetimin seçilmesi ne de
yöneticilerin üyelerine hesap vermesi gibi bir olgu kalmamıştır. Tabii
içerisinde Baraka’nın da olduğu bir avuç dernek hala demokratik prensipleri
ayakta tutmaya çalışıyor.
Bundan
20 yıl önce Baraka Kültür Merkezi fikriyatı nasıl oluştu? Dernek kurulurken
nasıl bir bakış açısı hakimdi?
Şimdi geriye dönüp baktığımda 2001
yılında Baraka’yı kurmak, bıçağa yumruk atmakla eşdeğer bir işmiş. Yukarıda
sözünü ettiğim dönüşümün en şiddetli döneminde, kendi öz kaynakları ile kendi
finansmanını sağlayan, üyelerine hesap veren ve demokratik prensipleri
vurgulayan bir örgütlenme yaratma çabasına girdik. Ne yaptığımızın farkındaydık
elbette, ama dünyanın gittiği yönün ve yapmaya çalıştığımız şeyin rüzgarın
tersine yürümek demek olduğunun ne kadar farkındaydık emin değilim. Bunun
farkında olsak bile, rüzgarın şiddetinin ve bu kadar uzun süreceğinin farkında
olmadığımız kesin!
Ben 2001 yılında 24 yaşındaydım.
1980lerin mücadeleci günlerinin anısı ile ayakta duran, kendi eski örgütlülüğünün
gölgesi haline gelmiş ve dünya kafasına yıkılmış bir ilişki ağının parçasıydım.
Yaklaşık yedi yıllık bir mücadele deneyimim vardı. Adı konmamış çalışma
tarzımız; birbiri ile tanımlanmış bir hukuğu olmayan yoldaşlar çevresi olarak,
kendi dışımızdaki geniş kesimlerle çeşitli ortak pratikler örgütlemek
şeklindeydi. Bu da sürekli yeni hedefler belirleyen, her defasında yeni bir
şeylere başlayan ama kendi içinde de bütünlüğü olmadığı için sürekli azalan bir
ilişki ağının dağınık çalışması olmak demekti. Gençlik çalışması yapmış,
anti-faşist çalışma yapmış, insan hakları çalışması yapmış, gazete çalışması
yapmış azalmıştık ve bu hep böyle devam edeceğe benziyordu. Buna bir yerde dur
demek gerekiyordu.
Bunun üzerine benim de dahil olduğum
bir grup genç; kendi içimizde hukuğun belirlenmesi, kimin kime karşı neden
sorumlu olduğunun tanımlanması, iç örgütlülüğün “dostça” değil yoldaşça
tanımlandığı bir düzenlemenin yapılması, dağınık bir şekilde oradan oraya
savrulmaya bir son verilmesi talebi ile harekete geçtik. Baraka 2001 yılında böyle kuruldu. Bu sancılı
bir süreç oldu. Eski tarza devam etmek isteyen arkadaşlar, bizimkinin gelip
geçici bir heves olduğunu düşünerek bir müddet suyumuza gittiler ama bildikleri
gibi davranmaya da devam ettiler. Bu da 2003 yılında bir ayrışma ile
sonuçlandı.
Eski yoldaşlarımız aynı tarzı devam ettirerek
erimeye devam ettiler. Bugün örgütlü veya kurumsal bir mirasları yok. Her biri
farklı yerlerde birçoğu ise örgütlü siyasal çalışma yapmıyor. Geriye bir şey
kalmış değil. Biz Baraka çatısı altında devam ettik. Kendi iç örgütlenmemizi
düzenledikten sonra, Argasdi’nin yayınlanması, Sol Anahtarı’nın oluşması,
BTE’nin şekillenmesi, Khora’nın kuruluşu ve Bağımsızlık Yolu’nun ilan edilmesi
gibi ileri adımlarla yavaş da olsa sürekli büyüyen ve ideolojik olarak netleşip
ayrışan bir çizgi tutturduk.
Baraka kurulurken amaç, 1980’li
yılların devrimci mirasını bugüne taşıyacak bir örgütlenme yaratmaktı. Bunun
fazlasıyla başarıldığını ve günümüze uygun daha ileri hedeflerle de
zenginleştirilerek devam ettirilmekte olduğunu düşünüyorum.
Baraka
neden kültür sanat alanında bir dernek olarak kuruldu?
Kıbrıslı Türkler 1980’li yıllardan
itibaren sistematik politikalarla üretimden koparılmış bir halktır. Bu nedenle
de maruz bırakıldığımız asimilasyon, entegrasyon sürecine direniş esas olarak;
tiyatro, müzik, resim, şiir ve halk dansları gibi kültür-sanat faaliyetleri
üzerinden şekillenmiştir. Baraka’nın kültür sanat alanında bir dernek olarak
kurulması, bu stratejik alana yaslanarak hareket etme kararıyla ilgiliydi.
Özellikle gençlerin devrimci fikirlere örgütlenmesi için kitlesel bir işçi
sınıfı mücadelesinin yokluğunda ve sermaye ideolojisinin küresel saldırısı
karşısında kültür-sanat hem sığınılacak bir mecra hem de önemli bir kaldıraç
oldu. Hala da öyledir. Bir insanı en umutsuz anında devrimci bir parçadan daha fazla
ne motive edebilir? Kolektif çalışmayı hangi faaliyet tiyatrodan daha fazla
benimsetebilir? Geçmişi öğrenmek, geleceği planlamak için sinemadan daha uygun
bir sanat var mıdır? Bunları uzatmak mümkün ama kısaca şu şekilde
söyleyebilirim; devrimci sanat bir topluma ruhunu veren şeydir. Giderek eriyen
bir toplumun mevzisini kültür-sanat alanına kurması da en mantıklı adımdır.
Baraka işte o mevzidir.
Son
olarak Barakanın 20. yaşını kutlamasıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Baraka’nın 2001’de yola çıkması,
kültür-sanat alanına yaslanarak devrimci bilince sahip kadroların yetişmesi
için bir okul gibi hareket etmesi, demokratik kültürün muhafaza edilmesi için
çok önemliydi. Biz bunu çok da bilerek yapmadık; en güvenli yere, kültür-sanat alanına
sığındık. Bugün geriye dönüp baktığımda “ne iyi yapmışız” diyorum. Ancak
2010’lardan sonra sermaye birikiminin artmasıyla ülkemizde hatırı sayılır bir
özel sektör çalışanları sınıfı oluştu. Kamudaki haklar geriletilerek, kamu
emekçileri içerisinde sosyalist çalışma yapmanın koşulları gelişti. Bu da
sendikal çalışma ile siyasal parti çalışması için zemin yarattı. Bu koşullarda
Baraka da kültür-sanat çalışmasının yeni boyutlarını keşfedecek diye
düşünüyorum. İşçi sınıfının gerilediği ve savunmada olduğu yaklaşık 30 yıllık
bir dönem kapanıyor, şimdi küresel ölçekte sınıf mücadelesinin yükselişe
geçeceği yeni bir döneme giriyoruz. Devrimci sanatın da Baraka’nın da bu
dönemde çok önemli bir rolü olacak diye düşünüyorum. Ve iyi ki Baraka var
diyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder