www.yargilaniyoruz.org |
Grev
ve miting olaysız bir şekilde sonuçlandığı halde, iki gün sonra 30 Ekim 2009
tarihinde 19 eylemci kktc Polis Teşkilatı’na davet edilerek kendilerine iki
dava okundu. Davaların içeriğine birazdan geleceğim.
29
Aralık 2009 tarihinde dosyalanan bu davalara 26 Ocak 2010 tarihine gün verildi.
26 Ocak 2010 tarihinde 19 sanık ile başlamış olan dava, bugün (eylemden ve dava
tebliğinden iki yıl, duruşmaların başlamasından bir yıl on ay sonra) 8 sanık
ile halen devam etmektedir.
Göç
Yasası, kamuoyunun gündemini uzun bir süre meşgul etmiş bir yasadır. Bu yasaya
karşı çıkan örgütler, hiçbir çıkar gözetmeksizin toplum çıkarlarını savunan
demokratik, barışçı ve sivil örgütlerdir.
Huzurunuzdaki
davada yargılanan kişiler ise, herhangi bir mevki, makam, şahsi çıkar gözetmeksizin
gelecek kuşakların daha adil, onurlu, refah içinde yaşamaları için çaba
harcadığı bilinen barışçı insanlardır. Bırakalım herhangi bir mevki veya makam
sahibi olmayı, bu duruşları sonucunda siyasi iktidarın, çeşitli dış odakların
ve bu dış odaklar tarafından yasal olarak komuta edilen Polis Teşkilatı’nın
hedefi durumuna gelmiş kişilerdir. Kısacası toplum vicdanı bu davaya
duyarlıdır.
Ancak
28 Ekim’de gerçekleşen grev ve mitingin üzerinden 48 saat bile geçmeden
soruştuma tamamlamayı ve binlerce kişinin içinden on dokuz kişiyi seçmeyi
başaran kktc Polis Teşkilatı; yeri, yurdu, işi, uğraşı herkesçe bilinen, içinde
yaşadığımız bu küçücük toplumda iyi tanınan bu on dokuz kişiyi bulup dava
tebliği yapabilmek için tam 9 aya ihtiyaç duymuştur.
Dava
tebliğleri tamamlanan içinde benim de bulunduğum onlarca sanık tam dokuz ay
boyunca duruşmalara gidip gelmiş, polis teşkilatının görevini yerine
getirmeyişinin bedelini ödemiştir.
Bu
noktada iki olasılık gündeme gelmektedir; ya polis teşkilatı ufacık bir adada
yaşayan, adı, adresi, işi, kimliği bilinen, hemen her gün gazetelerde fikirleri
görüşleri yayınlanan kişileri bulamayacak kadar donanımsızdır (ki bu durumda
aynı teşkilatın on binlerce eylemcinin içinden 19 kişiyi sorunsuz bir şekilde
tespit etmesi, üstelik de böylesi kapsamlı bir soruşturmayı 27 saatte
tamamlaması mümkün değildir) ya da polis teşkilatı bilerek ve isteyerek dava
tebliğlerini geciktirmiş yargı sürecini kendi amaçları doğrultusunda kullanarak
fiili bir cezalandırma, topluma göz dağı verme ve yıldırma aracı olarak
kullanmak istemiştir.
Bu
noktada bir gerçeğe daha dikkat çekmek isterim; 25 Ekim 2010 tarihinde tüm
sanıkların duruşmada hazır bulunduğu bir sırada savcılık tarafından bu
sanıklardan 11 kişisinin davaları geri çekilmiştir. Mevcut yasalar çerçevesinde
bu fiilin savcılığın insiyatifinde olduğunu biliyorum. Ancak polis teşkilatı tarafından
sanık olarak tespit edilen 11 kişinin savcılık tarafından hangi gerekçe ile
olursa olsun “yargılanmasa da olur” kategorisine sokulmuş olması dahi, teşkilatın
ne kadar isabetsiz bir seçim yaptığını açıkça göstermektedir. Sayın savcımızın
kasıtlı olarak polis darbeden, yasaları uygulayan polisleri görevlerinden men
eden, ondan fazla kişinin bu fiiline hangi gerekçe ile olursa olsun göz yumacak
bir kişi olmadığını tahmin ediyorum.
TOPLANTI VE GÖSTERİ
YÜRÜYÜŞÜ HAKKI VE
BU HAKKIN ÖZÜNE DOKUNULAMAYACAĞI
Mahkemenizin
de bildiği gibi, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, Anayasa’nın tanıdığı
temel bir hak ve özgürlüktür. Kamu düzenini korumak için, özüne dokunulmadan,
ancak yasa ile sınırlanabilir.
Anayasa Madde 32 “Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşü Hakkı” başlığı altında şöyle demektedir;
“Yurttaşlar, önceden
izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma
hakkına sahiptir. Bu hak, kamu düzenini
korumak için yasa ile sınırlanabilir.”
Anayasa
Madde 11 “Temel Hak ve Özgürlüklerin Özü ve Sınırlanması” altında
ise şöyle denmektedir; “Temel hak ve
özgürlükler, özüne dokunmadan, kamu
yararı, kamu düzeni, genel ahlak, sosyal adalet, ulusal güvenlik, genel sağlık
ve kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamak gibi nedenlerle ancak yasalarla
kısıtlanabilir.”
Anayasal
hakkını kullanarak, meclis önünde gerçekleşen barışçıl bir eyleme katılan bir
kişinin, bu hakkını kullandığı için iki gün sonra polise çağırılarak, polisi
görevinden men ve darp suçuyla kendisine dava okunması, toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkının özüne dokunmak anlamına gelir kanaatindeyim. Bununla yapılmak
istenenin ise, kamuoyu üzerinde bir baskı yaratmak, göz dağı vererek toplantı
ve gösteri yürüyüşü hakkının vatandaşlar tarafından kullanılmasını engellemek
olduğunu düşünmekteyim.
Görevinden
men edildiğini veya darp edildiğini iddia eden polis mensupları, o gün orada bu
şuçları işlediklerini iddia ettikleri kişileri neden gözaltına almamışlardır? Çünkü
böyle bir darp ve men olayı olmamıştır.
Meclis
önünde eylem yapmak tamamen yasaldır, bunu yasaklayan hiçbir yasa yoktur.
Polis’in meclis önünde eylem yapılmasını yasakladığına dair hiçbir kararı
yoktur, veyahut eğer varsa da, böyle bir karar açıklanmamış, kamuoyuna
duyurulmamıştır.
28
Ekim 2009 günü, polis mensupları veya amirleri, meclis önüne doğru yürüyüş
yapan eylemcilere hiçbir şekilde bir ihtarda veya uyarıda bulunmamıştır. Herkes,
anayasal hakkını kullanarak daha önce defalarca olduğu gibi Meclis önünde
gerçekleşen yasal eyleme katılmıştır. İki gün sonra ise polis mensupları,
aldıkları talimata binaen, gereken soruşturma ve kovuşturmayı yeterince yapmaksızın,
bazı kişileri seçerek dava okumuştur.
Polisin
buradaki amacının, gerçekten kamu düzenini sağlamak veya suçları önlemek değil toplantı
ve gösteri yürüyüşü yapan kişileri cezalandıracağını ima ederek, bu hakkın
yaygın olarak kullanılmasını engellemek ve bu hakkın özüne dokunmak olduğu
düşüncesindeyim.
POLİS ÖRGÜTÜ
(KURULUŞ, GÖREV VE YETKİLERİ) YASASI ve
BU YASAYA ATIFTA
BULUNULARAK VERİLEN ŞAHADETİN SAKATLIĞI
Savcılık,
iddialarını kanıtlamak için Lefkoşa Polis Müdürü’nü tanık olarak dinletmiştir.
Lefkoşa
Polis Müdürü Pervin Gürler’in,
şahadetinde söylediklerini aynen tutanaklardan aktarıyorum; “27 Ekim 2009 tarihinde KTAMS’ın Genel
Başkanı Sayın Ahmet Kaptan’ı makamıma davet ettim. İcabet etti. Kendisine eylem
yapmanın bir anayasal hak olduğunu, her türlü trafik ve güvenlik önlemlerimizi
alacağımızı söyledim. Yalnız eylem yapılacağı yerin, meclis önünün eylemlere
kapatıldığını, kapattığımızı, neden? Çünkü geçmişte çok hoş olmayan şeyler
örneğin bize meclis avlusuna maalesef hayvan attılar. Bunları önlemek için
güvenlik önlemleri için o yolu kapattığımızı söyledim. Bizi zorlamamalarını,
zorlama yapmaları halinde biz yasal işlem yapacağımızı söyledim. Ahmet bey bunu
yapamayacağımızı söyledi ve benden ayrıldı.”
KTAMS
Başkanı sayın Ahmet Kaptan burada
tanık olarak bulundu. Yukarıda söylenenlerin doğru olmadığını, 27 Ekim
tarihinde Pervin Gürler ile böyle bir görüşmelerinin olmadığını çok açık bir
şekilde ortaya koydu. Gene tutanaklardan okuyarak KTAMS Başkanı Ahmet Kaptan’ın
söylediklerini aktarırsam, şöyle demiştir;
“27 Ekim tarihinde
böyle bir görüşme olmadı. Ha mahkemenize tarih ile ilgili bilgi vermem
isteniyorsa ben hiç görüşmedim demiyorum. Öncesinde bir görüşme olmuştur. Bu
temmuz ayından öncesi olmuş, temmuz cumartesiydi görüşmemiz olmuştu. Ve bu bir
miting değildi bir eylemdi.”
Gene
ifadenin devamında sorum üzerine Ahmet Kaptan Pervin Gürler’in ifadesinde
belirttiği hususlar için “Bu
söylediklerinizi Temmuz ayındaki görüşme esnasında söyledi.” demiştir.
Savcılık
ve tanığı, 27 Ekim tarihinde bir görüşme gerçekleştiğini iddia etmektedir.
Ancak böyle bir görüşme olmamıştır. Açıkça görüleceği üzere, İddia makamı
tanığı Pervin Gürler’in şahadeti, Müdafaa tanığı Ahmet Kaptan’ın verdiği
şahadetle çürütülmüştür kanaatindeyim.
Gene
ortaya çıkmaktadır ki, Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler, bir demokratik kitle
örgütü yöneticisi ile Temmuz ayında gerçekleşmiş olan bir görüşmeyi yeterli
bulmuş ve Meclis önünü tamamen eylemlere kapattığını eylem yapma olasılığı
bulunan herkese duyurduğunu varsaymıştır. Ne 28 Ekim 2009 eylemi için ne de
bundan sonraki eylemler için ek bir bildirim yapmayı gerekli görmemiştir.
Oysa
çağdaş, demokratik ve hukuk ilkelerine uygun yaklaşım; her vatandaşı ayrı ayrı
birer birey olarak gören yaklaşımdır. Vatandaşları, belirli odaklar tarafından
toplu olarak hareket ettirilen birer sürü mensubu gibi gördüğünüz zaman,
onlarca farklı örgüt adına tek bir örgütün başkanı ile görüşmeyi yeterli
bulmanız normaldir.
Dediğim
gibi, ortada bir yasak varsa, ve bu yasak herhangi bir yasada yazan değil,
yasanın bir kuruma verdiği iddia edilen yoruma dayalı haklar çerçevesinde
konulmuşsa, toplumun bu yasağı bilmemesinden daha doğal bir şey yoktur. Bu
yasağı kamuoyuna açıkça yayın yolu ile duyurmak veya eylem yapacağını duyuran
örgütlere yazılı olarak bildirmek veya eylem günü bunu tüm eylemcilere anons
etmek, veya çağdaş demokrasi ilkelerine ve vatandaşlara saygıya dayalı
usullerle herkesin bu yasağı bilmesini sağlamak; yasağı koyanın sorumluluğudur.
Oysa
yasağı koyan makamın sahibi, sadece bir kişi ile yaptığı bir görüşmeyi, hem de
konu eylemden aylar önce yapılmış bir görüşmeyi, yasağı kamuoyuna bildirmiş
olmak için yeterli saymaktadır. Bu yaklaşımın kendisi demokrasi kültürünün
derecesini gözler önüne sermek için yeterlidir. Nitekim huzurunuzdaki dava
görüşülürken tüm bunlar defalarca ifade edildi.
Şimdi
eylemlerde “Polis Kontrol Noktası Girilmez” yazılı tabelalar kullanılmaya
başlandı. Dava sürecimizden Polisin ne yapması ve nasıl yapması gerektiğine
dair dersler çıkarıyor olması elbette memnuniyet vericidir. Ancak gönül arzu
eder ki, bu gelişmeler şekilden ibaret kalmasın ve teşkilat hukuk, demokrasi ve
çağdaşlık kültürünü gerçekten hazmetsin.
Yine
Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler’in ifadesinde yasağının gerekçesi olarak
ortaya koyduğu “hayvan atılması”
meselesi de muğlaklıklar içermektedir. Hayvan atılması konusu bir suç ise, bu
suçu işleyenler ile ilgili gerekli yasal işlemler yapılır. Ama böyle bir suçun
geçmişte işlenmiş olması, vatandaşların en temel hakklarından biri olan
toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanmaları önünde sürekli bir
engele dönüştürülemez kanaatindeyim.
Bir
eylemde bir suç işleneceği bilgisine dayanarak önlem almak başka bir şeydir;
geçmişte işlenmiş bir suçtan dolayı tüm eylemlerin önüne engeller çıkarmak
başka bir şeydir.
Lefkoşa
Polis Müdürü Pervin Gürler’in şahadetinden açıkça ortaya çıkan; 28 Ekim günü
bir suç işleneceğine dair kanaati, bilgisi, belgesi olduğu değildir. Tam aksine
Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler, 28 Ekim günü veya herhangi bir gün, Meclis
önüne hangi amaç için olursa olsun kimseyi sokmayacağını söylemektedir.
Oysa
gazete haberleri ve fotoğraflarla da ispatlıdır ki, Lefkoşa Polis Müdürü Pervin
Gürler’in bu söylediği de doğru değildir. 28 Ekim 2009 tarihinden sonra meclis
önünde onlarca başka eylem yapılmıştır. Bir şartla ki, bu eylemler mevcut
hükümeti rahatsız etmeyecek içeriğe sahip eylemlerdir. Oysa herkes tarafından
bilinmektedir ki, polis teşkilatının muhalifleri potansiyel suçlu olarak
görerek taraf olduğu ülkeler; demokrasi sınavından başarı ile çıkamamış
ülkelerdir.
Biraz
önce, Ahmet Kaptan’ın tanıklığının da yardımı ile Lefkoşa Polis Müdürü Pervin
Gürler’in olay gününü hatırlamadığını ortaya koymuştuk. Şimdi gene Pervin
Hanım’ın şahadetinde ortaya koyduğu bazı iddialara değinelim. Pervin Hanımın
şahadetinin, polisin almış olduğu önlemler ile ilgili kısmı şöyledir:
“S: Sizin burada
bulunan meclisi korumak için almış olduğunuz tedbir neydi?
C: Almış olduğumuz
tedbir o yola girmemeleri. Biz barikat kurduk.
S: Nasıl Barikat
kurdunuz? Ne yaptınız?
C: Polislerimizle
ben, meclise girebilecek şehitler abidesinin önünde yolu personelle kapattım.
S: Ondan önce
herhangi bir polis kordonu çektiniz mi?
C: Evet polis kordonu
çektik biz.
S: bunun haricinde
olay mahallinde kalkanlı veya benzeri zırhlı araç veya benzeri ekstra bir
güvenlik önlemi aldınız mı?
C: Evet 3. Sırayı cop
ve kalkanla her zamanki önlemlerimiz. 1. Ve 2. Sırada bir şey yoktur. Ama en
önde şerit arkasına copsuz kalkansız ve en son da cop ve kalkan
S: Peki almış
olduğunuz bu önlemleri olay mahallinde kontrol ettiniz mi?
C: Tabii kontrol
etttim ve talimaatlarımı verdikten sonra ben içeri girdim. Meclis avlusuna
girdim.”
Görüntüler
izlendiği zaman net bir şekilde görülmektedir ki, olay mahallinde coplu ve
kalkanlı polis bulunmamaktadır. Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler’in iddiasının
tersine olay mahallinde sadece polis şeridi ve copsuz kalkansız polis sırası
vardır.
Duruşmaların
çeşitli safhalarında savcılık tarafından Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler’in
bu yanlış ifadesi düzeltilmeye çalışılmış ve coplu kalkanlı polislerin meclis
avlusunda olduğuna ve Pervin hanımın bunu demek istediğine dair söylemler
geliştirilmiştir.
Oysa
Pervin Hanımın ne dediği şahadetinde çok açıktır. Pervin hanım 1. 2. Ve 3. Sıra
diyerek her şeyi saymakta, üstelik bu sıraların kontrollerini tamamladıktan
sonra içeri girdiğinden bahsetmektedir. İçeri derken neyi kastediğini de yine
kendisi ifade etmektedir. İçeriden kastı meclis avlusudur. Kontroller dışarda
yapıldığına ve daha sonra kendisi içeri yani meclis avlusuna girdiğine göre;
coplu ve kalkanlı polisler dışarda yani bedreddin demirel caddesinde olmalıdır.
Ancak
orada bulunan eylemciler, gazeteciler, ve hatta polisler de 28 Ekim günü Bedreddin
Demirel Caddesinde coplu ve kalkanlı polis görememişlerdir. Görüntülerde de
böyle bir şey yoktur. Bu durumda ya Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler
hiçkimsenin görmediği bir şeyi görmüş ve üstelik kontrol etmiştir ya da günleri
karıştırmaktadır.
Lefkoşa
Polis Müdürü Pervin Gürler, ifadesinde çeşitli defalar amacının meclis binasını
korumak olduğunu iddia etmiştir. Oysa gene görüntülerden görülebileceği gibi
meclis binasının yaya trafiğine temas eden 3 tarafından sadece birisini “ana
giriş kapısı” tarafındaki yolu polis barikatı ile kapatmıştır.
Demokratik
ve yasal hakkını kullanan eylemcilerin protesto amacıyla gitmek isteyeceği
yerin Meclis’in ön kapısı olması normaldir. Ama meclise saldırmak isteyen
birisinin illa ki ön kapıdan saldıracağım diye bir yaklaşım sahibi olması
beklenmez. Bu durumda eylemcilerin amacının saldırı düzenlemek değil,
demokratik protesto haklarını kullanmak olduğunu Lefkoşa Polis Müdürü Pervin
Gürler de bilmektedir ki, meclise temas eden diğer yoların üzerine eşit
derecede önlemler alma gereği duymamıştır. Bu durumda Lefkoşa Polis Müdürü
Pervin Gürler’in engellediği şey, Meclise bir saldırı olması değil, demokratik
kitle örgütlerinin ve vatandaşların anayasal toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma
hakkının ta kendisidir.
Peki
Lefkoşa Polis Müdürü Pervin Gürler, Meclisi korumuyorsaydı nereyi koruyordu?
Aynı yol üzerinde bulunan TC Elçiliği binasını koruyor olması kuvvetle muhtemeldir.
28 Ekim 2009 tarihinden sonra TC Elçiliği binasının dış tarafına gözetleme
kameralarının yerleştirilmiş olması, daha önce sadece parmaklıklara sahip olan
dış kapıların demir levhalarla kapatılmış olması gibi olaylar, Elçilik
yönetiminin ek koruma önlemleri alma ihtiyacının zaten var olduğunu göstermektedir. TC Devleti Ordusu tarafından
yönetilen GKK’ya bağlı olan Polis teşkilatının, yani hiyerarşik olarak kktc
makamlarına değil TC makamlarına bağlı olan Polis teşkilatının da bağlı olduğu
makamın bu tedbirlerine ek bazı görevlerle görevlendirilmiş olması
beklenilmeyecek bir şey değildir düşüncesindeyim.
Lefkoşa
Polis Müdürü Pervin Gürler, şahadetinde, Polis Yasası'nın 8, 85 ve 92.
maddelerini, şahsi kanaatim odur ki yanlış yorumlayarak, istediği zaman
istediği yolu kapatma yetkisine sahip olduğunu söylemiştir. Tutanaktan alınan
kendi ifadeleri aynen şöyledir:
"Şehitler
abidesinin önünden Büyük Elçilik, benzin istasyonunun yanına kadar. O yolu
kapattık, halen de kapalıdır. Hiç bir eylemde de açmayı düşünmüyoruz"
“Ben zaten genel
konuştum. Ben bundan sonra da geçmiş olaylar düşünülerek oranın güvenliğini
sağlamak için o yolu kapattık dedim ve kapalı kalacaktır artık. Açılmayacak
eylemlere.”
Anlaşılan
Lefkoşa Polis Müdürü, kendisini Anayasa’nın ve yasaların üzerinde görmektedir. Yasasının
kendisine verdiği kamu düzenini sağlamak ve korumak yetkisini, her olay
özelinde değerlendirme yapmaya gerek duymaksızın, tamemen keyfi olarak
kullanmakta beis görmemektedir.
Polis
Yasasının hiçbir maddesi, Meclis ve Elçilik önünü sürekli olarak toplantı ve
gösteri yürüyüşlerine kapatma yetkisini verir şekilde yorumlanamaz, böyle genel
bir yasaklama ve kısıtlama, Anayasa’nın 32. maddesindeki, önceden izin almadan
eylem yapabilme ve 11. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin özüne
dokunulmama prensiplerine de aykırıdır kanaatindeyim.
Meclis
ve Elçilik, halkın tüm yaşamını çok ciddi şekilde etkileyecek kararlar alan,
yasalar koyan, müdahalelerde bulunan kurumlardır. Ve halkın, kaynağını
Anayasa’dan aldığı bir hakla, bu kurumları, barışçıl bir şekilde protesto
etmesi demokrasinin ve insan haklarının bir gereğidir.
Dolayısıyla
28 Ekim 2009 tarihinde, hiçbir engelle karşılaşmadan, binlerce kişi gibi,
Meclis önüne gelerek yasal protestomu gerçekleştirdiğim için polisi görevinden
men etmiş sayılamam ve hiçbir polis mensubuyla yüzyüze gelmediğim, temasta
bulunmadığım ve darp etmediğim de mahkemede izlenen görüntülerden ve verilen
şahadetlerden açık seçik ortadadır diye düşünmekteyim.
Lefkoşa
Polis Müdürü Pervin Gürler, YİM 65/2009, Dağıtım 33/2010 sayılı Yüksek İdare
Mahkemesi kararında açıkça görüldüğü üzere, kendi kurumu içerisinde dahi hukuka
uygun olmayan karar ve işlemler üretttiği, Yasasını doğru yorumlayıp uygulayamadığı
ve “doğal adalet” ilkesini ihlal ettiği mahkemece tescil edilen bir Polis Müdürüdür.
YİM
18/2009, Dağıtım 28/2009 sayılı Yüksek İdare Mahkemesi kararında da, Pervin
Gürler’in içerisinde bulunduğu Polis Hizmeti Komisyonu, hukuk dışı kararlar
almış ve bu kararlar mahkeme tarafından iptal edilmiştir.
Dolayısıyla
bu davadaki şahadeti, mahkemeye verdiği bilgiler, dava konusu ile ilgili olarak
astlarına verdiği emirler ve Polis Yasası hakkındaki yorumu mahkemece temkinli
bir şekilde incelenmelidir.
Polis Şeridi Konusu
28 Ekim
2009 günü, sıra halinde Bedreddin Demirel Caddesi üzerinde duran polis
mensuplarının hemen önünde üzerinde “polis” yazan bir şeridin çekilmiş olduğu
görüntülerden de görülebiliyor.
Bu
şeritlerin varlığı ve eylemcilerin bu şeritlere dokunması ve eylemcilerin bu
şeritleri havaya doğru kaldırarak altından geçmek istemesi konusunda
huzurunuzda karmaşıklaştırılmaya çalışılan konular yaratıldığını düşünmekteyim.
Ama tüm bu
çabalara rağmen gayet net bir şekilde ortada duran şey; üzerinde polis yazan
şeritlerin, örneğin bir üniforma düzeni veya polis teşkilatının amblemi gibi belirli
bir yasa, tüzük veya yazılı belge ile düzenlenmiş olmadığıdır.
Bu
şeritlerin hangi biçim ve ebatlarda üretileceği, hangi durumlarda
kullanılacağı, hangi durumlarda kullanılmayacağı, bu şeritlerin herhangi bir
yerde kullanılıyor olmasının vatandaşlar tarafından ne anlamda anlaşılması
gerektiği, şerit kullanımından kaynaklı yükümlülüklerini yerine getirmeyen
vatandaşların hangi suçu işlemiş olacakları ve bunun cezasının ne olduğuna dair
hiçbir yerde hiçbir şey yazmamaktadır.
Eylemcilerin
sırf dokunmuş oldukları için, polis barikatını delmiş veya polisi darp
etmişçesine ithamlara maruz kalmış oldukları bu şeritler, herhangi bir yerde herhangi
birisi tarafından hazırlanarak bastırılmış alelade şeritlerdir. Polis
üniforması, belli bir yasadaki belli bir düzenlemeyi temsil ederken, bu
şeritler; savcılık, polis teşkilatı veya polislerin kendileri hangi anlamı
yüklerse yüklesin yasalar bakımından hiçbir şeyi temsil etmemektedir.
Sanıklar
için de bu şeritlerin anlamı, yasalarda var olan anlamından daha öte değildir.
Zaten yasal hiçbir anlamı olmayan bu şeritleri günlük hayatının çeşitli
zamanlarında gören, yanından, altından, üstünden geçen sanıklar, 28 Ekim 2009
tarihinde de farklı bir psikolojiye girmeden davranmışlardır. Görüntülerde de
herhangi birisinin şeritlere özel bir önem verdiğini gösterir herhangi bir şey
yoktur. Nitekim görüntülerde de görülebileceği gibi gözünde güneş gözlükleri
ile, şeride 2 adım kala arkadaşı ile karşılaşıp selamlaşarak ve gayet doğal bir
şekilde şeridi kaldırıp altında geçmeye çalışarak hareket eden bir sanığın,
polisi kasti olarak darp etmek maksadı ile hareket eden birisi olduğunu
düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu rahat davranışın, polisi kasti olarak darp
etmek ve görevinden men etmek isteyen veya aslında dokunmaması gereken bir
şeride yasadışı olarak müdahale eden birisinin davranışı olmadığını
düşünmekteyim.
Soruşturmanın sağlıklı yürütülmediği
Huzurunuzdaki
davada yürütülen tahkikatın da yetersiz ve eksik olduğu, alelade ve baştan
savma hazırlandığı, emir-komuta zinciri içerisinde hareket ederek, yeterli
araştırmaya dayalı olması kaygısıyla değil, verilen görevin yerine getirilmesi
motivasyonu ile hazırlandığı açıktır.
Soruşturma
memuru Cem Üntaç, verdiği şahadette, 28 Ekim 2009 tarihli eylemin amacını,
eylemcilerin hangi demokratik kitle örgütlerinin mensupları olduğunu, eylem
yerinin neresi olduğunu, polisin almış olduğu tedbirlerin ne olduğunu, bu tedbirlerin
eylemcilere duyurulup duyurulmadığını araştırma gereği duymadığını ifade
etmiştir.
Soruşturma
memuru Cem Üntaç, olayın soruşturması ile ilgili görev aldığı 28 Ekim 2009 saat
13:00’dan 29 ekim 2009 saat 15:30 - 16:00’a kadar olayın soruşturmasını
yürüttüğünü ve daha sonra da istirahate ayrıldığını, 30 Ekim tarihinde de
istirahatten geri dönerek hazır olan yazılı dava tebliğlerini sanıklara okuduğunu
belirtmiştir.
Cem Üntaç
24 saat çalışıp 48 saat dinlenen bir polis memurudur. 28 Ekim 2009 sabahı görev
başına 08:00’da gelmiştir. Aynı gün saat 13:00’da önünüzdeki konu ile ilgili
görevlendirilmiştir. Ve 29 Ekim 08:00’da istirahate çıkması gerekirken, aynı
gün saat 16:00’a kadar çalışmaya devam etmiştir. Kısacası Soruşturma memuru Cem
Üntaç kesintisiz 32 saat çalışmış. Bu 32 saatin son 27 saatinde de önünüzdeki
davanın soruşturmasını yapmıştır.
Cem
Üntaç’un uykusuz geçen bu 27 saatte yaptıkları GençTV ve BRT kayıtlarını almak,
Polis kameralarının kayıtlarını almak, görevli polislerin ifadelerine
başvurmak, görüntüleri defalarca izleyerek kimin sanık olduğunu tespit etmek,
sanıkların kimlik bilgilerine ulaşmak ve bu sanıklar için ithamnameleri
hazırlamaktır. Cem Üntaç’ın iddiasına göre bunlar 27 saatte ve uyukusuz olarak
yapılabilmiştir. Bu mümkün değildir.
Mümkün
olsa dahi, sağlıklı bir zihinle, açık kafa ile ve çeşitli boyutları ile
düşünülerek yani soruşturarak yapılmış olamaz diye düşünmekteyim. Sadece
emir-komuta içerisinde kendisine yap denileni yapıp, yapma denileni yapmayarak,
verilen görevi yerine getirmek davranışı ile yapılabilir ki buna da soruşturma
demek mümkün değildir.
Nitekim
Cem Üntaç savcının sorularına verdiği yanıtta: “28 Ekim 2009 tarihinde 27 Sendikanın meclis önünde eylem yaptıklarını
ve o gün polisin almış olduğu önlemleri dinlemeyip, polis barikatını kırarak
geçmeye kalkanlar olduğunu öğrendim” diyerek daha tahkikatı yapmadan olayın
nasıl olduğunu öğrenmiş kabul ettiğini ifade etmektedir.
Tüm
gerçeği emir komuta zincirinin kesin doğruları içinde şüpheye yer bırakmayacak
şekilde kendi ifadesi ile “öğrendikten” sonra, soruşturma memuru soruşturmasına
başlamış, ancak o zaman soruşturma yapmaya başlamıştır. Ancak her şeyi “öğrenmiş”
ve bilen bir kişi olarak bu soruşturmayı 27 saatte bitirmesi ve “öğrendiklerini”
doğrulayacak materyali toparlamak dışında herhangi bir soruşturma yapmaması da
doğaldır. Oysa gerçeklerin bilgisi, sağlıklı bir şekilde yürütülen
soruşturmaların sonucunda ortaya çıkar. Amirlerin verdiği emirlerle ortaya
çıkıp, sonradan bulunacak belgelerle desteklenmez.
Nitekim bu
kadar fazla insanın bulunduğu bir ortamda gerçekleştiği iddia edilen bir olay
ile ilgili bu kadar fazla sanıklı bir dosyayı 27 saat gibi kısa bir sürede
nasıl hazırladığı sorulduğunda soruşturma memurunun verdiği cevap aynen
tutanaklarda geçtiği şekli ile şöyledir: “Efendim
bana şikayet geldiğinde bazı belirli isimlerle birlikte verildi. Bu yüzden
tahkikatımı onun üzerinde yoğunlaştırdım ve diğerlerini de tespit ettim.”
Soruşturma
memuru, olayı bütünlüğü içerisinde incelemek yerine, kendisine verilen bazı
isimlerin üzerinde yoğunlaşmak yöntemi ile soruşturduğunu, yani aslında kanaatimce soruşturma yapmadığını da böylece
kendisi söylemiş oluyor.
Savcılık
tarafından emare olarak sunulan Televizyonlara ait görüntülerin ilgili
kurumların arşivlerinden alındığı, alınan görüntülerin de haber için montajlanarak
kısaltılmış görüntüler olduğu duruşmalarda ifade edildi.
Her gün
yüzlerce saat görüntü alan televizyon kanalları, tüm ham görüntüleri saklamak
yerine, daha sonra ihtiyaç duyabilecekleri bazı kısımlarını saklamayı tercih
ederler. Aynı gün televizyon kanalına başvurmayıp olaydan günler, belki
haftalar sonra televizyonun arşivine başvuran bir soruşturma memuruna da verilecek
herhangi bir ham görüntü kalmaması, elde sadece montajlı arşiv görüntülerinin
bulunması da gayet normaldir. Bu durum savcılığın kendi şahidi olan Genç TV
kameramanı Tanık 4 Erdal Elek tarafından da ifade edilmiştir.
Tutanakta
geçen beyan aynen şöyledir:
“S: O gün aşağı yukarı 09:00 gibi
göreve başladınız dediniz. 12:00 gibi de aşağı yukarı bıraktınız dediniz. Bu 3
saatin içerisinde bütün görüntü miktarı bu kadardır?
C: Bundan daha fazladır. Yalnız haber
olarak bunlar görüntülere verilmiştir. Geri kalanı yer kalmadığı için montajlar
siler. Yani bundan fazladır.
S: Peki bu görüntüler başladığı yerden
gittiği yere kadar bütün çektiğiniz görüntüler bunlar mıdır yani öncesinde ve
sonrasında kesinti mi vardı yoksa ortalarda da olabilir mi?
C: Yani bundan çok vardı görüntü ama
buna benzerdi.
S: Yani bu görüntüler sizin çektiğiniz
görüntülerin tamamı değil?
C: Değil”
Burada da
görüldüğü gibi soruşturma memuru görüntülerin tamamını alabileceği sürede Genç
TV’ye gitmeyi başaramamıştır. Ancak arşivlendikten sonra görüntüleri
alabilmiştir.
Ne yazık
ki, soruşturma memuru Cem Üntaç, kendi görevini emir komuta zinciri içerisinde
kendisine söylenileni yapmak olarak yorumlamış, bir soruşturma memurunun
yapması gerektiği gibi sorgulayan bir dedektif havasında olayın öncesinden sonrasına
tüm bağlantıları araştırmak sorumluluğu hissetmemiştir.
Eğer bunu
yapmış olsaydı, 28 Ekim 2009 tarihinde polisi darp veya görevinden men gibi bir
fiilin işlenmediğini, üstelik böyle bir kastın asla olmadığını; araştırmasının
sonucunda açıkça öğrenecekti.
Tüm bu sebeplerle olayla ilgili
olarak kanaatimce yetersiz ve eksik bir tahkikat yürütüldüğü gayet açıktır .
CEZA YASASI MD.
244(b) UYARINCA BİR SUÇ İŞLENMİŞ MİDİR?
Ceza Yasası md. 244,
“Müessir Fiiller”
başlığı altında yer almaktadır. “Müessir Fiil”, Prof.Dr.Ejder Yılmaz’ın Hukuk
Sözlüğü’nde (Yetkin Hukuk Yayınları, Ankara 1996) “Bir kimseye bedensel, cismani zarar veren, bedensel bütünlüğünü ve
sağlığını zedeleyen, akılsal yatkınlığa zarar veren ve cezayı gerektiren eylem;
örneğin dövmek, yaralamak.” şeklinde açıklanmaktadır.
Savcılık
davasını kanıtlamaya çalışırken hiçbir polis memurunun sağlığını herhangi bir
şekilde zedeleyen bir vaka ortaya koymamış, rapor veya tanıkla böyle bir husus
kanıtlanmamıştır. Dolayısıyla bu anlamda bir müessir fiil işlenmediği, kimseni
bir polis memurunu dövmediği, yaralamadığı, herhangi bir zarar vermediği açıktır.
Mahkeme huzurunda bu yönde bir iddia, kanıt veya şahadet yoktur.
Md
244 (b) aynen şöyledir: “Herhangi bir
polis memuruna gerekli görevini yaparken veya polis memuruna yardım etmekte
olan herhangi bir kişiye eylemli saldırıda bulunmak, direnmek veya kasten engel
olmak”
Herhangi
bir polis memuruna eylemli bir saldırıda bulunulmuşsa neden saldırıda bulunan
kişi, yüzlerce polisin görev yaptığı o gün o anda suç üstü hali gereği
gözaltına alınmamıştır?.
Ortada
bir suç varsa, bu suçu kimin ne vakit, kime karşı, ne yaparak işlediğini ortaya
çıkarmak adaletin en temel görevidir. Ben, hangi polis memuruna eylemli bir
saldırıda bulundum, neremle neresine vurdum? Böyle bir şey olmadığı için bu davada
bunlar hiç konuşulmamış, konuşturulmamıştır.
Ceza
Yasası’nın 20. maddesinin devreye girebilmesi, suça yardım veya teşvik gibi
hususların konuşulabilmesi için ortada bir suç ve bir suçlu olması gerekir.
Kimdir suçlu, suçun unsurları nelerdir, oluşmuş mudur ve kimdir ona yardım
eden, akıl veren kişiler? Davanın neredeyse tamamlanmış olmasına rağmen ben
bunları bilmiyorum, bu salonda bilen biri olduğunu da zannetmiyorum.
Tüm
bunlar bu davada tamamen muğlak kalmış, hiçbir şekilde kanıtlanamamıştır. Bunun
sebebi de ortada suç veya suçluların olmamasıdır. Kanaatim odur ki, İddia
edilen suçlar ile sanıklar arasında hiçbir şekilde bir illiyet bağı, bir
nedensellik ilişkisi kurulmuş değildir. Benim hangi davranışım hangi polis
memurunun görevini yapmasına engel teşkil etmiştir? Veya bu suçu işleyen bir
kişiye nasıl bir yardım ve teşvik yaptım?
Madde
244 (b)’de polisi görevinden men suçunun bir unsuru olarak “kasıt”
aranmaktadır. “Kasıt”, bilme ve isteme demektir. Oysa ben o gün Meclis’in
önüne, bir sendika üyesi olarak çağrılı olduğum bir miting için gittim. Bana, “buradan
öteye geçemezsin” diyen veya hareketleriyle bunu ortaya koyan tek bir polis
memuru bile olmadı. Dolayısıyla böyle bir kasıt söz konusu bile olamaz.
Madde
244(b) ile ilgili pek çok davada polisi darp ve polisi görevinden men suçu,
başka bazı suçlarla birlikte işlenmiştir:
Dağıtım 1/96,
Yargıtay Ceza 3/1996 üzerine saldırma,
Dağıtım 6/93,
Yargıtay Ceza 99, 100, 101/ 92 izinsiz tabanca taşımak, kanunsuz tabanca
tasarrufu, yasa dışı patlayıcı madde taşımak,
Dağıtım 15/92,
Yargıtay Ceza 17/92 polis memurunun kolunu bükerek duvara kaktırmak, bağırıp
çağırmak
Dağıtım 16/88,
Yargıtay Ceza 21/88 alenen hakerette bulunmak, sarhoş iken rahatsızlık yapmak
Benim
araştırmama göre sadece polisi darp ve görevi men suçundan mahkumiyet hiç
olmamıştır. Mutlaka başka suçlar da vardır.
Bu davada böylesi davranışların olmaması da ortada bir kasıt olmadığını,
bu suçların işlenmediğini gösterir kanaatindeyim.
Polis teşkilatı anayasal haklara fiili
bir saldırı düzenlemektedir:
Bir
süreden beridir polis teşkilatı tarafından ortaya konan tavır ve davranışlar,
kamuoyu tarafından yoğun olarak tartışılmaktadır. Bu davranışların sonucunda
yasaları uygulamakla görevli bir kurum, yasaların dışına kendine verilen
yetkilerin üstüne çıkabilmekte, bu da toplum vicdanında derin yaralar
açmaktadır.
Mahkemelerin
yoğunluğu herkesçe bilinen açık bir gerçektir. Ancak ne yazık ki bu yoğunluktan
dolayı geciken kararlar da toplumun gözünde uğranılan haksızlığın mahkeme yolu
ile telafi edilmesinin zor olduğu fikrini beslemektedir.
Aynı
şekilde, toplumun mahkemelerin yoğunluğunu bilerek yasal hakkını arama yoluna
gitmekte kararlı davranmadığını ve mahkemelerin de yasaları uygulamak için didindiği
düşüncesi ile kendisine sempati ile yaklaştığını düşünen polis teşkilatı; fiili
anlamda yasa dışı durumlara tevessül edebilmektedir.
Önünüzdeki
davada darp edildiği, görevinden men edildiği iddia edilen kişiler Polis teşkilatında
görevli polislerdir; tanıklar polistir, olayın
soruşturulması için isimleri ve talimatı veren polistir, soruşturmayı yapan
kişi polistir ve soruşturması sırasında araştırmacı kimliğinin değil polis
kimliğinin ön planda olduğu açıkça ortadadır. Kısacası hakkımdaki iddialar Polis
Teşkilatı tarafından yapılmaktadır. Bu durumda Polis teşkilatı’nın olaydan
bağımsız, bir 3. Taraf gibi değil de olayın içindeki bir taraf gibi davranmakta
olduğu görünür bir olgudur.
Evet, öyle
düşünmek isteriz ki polisimiz yasalara uyulması için çalışıyor. Ancak
önümüzdeki davada polis teşkiları yasalara uyulmasını sağlayan bir dış odak
değil, davanın taraflarından birisidir. Buna rağmen polis teşkilatı, bu
özelliğinden bağımsız değerlendirilecekse, o zaman genel adalet ilkeleri
bakımından bu olaydaki diğer taraf olan sanıkların da tüm toplumun ve
çocuklarımızın geleceğini güvence altına almak için, üstelik de kimsenin emri
ile değil tamamen vicdanlarının çağrısına uyarak çalıştıkları kabul
edilmelidir.
Yasal
olarak takmak zorunda oldukları ve gene yasal olarak kendi inisiyatifleri ile
çıkaramayacakları isimliklerini polislerin emirle çıkarttığı gazetelere
fotoğrafları ile yansımış bir olgudur. Demokratik toplanma ve eylem hakkını
kullanan eylemcilerin durduğu yerin üzerine sıra halinde yürüyen polisler,
elleri birbirine kenetli insanlara yumruk atan polisler, toplanma hakkını ite
kaka hiçe sayan polisler televizyon kliplerinin vazgeçilmezleri olmuştur. Tamamen
barışçıl gösteriler sırasında eylemciler arasına karışan sivil-üniformalı
polislerin, Anayasal bir hak olan söz ve anlatım özgürlüğünü gasbederek
beğenmedikleri pankartlara saldırdıkları, yırttıkları, eylemcileri ittikleri,
pankartları alıp koşarak kaçtıkları, toplumun bunu onaylayan veya onaylamayan
tüm fertleri tarafından biliniyor. Tüm bunlar, kameralar tarafından kaydedilmiş
ve fotoğrafları ile gazetelerde yayınlanmıştır. Gene polis teşkilatının 24 saat
gözaltında tutma hakkını demokratik kitle örgütlerine karşı fiili bir
cezalandırma yöntemi olarak kullandığı da biliniyor.
Bir süreden
beridir demokratik kitle örgütlerini taciz etmek için mahkemeler de
kullanılmaya başlanmış durumdadır. Yasadışı madde bulunduğuna dair şüphesi
olduğunu söyleyen bir polis yetkilisine güvenen mahkeme en azından 19 Temmuz ve
31 Ekim tarihlerinde 2 kez biri demokratik kitle örgütü diğeri ise günlük
gazete olmak üzere toplumsal duyarlılığın yoğunlaştığı 2 mekana ilişkin arama
emri vermiştir. Yasa dışı madde arayan polisin olmayan bir yasa dışı maddeyi
bulamaması belki normaldir ama bulduğu şeyin bez üzerine yazı içeren bir
pankart olması normal değildir. Hangi yasamızda bir pankart yasadışı madde
sayılmaktadır? Aksine Anayasa’nın söz ve anlatım özgürlüğü başlıklı 24.
maddesinde; “herkes, düşünce ve kanaatlarını, söz, yazı, resim veya başka
yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir”
denmektedir. Polis teşkilatının mahkemeleri de kullanarak fiili anlamda
toplumsal özgürlükleri kıstlamaya başlamasının olumlu bir gelişme olmadığını
düşünmekteyim. Polis teşkilatının bu tavrı demokrasi, hukuk ve insan haklarının
en genel ilkelerini ama en önemlisi toplum vicdanını zedelemektedir. Gitmekte
olduğumuz nokta zorba bir polis şiddetine dayalı bir polis devletidir.
Böylesi bir
sürece mahkemeler ortak olmamalıdır. Polis teşkilatının kendisinin yasal şiddet
tekelini elinde bulundurduğu için her türlü zorbaca tavra girebildiği ve
beğenmediği her görüşü şiddet yolu ile bastırarak toplumsal meselelerde taraf
olduğu bir ortamda bir de sivil eylemcileri yapmadıkları bir suçtan mahkum
ettirmeye çabalaması toplumun demokrasi ve hukuğa olan inancını zedeleyecektir.
Ben, tüm
yaşamım boyunca demokrasi, barış, insan hakları ve toplumsal refah için toplumun
ezilen, baskı altında tutulan, sesi kısılan kesimlerinin yanında mücadele
ettim. Bu süreçte kendi şahsi çıkarımı, menfaatimi gözetmedim. Çoğu zaman
bundan kişisel anlamda zarar gördüm. Ama vicdanım rahattır ve gelecek
kuşakların karşısında, tarihin önünde alnım açık, onurlu bir şekilde
durabileceğimi düşünüyorum.
Mahkemenizin
vereceği kararın, ülkemizin polis teşkilatına da hükmeden güçler tarafından
sürüklenmekte olduğu anti-demokratik sürece dur diyebileceğini düşünüyorum. Bu
en azından biz sıradan, yetkisiz ve haklarını arayan yurttaşlar için önem
arzetmektedir. Ama aksi bir durumda da kendimi vicdanım ve gelecek kuşaklar
karşısında aklanmış görüyorum. 28 Ekim 2009 tarihinde hiçkimseyi darp
etmediğim, görevinden men etmediğim, üstelik de kasti olarak böyle bir tavır
içine hiç girmediğim açık gerçeğinin vicdani rahatlığı içindeyim. Bu dava ile
ilgili polis teşkilatı ve savcılık ne iddia ederse etsin ve karar ne olursa
olsun, bu gerçeği tarih de böyle yazacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder