15 Aralık 2011 Perşembe

Sayım ve Göçmenler



Son sayım sürecinde de net bir şekilde açığa çıktığı gibi, yıllardır kaçınılmaya çalışılan “Kıbrıslı”-“Türkiyeli” gerilimi bugün hat safhaya gelmiş durumdadır. Kendisini “Kıbrıslı” olarak tanımlayan kesimlerde bu yaklaşım “gacolar”, “ficalar” söylemi ile görünür hale geliyor; ancak aynı yaklaşımın karşı unsurdaki yansımasını “Kıbrıslılar bizi sevmiyor” söylemi ile gözlemleyebiliriz.

Bu gerilim ve kamplaşmanın Kıbrısın bağımsızlığına veya adamızda yaşayan halkların kardeşleştirilmesi mücadelesine hiçbir katkı sağlamayacağı çok nettir. Aksine böylesi bir kamplaşma hem siyasal hem de insani anlamda bizim mücadelemize zarar verir. Şimdilik belki de en çok sevinmemiz gereken şey; “Kıbrıslılar” arasında bu kültürel milliyetçilik formunu göğsünü gere gere savunan herhangi bir örgütün oluşmamış olmasıdır. Bu yaklaşımı utangaçca savunan yapılar, bir şekilde kendilerini “solcu” saydıkları için, yöneltilen eleştiriler karşısında savunmaya geçmekte veya söylemlerini daha “siyaseten doğru” noktalara çekmeye çalışmaktadırlar. Ve “gacolar” “ficalar” söylemi öznesiz kalmaktadır. Ancak yarın bu söylemi sahiplenen bir örgütlenme ortaya çıkarsa, durumun şimdiki gibi kalmayacağını da görmeli, meseleyi sadece “söylemin düzeltilmesinden” ibaret görmekten vazgeçmeli ve bu durumu yaratan sebeplere odaklanmalıyız. Aksi takdirde yarın gerçekten çok geç kalabiliriz.
Peki, bu durumu yaratan sebepler nelerdir? Öncelikle şunu ortaya koymak gerekir ki; en büyük yalan bile gerçeğin bir kısmını içinde barındırmazsa insanlarda karşılık bulamaz. O halde, “Kıbrıslı milliyetçiliği” olarak tanımlayabileceğimiz yaklaşımın bazı gerçek durumlardan beslendiğini kabul etmek zorundayız. Bunu kabul etmez, salt reddiyeci bir anlayışla hareket edersek, ortaya çıkan durumu anlayamaz, anlayamadığımız için de değiştiremeyiz. “Kıbrıslı millyetçiliği”ni ortaya çıkaran birçok sebep sayılabilir, ancak ben burada kısaca bazı önemli başlıklardan bahsedeceğim.
Öncelikle halkımız arasında bulunan “kendini farketme” durumundan bahsetmek gerek. Kıbrıslı Türkler, yıllarca “Türk” etnik kimliği çerçevesinde kendilerini tanımladılar. Oysa 1974’ten sonra ortaya çıkan olgularla böylesi bir etnik tanımlamanın yanlış, eksik, güncele nüfuz etmeyen bir yapıya sahip olduğu görüldü. Özellikle Türkiyeden gelen “Türk”lerle, kendisini yıllarca “Türk” saymış olan halkımız arasında inkar edilemez bir kültürel farklılık olduğu idrak edildiği zaman bu durum daha da somutlaşmaya başladı.
Şimdi kendisini “Kıbrıslı” ve “Kıbrıslı Türk” olarak tanımlayan insanlarımızın sayısı sağ görüşlü kişiler arasında bile çoğunluktadır. Bu nispeten yeni bir olgudur. Ve kendisini yeni farkeden her kimlik öğesinin çocukluk refleksi olan “ötekine tepki üzerinden kendini tanımlama” sorunu yaşanmaktadır. Bu “öteki” bugün “Türkiyeliler”dir. Ancak adamıza çalışmaya gelen “Türkmenlere”, “Bulgarlara” veya “Viyetnamlılara” yönelik söylemlerin varlığı da inkar edilemez. Bu durum yer yer merkez ülkelerde görülen yabancı düşmanlığı formu da alabilmektedir. Ve “Kıbrıslı milliyetçileri” arasında gerçekten yabancı düşmanı diyebileceğimiz, ırkçı unsurların varlığından söz edilebilse de, bu unsurun sürecin genel karakterini belirleme noktasına geldiği söylenemez.
Dedik ki; Kıbrıslı Türkler yıllarca kendilerini “Türk” olarak tanımladılar ve şimdi aslında ayrı bir unsur olduklarını farkediyorlar. Ve ayrı bir unsur olduğunu farkeden çocuğun normal bir refleksi olan “ötekine tepki üzerinden kendini tanımlama” yanlışını yapıyorlar. Bu durumu kangren haline getiren şey ise; kendini farketme anı ile yok olmak üzere olduğunu farketme anının çakışmış olmasıdır. Üretimden koparılmış, memurlaştırılmış bir halk olarak güncel içerisinde yaslanabilecek çok az olumlu değer bulunabilmektedir. Böylece “kendini var etme” arzusu sürekli olarak “geçmişe referansla” ortaya çıkıyor. Kendini bir olgu olarak farkeden halk, aynı zamanda şunları da farkediyor: Yaslanabileceği bir üretim alanı yok, var olan kurumları da tekker teker teslim alınmakta, siyasal iradesi kendinden çalınmış ve TC’li hükümetler tarafından kullanılmakta, sistematik bir asimile edilme süreci ile karşı karşıya bırakılmış, dinsel dayatmalardan tutun da köy isimlerinin, sokak isimlerinin değiştirilmesine, yıllarca oluşturulan dil yapısının müdahalelere maruz kalmasına kadar topyekün bir saldırı altında... Ve bir de  nüfus yapısı ciddi şekilde değişmiş durumda. Yıllarca “gelen Türk giden Türk” yaklaşımı ile değişikliğe uğramış bulunan nüfus yapısı, böylece yokoluş korkusunu en çok körükleyen günlük yaşam pratiği haline geliyor ve “hepsi gitsin”, “gacolar”, “ficalar” gibi duygusal tepkiler haline dönüşüyor. Bir anlamda da “çaresizliğin” dışa vurumu haline dönüşüyor.
Kültürel uyumsuzluk, yokoluş korkusu ile büyüyen kendini farketme tepkisi yanında Ankara’nın çeşitli politikaları da “Kıbrıslı milliyetçiliğini” besleyen nedenler arasındadır. Ankara’nın halkımızı onursuzlaştıran her söylemi, Ankara’nın ortaya koyduğu asimilasyona yönelik her politika ve Ankara tarafından dayatılan her paket, plan, proje, program; Ankara’yı karşısına alamayan örgütsüz halk kitlelerinin “Ankaralılar”a düşman olmasına neden oluyor.
İşin bizce önemli bir diğer noktası Ankara’ya değil Ankaralılara yönelik tepkinin, bizzat Ankara tarafından da istenmesidir. “Kıbrıslı-Türkiyeli” geriliminden fayda sağlama şansı bulunan tek odak Ankara’dır. Böylece “Kıbrıslılar” ile “Türkiyeliler” ortak çıkarları çerçevesinde asla yan yana gelemeyecek, Ankara’nın işini zorlaştıramayacak, üstelik kendilerine yönelik tepkiden dolayı Ankara’ya sığınmak zorunda bırakılan “Türkiyeliler” de buradaki sttatükonun garantisi durumuna getirilecektir. Bu durum bilinçli olarak yaratılmış özenli bir stratejinin ürünüdür. Aynı zamanda “böl-yönet” yaklaşımının da bir versiyonudur.  Ne yazık ki halen sorunsuz olarak uygulanmaktadır.
Bağımsızlık mücadelesi veren her halkta sömürgecisinin vatandaşlarına yönelik bir milliyetçi tepki oluşur. Ama bu durumun yaygınlaşmakta olmasına ilişkin en büyük sorumluluk da sol örgütlenmelerdedir. Bugün ülkemizde bulunan sol örgütlenmelerin hepsi bir dönem “Kıbrıslı milliyetçiliği”ni bünyesinde taşımış, şimdi ise siyaseten doğru pozisyon almaya çalışmaktadırlar. Ama “gaco” “fica” söylemini kullanmamaya da çalışsalar yani “yanlış yapmasalar” da hala daha “doğruyu” da yapmamaktadırlar. “Türkiyelileri” ötekileştirmeyen en “olumlu” odaklar bile kendi içinde büyüyen “Kıbrıslı milliyetçiliği”ne karşı mücadele etmemektedir. Dahası göçmen kitleleri somut çıkarlarından kapsayan bir politik hattın kaygısı rüşeym halinde dahi olsa solumuzda yoktur. Bilindiği gibi doğa boşluk kabul etmez. Bu yüzden solun yarattığı boşluk da “Kıbrıslı milliyetçiliği” tarafından doldurulmaktadır.
Böylesi kompleks bir soruna üstelik de kırk yılda kangren hale gelmiş bir halde iken pratik çözümler üretmek mümkün değildir. Uzun vadeli ve samimi bir yaklaşım tarzı ile gerçekten halkların kardeşliğine inanan bir bakış açısı ile konuya eğilmek gerekiyor. İnsanlar ile kurumları ayırmanın önemi defalarca vurgulanmalı, muhattabı olduğumuz her kişi veya kitle bu konuda ikna edilmeli, asla bunun anlatılmasından vazgeçilmemelidir.
Siyasal örgülerimiz ise başlangıç aşamasında TC kurumları ile uzlaşmaya dayalı her tür ilişkiyi kesmelidir. İşbirlikçi yapılar halkın gözünde teşhir edilmeli, insanlara yönelik tepki TC kurumlarına ve içerdeki işbirlikçi örgütlere kanalize edilmelidir. Onurlu bir kimlik politikası geliştirilmeli ve bu politikadan asla taviz verilmemelidir. Kıbrıslı Türkler ile eşit ilişkiyi kabul etmediği sürece TC devletine karşı mücadele edilmelidir. TC’lilerle değil TC ile mücadele algısını yerleştirmeyi hedefleyen bir çizgi tutturulamazsa, tepkinin insanlara dönmesi kaçınılmazdır.
Bu noktada en büyük şansımız, Türkiye’de bulunan ve halkımızı eşit özne olarak gören odaklar ile kurulacak ilişkilerdir. Bir kere solcularımızın ağzında sakız olan “en solcuları bile Kıbrıs konusunda milliyetçi” boş lafının sona ermesi gerekiyor. Bu söylem de “Kıbrıslı milliyetçiliğinin” uzantısıdır. Türkiye’de Kıbrıslı Türk halkının mücadelesine sonsuz saygı duyan çok olumlu unsurlar var. Üstelik bu unsurlar hiç de öyle varsayıldığı gibi az değiller. Siyasal örgütlerimizin görevi bu unsurlarla dayanışma ilişkisini derinleştirmektir. Ancak bu, dayanışmanın hakkını vererek yapılmalıdır. Dayanıştığımız unsurlardan sürekli olarak Kıbrıs ile ilgili bildiri talep edip, onun kendi ülkesinde boğuştuğu sorunlarla ilgilenmemek dayanışma etiğine uymaz. Dayanışma etiğine uymayacak bir başka davranış ise, Kıbrıs’ta bulunan göçmen kitlelerin sorunlarına duyarsız kalırken Türkiye’de bulunan örgütlerden taleplerde bulunmaktır.
Adada bulunan göçmen kitlelerle kuracağımız örgütlü ilişkiler de hayati önemdedir. Belki de yapmamız gereken en önemli şey; göçmen kitleler ile somut çıkarları üzerinden kurulacak örgütlü kader birlikteliğidir. Göçmenlerin ayrı örgütlenmelerini teşvik etmeli, bu örgütlenmeler ile eşit ve saygılı ilişkiler geliştirmeli, neo-liberal uygulamalara karşı kader birlikteliği kurmalı ve somut mücadele içinde halkların kaynaşmasının zeminini yaratmalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder