Son sayım
sürecinde de net bir şekilde açığa çıktığı gibi, yıllardır kaçınılmaya
çalışılan “Kıbrıslı”-“Türkiyeli” gerilimi bugün hat safhaya gelmiş durumdadır.
Kendisini “Kıbrıslı” olarak tanımlayan kesimlerde bu yaklaşım “gacolar”,
“ficalar” söylemi ile görünür hale geliyor; ancak aynı yaklaşımın karşı unsurdaki
yansımasını “Kıbrıslılar bizi sevmiyor” söylemi ile gözlemleyebiliriz.
Bu gerilim
ve kamplaşmanın Kıbrısın bağımsızlığına veya adamızda yaşayan halkların
kardeşleştirilmesi mücadelesine hiçbir katkı sağlamayacağı çok nettir. Aksine
böylesi bir kamplaşma hem siyasal hem de insani anlamda bizim mücadelemize
zarar verir. Şimdilik belki de en çok sevinmemiz gereken şey; “Kıbrıslılar”
arasında bu kültürel milliyetçilik formunu göğsünü gere gere savunan herhangi
bir örgütün oluşmamış olmasıdır. Bu yaklaşımı utangaçca savunan yapılar, bir
şekilde kendilerini “solcu” saydıkları için, yöneltilen eleştiriler karşısında
savunmaya geçmekte veya söylemlerini daha “siyaseten doğru” noktalara çekmeye
çalışmaktadırlar. Ve “gacolar” “ficalar” söylemi öznesiz kalmaktadır. Ancak
yarın bu söylemi sahiplenen bir örgütlenme ortaya çıkarsa, durumun şimdiki gibi
kalmayacağını da görmeli, meseleyi sadece “söylemin düzeltilmesinden” ibaret
görmekten vazgeçmeli ve bu durumu yaratan sebeplere odaklanmalıyız. Aksi
takdirde yarın gerçekten çok geç kalabiliriz.
Peki, bu
durumu yaratan sebepler nelerdir? Öncelikle şunu ortaya koymak gerekir ki; en
büyük yalan bile gerçeğin bir kısmını içinde barındırmazsa insanlarda karşılık
bulamaz. O halde, “Kıbrıslı milliyetçiliği” olarak tanımlayabileceğimiz
yaklaşımın bazı gerçek durumlardan beslendiğini kabul etmek zorundayız. Bunu
kabul etmez, salt reddiyeci bir anlayışla hareket edersek, ortaya çıkan durumu
anlayamaz, anlayamadığımız için de değiştiremeyiz. “Kıbrıslı millyetçiliği”ni
ortaya çıkaran birçok sebep sayılabilir, ancak ben burada kısaca bazı önemli
başlıklardan bahsedeceğim.
Öncelikle
halkımız arasında bulunan “kendini farketme” durumundan bahsetmek gerek.
Kıbrıslı Türkler, yıllarca “Türk” etnik kimliği çerçevesinde kendilerini
tanımladılar. Oysa 1974’ten sonra ortaya çıkan olgularla böylesi bir etnik
tanımlamanın yanlış, eksik, güncele nüfuz etmeyen bir yapıya sahip olduğu
görüldü. Özellikle Türkiyeden gelen “Türk”lerle, kendisini yıllarca “Türk”
saymış olan halkımız arasında inkar edilemez bir kültürel farklılık olduğu
idrak edildiği zaman bu durum daha da somutlaşmaya başladı.
Şimdi
kendisini “Kıbrıslı” ve “Kıbrıslı Türk” olarak tanımlayan insanlarımızın sayısı
sağ görüşlü kişiler arasında bile çoğunluktadır. Bu nispeten yeni bir olgudur.
Ve kendisini yeni farkeden her kimlik öğesinin çocukluk refleksi olan “ötekine
tepki üzerinden kendini tanımlama” sorunu yaşanmaktadır. Bu “öteki” bugün
“Türkiyeliler”dir. Ancak adamıza çalışmaya gelen “Türkmenlere”, “Bulgarlara”
veya “Viyetnamlılara” yönelik söylemlerin varlığı da inkar edilemez. Bu durum
yer yer merkez ülkelerde görülen yabancı düşmanlığı formu da alabilmektedir. Ve
“Kıbrıslı milliyetçileri” arasında gerçekten yabancı düşmanı diyebileceğimiz,
ırkçı unsurların varlığından söz edilebilse de, bu unsurun sürecin genel
karakterini belirleme noktasına geldiği söylenemez.
Dedik ki;
Kıbrıslı Türkler yıllarca kendilerini “Türk” olarak tanımladılar ve şimdi
aslında ayrı bir unsur olduklarını farkediyorlar. Ve ayrı bir unsur olduğunu
farkeden çocuğun normal bir refleksi olan “ötekine tepki üzerinden kendini
tanımlama” yanlışını yapıyorlar. Bu durumu kangren haline getiren şey ise;
kendini farketme anı ile yok olmak üzere olduğunu farketme anının çakışmış
olmasıdır. Üretimden koparılmış, memurlaştırılmış bir halk olarak güncel
içerisinde yaslanabilecek çok az olumlu değer bulunabilmektedir. Böylece
“kendini var etme” arzusu sürekli olarak “geçmişe referansla” ortaya çıkıyor.
Kendini bir olgu olarak farkeden halk, aynı zamanda şunları da farkediyor:
Yaslanabileceği bir üretim alanı yok, var olan kurumları da tekker teker teslim
alınmakta, siyasal iradesi kendinden çalınmış ve TC’li hükümetler tarafından
kullanılmakta, sistematik bir asimile edilme süreci ile karşı karşıya
bırakılmış, dinsel dayatmalardan tutun da köy isimlerinin, sokak isimlerinin
değiştirilmesine, yıllarca oluşturulan dil yapısının müdahalelere maruz
kalmasına kadar topyekün bir saldırı altında... Ve bir de nüfus yapısı ciddi şekilde değişmiş durumda.
Yıllarca “gelen Türk giden Türk” yaklaşımı ile değişikliğe uğramış bulunan
nüfus yapısı, böylece yokoluş korkusunu en çok körükleyen günlük yaşam pratiği
haline geliyor ve “hepsi gitsin”, “gacolar”, “ficalar” gibi duygusal tepkiler
haline dönüşüyor. Bir anlamda da “çaresizliğin” dışa vurumu haline dönüşüyor.
Kültürel
uyumsuzluk, yokoluş korkusu ile büyüyen kendini farketme tepkisi yanında
Ankara’nın çeşitli politikaları da “Kıbrıslı milliyetçiliğini” besleyen
nedenler arasındadır. Ankara’nın halkımızı onursuzlaştıran her söylemi,
Ankara’nın ortaya koyduğu asimilasyona yönelik her politika ve Ankara tarafından
dayatılan her paket, plan, proje, program; Ankara’yı karşısına alamayan
örgütsüz halk kitlelerinin “Ankaralılar”a düşman olmasına neden oluyor.
İşin bizce
önemli bir diğer noktası Ankara’ya değil Ankaralılara yönelik tepkinin, bizzat
Ankara tarafından da istenmesidir. “Kıbrıslı-Türkiyeli” geriliminden fayda
sağlama şansı bulunan tek odak Ankara’dır. Böylece “Kıbrıslılar” ile
“Türkiyeliler” ortak çıkarları çerçevesinde asla yan yana gelemeyecek,
Ankara’nın işini zorlaştıramayacak, üstelik kendilerine yönelik tepkiden dolayı
Ankara’ya sığınmak zorunda bırakılan “Türkiyeliler” de buradaki sttatükonun
garantisi durumuna getirilecektir. Bu durum bilinçli olarak yaratılmış özenli
bir stratejinin ürünüdür. Aynı zamanda “böl-yönet” yaklaşımının da bir
versiyonudur. Ne yazık ki halen sorunsuz
olarak uygulanmaktadır.
Bağımsızlık
mücadelesi veren her halkta sömürgecisinin vatandaşlarına yönelik bir
milliyetçi tepki oluşur. Ama bu durumun yaygınlaşmakta olmasına ilişkin en
büyük sorumluluk da sol örgütlenmelerdedir. Bugün ülkemizde bulunan sol
örgütlenmelerin hepsi bir dönem “Kıbrıslı milliyetçiliği”ni bünyesinde taşımış,
şimdi ise siyaseten doğru pozisyon almaya çalışmaktadırlar. Ama “gaco” “fica”
söylemini kullanmamaya da çalışsalar yani “yanlış yapmasalar” da hala daha
“doğruyu” da yapmamaktadırlar. “Türkiyelileri” ötekileştirmeyen en “olumlu”
odaklar bile kendi içinde büyüyen “Kıbrıslı milliyetçiliği”ne karşı mücadele
etmemektedir. Dahası göçmen kitleleri somut çıkarlarından kapsayan bir politik
hattın kaygısı rüşeym halinde dahi olsa solumuzda yoktur. Bilindiği gibi doğa
boşluk kabul etmez. Bu yüzden solun yarattığı boşluk da “Kıbrıslı
milliyetçiliği” tarafından doldurulmaktadır.
Böylesi
kompleks bir soruna üstelik de kırk yılda kangren hale gelmiş bir halde iken pratik
çözümler üretmek mümkün değildir. Uzun vadeli ve samimi bir yaklaşım tarzı ile
gerçekten halkların kardeşliğine inanan bir bakış açısı ile konuya eğilmek
gerekiyor. İnsanlar ile kurumları ayırmanın önemi defalarca vurgulanmalı,
muhattabı olduğumuz her kişi veya kitle bu konuda ikna edilmeli, asla bunun
anlatılmasından vazgeçilmemelidir.
Siyasal
örgülerimiz ise başlangıç aşamasında TC kurumları ile uzlaşmaya dayalı her tür
ilişkiyi kesmelidir. İşbirlikçi yapılar halkın gözünde teşhir edilmeli, insanlara
yönelik tepki TC kurumlarına ve içerdeki işbirlikçi örgütlere kanalize
edilmelidir. Onurlu bir kimlik politikası geliştirilmeli ve bu politikadan asla
taviz verilmemelidir. Kıbrıslı Türkler ile eşit ilişkiyi kabul etmediği sürece
TC devletine karşı mücadele edilmelidir. TC’lilerle değil TC ile mücadele
algısını yerleştirmeyi hedefleyen bir çizgi tutturulamazsa, tepkinin insanlara
dönmesi kaçınılmazdır.
Bu noktada
en büyük şansımız, Türkiye’de bulunan ve halkımızı eşit özne olarak gören
odaklar ile kurulacak ilişkilerdir. Bir kere solcularımızın ağzında sakız olan
“en solcuları bile Kıbrıs konusunda milliyetçi” boş lafının sona ermesi
gerekiyor. Bu söylem de “Kıbrıslı milliyetçiliğinin” uzantısıdır. Türkiye’de
Kıbrıslı Türk halkının mücadelesine sonsuz saygı duyan çok olumlu unsurlar var.
Üstelik bu unsurlar hiç de öyle varsayıldığı gibi az değiller. Siyasal
örgütlerimizin görevi bu unsurlarla dayanışma ilişkisini derinleştirmektir.
Ancak bu, dayanışmanın hakkını vererek yapılmalıdır. Dayanıştığımız unsurlardan
sürekli olarak Kıbrıs ile ilgili bildiri talep edip, onun kendi ülkesinde
boğuştuğu sorunlarla ilgilenmemek dayanışma etiğine uymaz. Dayanışma etiğine
uymayacak bir başka davranış ise, Kıbrıs’ta bulunan göçmen kitlelerin
sorunlarına duyarsız kalırken Türkiye’de bulunan örgütlerden taleplerde
bulunmaktır.
Adada
bulunan göçmen kitlelerle kuracağımız örgütlü ilişkiler de hayati önemdedir.
Belki de yapmamız gereken en önemli şey; göçmen kitleler ile somut çıkarları
üzerinden kurulacak örgütlü kader birlikteliğidir. Göçmenlerin ayrı
örgütlenmelerini teşvik etmeli, bu örgütlenmeler ile eşit ve saygılı ilişkiler
geliştirmeli, neo-liberal uygulamalara karşı kader birlikteliği kurmalı ve
somut mücadele içinde halkların kaynaşmasının zeminini yaratmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder