Krizden en fazla etkilenmekte olan kesimlere yönelik hiçbir
somut icraatta bulunmayan hükümet; zam yapmaya devam ediyor. Sendikalar
hükümetin geçtiğimiz hafta açıkladığı önlemler paketi karşısında vatandaşın
tepkisini örgütlemek için hiçbir şey yapmadı... Önlemler paketinin içeriğindeki
teker teker maddelerle ilgili olarak, her kesim bir şeyler söylüyor,
eleştiriyor, yeriyor veya tartışıyor. Ama paketin ruhu ile, hükümetin genel
yaklaşımı ile ilgili Bağımsızlık Yolu dışında somut bir eleştiri ortaya koyan
yok... Oysa tek tek her bir konuda ne yapılacağından daha önemli olan konu şu:
Bu krizde siyasi irade kimin korunmasına öncelik verecek; büyük sermayenin mi,
yoksa küçük üretici, esnaf ve emekçilerin mi?
Meseleyi bu temelden tartışmadığımız sürece, sermayeden yana
hareket eden hükümet hepimizi teker teker avlamaya devam edecektir. Tıpkı
üyeleri ek mesai çalışmak zorunda bırakılan bir grup sendikanın başına gelen
gibi...
***
Yasa açıkça “günlük sekiz saat, haftalık kırk saatin
üzerindeki çalışmalar fazla çalışmadır ve normal mesai ücretinden farklı
ücretlendirilir” der ve bunun adı da “ek mesai ücretidir.” Oysa hükümet krizi
bahane ederek sekiz saatin üzerindeki çalışmaları normal mesai ücreti ile
ödemeye karar verdi. Fazla mesai yapmamaya karar veren ilgili sendikaların
eylemini de “grev nitelikli eylem” olarak tanımlayıp yasakladı.
Yaklaşık iki haftadır halkın haklı çığlığına kulak tıkayan
sendikaların bazıları, şimdi haklı olarak avaz avaz bağırıyor. Ve geriye kalan
sendikalar da onların haklı çığlığına kulak tıkıyorlar. Böyle de yapacaklar, ta
ki sıra kendi üyelerine gelinceye kadar...
***
“8 saatin üzerindeki çalışmaların normal çalışma ücreti ile
ödenmesi” ve bu tür çalışmanın mecburi kılınması demek; çalışma gününü zorunlu
olarak uzatmak demektir. O ifade edilmesi çok sevilen ILO sözleşmelerine de
aykırıdır. Özel sektörde bu, yıllardır patronlar tarafından gizli saklı binbir
kılıf altında yapılıyor. Ama kanunlar önünde açık açık dile getirilemiyor; ne
yasalara ne anayasaya ne de uluslararası hukuka uymaz çünkü... Ama gene de
yapıyorlar, çünkü özelde sendika yok... Özel sektördeki bu fiili durumun
ortadan kalkması için özelde sendikalaşma gereğinden bahsediyoruz zaten...
Sekiz saatlik çalışma günü, emek mücadelesinin 1850’li
yılardan beridir temel talebidir. Ülkemizde yasal olarak güvence altındadır,
yapanlar da gizli saklı yapmak zorundadır. Hükümetin bu konuda alacağı hiçbir
karar yasal olamaz. Aksine böyle bir kararı alan hükümetin kendisi
yasadışıdır... Üstelik kamuda böyle bir fiili yasadışılık, sendikasız özel
sektöre katlanarak yansıyacağından, ülkeyi 1700’lü yılların 16 saatlik iş
gününe geri götürme riski taşır... GİAD’ın hükümetin kararına ilk destek
açıklayan örgüt olması da bunun göstergesi zaten...
Ek mesai giderlerinizi kısmak istiyorsanız, personelinizi ek
mesai çalıştırmayacaksınız... Ama insanları hem sekiz saatin üzerinde çalışmaya
zorlayıp hem de bunu “normal mesai” üzerinden ücretlendirirseniz, emek
hareketinin temelini oluşturan 8-8-8 ilkesine, hem de patronlar gibi gizlide
saklıda değil, açık açık gün ortasında saldırıyorsunuz demektir...
***
“Fedakarlık”, “seferberlik” diye boş boş konuşanlara da
şunları hatırlatmak gerek:
Hükümetin aldığı hangi önlem, büyük sermayenin, inşaat
şirketlerinin, otellerin, kumarhanelerin, bankaların karlarına dokundu?
Hükümetin hangi önlemi dar gelirli vatandaşın yaşam kalitesini korumaya
yönelik? CEVAP: Hiçbiri!
Peki hükümet hangi ek giderlerini karşılamak için zam
yapıyor, hangi yeni harcamaları finanse etmek için ek mesaiyi ortadan
kadırıyor? CEVAP: Kriz dönemine özel sermayeye aktaracağı yeni teşvik, katkı,
fon ve vergi muafiyetlerini...
Sermayenin karına dahi dokunulmazken, emekçilerden hem zam
yaparak hem de ek mesai ödemeyerek fedakarlık talep etmek, gerçek anlamıyla
yüzsüzlüktür.
***
Peki neden böyle oluyor, nasıl böyle oluyor?
Emek hareketi CTP ve TDP tarafından hipnotize edilip; UBP ve
YDP korkusuyla kilitlendiği sürece bu yaşananlar aynen devam edecek...
Sendikal elit, asgari ücret ve özelde sendikasız çalıştırılmanın
yasaklanması ile ilgili kılını kıpırdatmadı; hükümetin Şartlı Tahliye Kurulu
kararı ile faşistleri serbest bırakması karşısında sessiz kaldı; barış adına
kuzeyden yapılabilecek Aplıç, Derinya ve Maraş’ın açılması veya Maronitlerin
evlerine geri dönmesi gibi fiiller yokmuş gibi 1 Eylül’de sokağa çıkmaktan
vazgeçti; benzin, elektrik ve tüp gaz zamlarına karşı halkın yükselen çığlığına
kulaklarını tıkadı ve krize karşı alınacak önlemlerin kimin canını yakacağına
ilişkin tartışmada sınıfta kaldı...
Sınıf mücadelesi, arzularımıza göre dahil olup canımız
istemezse dışında kalacağımız bir şey değildir. Sınıf mücadelesi patronlar ve
onların yardakçısı hükümetler tarafından dayatılan bir zorunluluktur. İster
sendikacı olun ister sıradan bir işçi; kendi sınıfsal çıkarlarınız
doğrultusunda, yani barış, anti-faşizm, ve ekonomik haklar için egemenlerin
karşısına dikilmezseniz, onlar gelir sizin kapınıza dayanır.
Her iki durumda da kıyasıya bir kavga verilir elbette; ancak
sizin kendi taleplerinizle egemenlerin kapısında olmanızla, onların sizin
kapınızda olması arasında büyük bir fark vardır... Hükümetteki partiler,
siyasal hısım akrabanızdır diye gösterdiğiniz anlayış, halkın tepkisini
sınıfsal çıkarlar doğrultusunda kanalize etmek yönünde kaçırılmış bir fırsat haline
gelir... Hükümet olana kadar yanınızda eylemlere katılan siyasal hısımlarınız
ise aynı anlayışı size göstermeyeceklerdir!
Tıpkı ek mesai meselesinde düşülen savunmacı durum ve halkla
karşı karşıa getirilen sendikalarda yaşandığı gibi... Oysa soru hala aynıdır:
Bu krizde siyasi irade kimin korunmasına öncelik verecek; büyük sermayenin mi,
yoksa küçük üretici, esnaf ve emekçilerin mi?
Bu soruya bütünlüklü bir yanıt hazırayıp kapılarına
dayanacak mıyız, yoksa kendi kalemizde savunma yapmaya devam mı edeceğiz?
Sendikaların karar vermesi gereken budur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder