9 Ağustos 2005 Salı

DEĞERleri Yaşamımıza Uygulamaya Değer Mi?



“Ben özgürüm” diyordu genç adam. “Özgürüm ve bana ne yapacağımı söyleyen kurallara ihtiyacım yok. Sen neden sürekli eşitlik, küreselleşme gibi politik meselelerle uğraşıyorsun ki, neden tüm bunları boşverip keyfine bakmıyorsun?”

Çağımız insanının en fazla zorlandığı şeylerden biri de; belli ilkelere, değerlere, prensiplere göre yaşamaktır. Öyle ki, bireyler sistemin koyduğu hiçbir kural, kanun veya yasağı sorgulamadıkları halde, değişimden yana, özgürlükçü her türlü ilkeyi reddetmekte, itiraz etmekte, tartışmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Tabii ki genel olarak sol hareketin (veya hareketsizliğin) de zaafları, ezberciliği ve şekilciliği buna zemin sunmakta, iş son tahlilde halk ile “bilen”lerin karşılıklı inatlaşmasına kadar gidebilmektedir.
Sorunun şiddetli bir şekilde yaşandığı durumlarda halk açısından ya müthiş bir kayıtsızlık, farkında olmama* ya da “kendini beğenmiş ne olacak” tepkisi ortaya çıkmakta; sol içinse hayal kırıklığı dönemlerinde dile dolanan “her toplum layık olduğu şekilde idare edilir” sözü genel kabul görmektedir. Böylece solun zaafları (verili olumsuz sisteme rağmen halkla diyaloğa girememe durumu) da halkın suçu olmaktadır!
Toplumsal dönüşüm, toplumun belli değerler çerçevesinde re-organizasyonu açısından bakılmadığında, “sol”un halk ile buluşamaması pek de önemli değil gibi görünmektedir. “Eğer sol, halk ile buluşmak noktasında yeterli çaba harcayamıyorsa, varsın buluşamasın” denilebilir, pek de yanlış olmaz. Ancak eğer, toplumsal yapının belli değerler çerçevesinde re-organizasyonu gibi bir derdimiz varsa; o halde halkın o değerler ile buluşması bizim için önemli olmak zorundadır. Çünkü halk DEĞERlerimiz ile buluşmadan, öznesi kendi olacak değişim sürecini ilerletemez.
Ama başta da söylediğimiz gibi, sistemin kurallarını sorgulamadan yaşayan insanlarımız; belli ilkelere, değerlere, prensiplere göre yaşamakta zorlanmakta, bunu reddetmektedirler. Bu sorun nasıl çözülecektir?

“Kitlelerin devrimcileşmesinin kesin ön koşulu: Devrimcilerin devrimcileşmesidir.”
Kızıl Rudi
İnsanlar, günlük yaşamın kendilerine çizdiği roller çerçevesinde, başarılı olmak için müthiş bir çaba harcamaktadırlar. Diploma sahibi olmak, bir ailede role sahip olmak, mesleğinde önemli biri olmak veya hayatın sunduğu hiyerarşi merdivenlerinde bir yerlere tırmanmak gibi ortak noktalarımız vardır. “Ortak noktalarımız” diyorum çünkü bu hiçbirimizin kendini dışına koyarak, sadece “başkaları-ötekler” için tanımlayabileceği bir olgu değildir. Okumuş ve okumamış ayrımı üzerinden kendini aydın zanneden insanlar bizim de içimizde yok mu? Fikir ve düşüncelerden süzülüp gelen hayat birlikteliğini, dostluğu değil de kan bağını, aileyi ön plana alan kişiler bizim içimizde de yok mu? Anne olmak, baba olmak, evlat olmak, yeğen olmak, insan olmaktan, birey olmaktan daha önemli değil mi çoğu zaman? Şirketinde müdür olmak, o imkan yoksa sendikasında yönetime girmek bizden birileri için de önem teşkil etmiyor mu? Bu yüzden değil mi ki, kendini geliştirmek yerine bir makam sahibi olmak daha çekici hale gelmektedir? Ve konforlu araba, konforlu otel odası, konforlu yaşam, klima, para ve zenginlik bizimkilerin, bizim, bizden birilerinin hayallerini, arzularını süslememekte midir?**
Bu nispeten “masum”, “tartışma kaldırır” konulardan da öte; kendimize sakladığımız özel sistemsel özelliklerimiz de yok mudur? “Ahh, sağda solda koşturup herkese faydam olacak diye kendini paralayacağına, evinde oturup evinin babası olsa da, bize faydası olsa” veya “şu manken kızlar da ne güzel yahu, ne hayat yaşıyorlar keşke ben de aralarında olsam hayatın tadını çıkarsam” dediğini bildiğimiz birisi yoksa bile, demesi muhtemel “özgürlükçüler” tanımıyor muyuz hepimiz? Ondan değil midir ki, kapılar açılır açılmaz uzun süre en önemli sohbet maddelerinden birisi “Ayanapa” olmuştur? Ve hala daha, bir tatili hak ettiğini düşünen solcu maçonun da, umursamaz liberalin de, faşist gencin de ortak buluşma mekanıdır. Hem de hiç randevulaşılmadığı halde...
Bu ne yaman çelişkidir ki, okuduğumuz kitapları ve süreç içinde öğrendiğimiz her şeyi; DEĞERlerimize uymayan değersiz yanlarımızı düzeltmek için kullanmıyoruz da, tüm formasyonumuzu değersizliğimizi değerli göstermek için tartışmak veya kendi kendimizi ikna etmek üzere seferber ediyoruz... Sistemin en temel değeri olan, “kimse görmediyse olmamıştır” bizim de mi DEĞERimizdir yoksa?
Değildir. Olmamalıdır, varsa bile yok olmalıdır!
İnanın ki, sırf laf olsun diye değil, sırf “diğer solcular”dan fark olsun diye değil; ama gerçekten erkeğin kadın üzerindeki iktidarı yanlıştır. Gerçekten her türlü cinsel tercih saygıyı hak etmekte ve kimse gay veya lezbiyen olduğu için dışlanmayı hak etmemektedir. Gerçekten, aile kurumu toplumların sınıflara ayrılması ile ortaya çıkmış ve sınıflı toplumun ortadan kalkması ile yok olacak bir kurumdur. İnsanların milletlere bölünmesi yanlış, doğa ile insanın çatıştırılması çarpıktır. Gerçekten spor bir oyundur, barış güzeldir. Dayanışma, özgürlük ve eşitlik insana dairdir, insan içindir ve yaşamaya değerdir.
DEĞERlerimiz, insanlığın binlerce yıldır biriktirdiği ve insanı insan yapan değerlerdir. Çünkü insanlık manken kızların peşinde koşarak, işten eve evden işe monoton bir yaşam içinde aile ziyaretleri ile ve evde aile babası işte kariyer meraklısı, sıkılınca da çapkınlık yarışçısı hırslarla gelişmemiştir. İnsanlık dayanışma, paylaşım, yardımlaşma, özgürlük ve eşitlik arayışı, toplumsal kaygılar ve bireysel özgürlükler için verilen mücadelelerle gelişmiştir.
İnsan olmak, sistemin robotluğundan, sevgilimizin kaprislerinden arta kalan zamanlarda yapılacak bir boş zaman faaliyeti değildir. Aksine, çaba, emek ve irade isteyen bir tercihtir. Bu tercihi uygulamamak, uygulayamamak da insanidir tabii ki, ancak tek bir şartla ki; yaşama uygulanmayan DEĞERin, sözde kalmış ilkenin sahibi olmak iddiasından bir vazgeçişi gerektirir.

Baraka’nın DEĞERleri okunurken, akademik olarak doğru, mantıksal olarak tutarlı, tarihsel olarak mümkün vb. kriterlerle değil, insani olarak arzu edilebilir olup olmadıklarına göre okumak gerekir. Çünkü özgürlük verili seçenekler içinden, tanımlanmış koordinatlar arasından seçim yapmak değildir! Özgürlük verili seçenekleri reddedip, yeni seçenekler yaratmak, koordinatları değiştirebilmek iradesine sahip olmaktır.
Eğer insani olarak arzu edilebilir DEĞERlerden bahsediyorsak, bunları kendi yaşamımıza uygulamak da, en azından bu çabayı ortaya koymak da insani olarak arzu edilirdir. Ve bu noktada, imkansızlıktan değil dayanışmadan bahsetmemiz gerekir. Çünkü dayanışma her türlü imkansızlığı yener, yeni imkanlar yaratır.
Bu yol, halk ile olan diyaloğu açacak olan yoldur. Halk, gazete ve radyolardan, kürsülerden ve mikrofonlardan akıl satılacak insanlar yığını değildir. Halk, bizim de bir parçası olduğumuz, günlük hayat ortaklarımızın genel ismidir. Konuşmak ve yazmanın ötesinde, kendi hayatımıza dair gerçek ve somut işler yaptığımızda, halkın hayatına dair somut işler yaptığımızı göreceğiz. Ve halkın göreceği şey de, kendisine yukardan bakıp bir sürü öğütler veren ama arada da “söylediğimi yap ama yaptığımı yapma” diyen bir bilmişler güruhu değil, kendi gibi olan ama “doğru” bildiğini yaşamaya değer bulan, ertelemeyen insanlar topluluğudur.
Köpek Yarışları Kampanyasında böyle olmuştur. Kampanyaya başlarken motivasyonumuz, “nasıl bir sorun buluruz da itiraz ederiz” değildi.***  Biz Köpek Yarışlarına, “kitlelerin karşı çıkma olasılığı var” diye değil, “kendimiz yanlış buluyoruz” diye karşı çıktık. Samimiyetle ve doğru bildiğimiz şey için eylemler, bildiriler, imza kampanyaları yapınca insanların da bu samimiyeti görmemesi mümkün değildir. Ancak daha önemlisi, bu toplumun parçası olan bizler, yakıcılığını hissettiğimiz kendi sorunumuz olan sorunlar üzerinden eylem yaptığımızda, aynı sorunu yaşayan diğer halk kitleleri nezdinde bilinir, saygı duyulur, katılıp destek verilir oluyoruz. İşte başta sorulan sorunun çözümü buradan geçmektedir. Halk ile diyaloğun yolu, kendini halkın bir parçası olarak kabul etmekten ve öyle davranmaktan geçer.
Ve evet, Baraka’nın DEĞERlerini hayatımıza uygulamaya değer. Çünkü DEĞERlerimizi kendi hayatımıza uygulamaya bile değer bulmuyorsak, onu neden tüm topluma yaymak için örgütlenelim? Çünkü örgütlenmenin de, kitleselleşmenin de, kendi kendimizle barışık, toplumla olumlu diyalog içinde olmanın da yolu, DEĞERlerimizden ve onları lafta değil hayatta uygulmaktan geçmektedir.
“Neden keyfine bakmıyorsun?” diye soran genç adamın yanıtı da burada bulunabilir. Çünkü biz; sunulmuş özgürlüklerle yetinmeyecek kadar özgürüz, özgürlüğümüzü kendimiz inşa edecek kadar insanız, bunu diğer insanların da hak ettiğini ve yapabileceğini bilecek kadar eşitlikçiyiz ve tüm bunları göğüsleyecek kadar cesuruz.
Üstelik tüm bunlardan sadece yaşayanların bileceği kadar keyif alıyoruz...



* Her hafta sonu aldığım “Birleşik Kıbrıs”, “KSG” ve “Yeniçağ” gibi gazeteler kasiyerlerin sürekli ve hiç şaşmaz bir şekilde; “bunlar Kıbrıs’ta mı çıkıyor?”, “bu gazete de nedir?” gibi sorular sormasına neden oluyor. Gazete çıkarıp “doğruları” anlatan solcularımız, halkın yaşamına temas etmeden, onların hayatına dair gerçek, somut bişeyler yapmadan, sırf “bilgelikleri” nedeniyle takdir toplamayı beklemektedirler. Oysa platonik aşık misali, farkedilmeleri bile bir mucizeye kalmıştır.
** Toplumu yargılarken cömert olduğumuz bu faaliyetler, bizi tanımlarken kullanıldığında savunmaya çekilmemiz, mazeretler üretmemiz, sabaha kadar tartışmamız, sesimizi yükseltmemiz bunları yok kılar mı?
*** Motivasyonu böyle olan birçok grubun sonunda, “nerede bir sorun bulurum”dan “sorun olmayan olayı nasıl sorun gibi gösteririm”e döndüğünü gördük biliyoruz. YDÜ’nün organize ettiği ve “okul öncesi eğitim öğretmenliği” adı altında, öğretmen yetiştirmeyi özele devretmeyi hedefleyen eylemlerde olduğu gibi, nice neo-liberalizm karşıtı yapı sırf muhalefet olsun diye kendini, Suat ile kol kola buluverdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder