4 Eylül 2011 Pazar

Anlaşılma ve Anlaşmama Üzerine



Sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile sayı 125/126’da yayınlanan yazılarını keyifle okudum. Bir süreden beridir Gaile Dergisi sayfalarında sürmekte olan tartışma bağlamında birçok fikir, görüş yazıldı. Bu bağlamda Ferdi Sabit Soyer de tartışmada aktarılan tarihsel değerlendirmelere ilişkin katkı yapmak istemiştir. En önemlisi de hem yazısının başlığında hem de giriş ve sonuç bölümlerinde “anlaşılma”, “anlaşmama”/ “anlaşma” ayrımlarına vurgu yaparak; yürekten katıldığım “sol tartışmalarda her şeyden önce anlaşılma meselesi önem taşımalıdır. Tartışmanın diğer ayağı olan anlaşma veya anlaşmama meselesi ise olayın diğer boyutu olmalıdır” noktasının altını çizmiştir.

Benim buradaki amacım; Gaile Dergisi’nin de kısıtlı sayfa imkanlarını zorlamadan, Ferdi Sabit Soyer’in anlaşılma kaygısı ile yazılan yazısının Cemal Mert’in tezleri ile sürmekte olan fikir alışverişimizin bağlamına oturtulması, bizim açımızdan tartışmanın ana eksenin tekrar vurgulanması ve bu ana eksen çerçevesinde ortaya konan tarihsel meselelerle ilgili ortaya çıkan “anlaşılma” sorunlarının aşılmasına katkıda bulunmaktır.

Ne Olmuştu?
Sonradan katılan okura da yardımcı olmak, söylenenlerin fikri bağlamını anlaşılır hale getirmek ve üzerinde tartışılan zeminimizi netleştirmek amacıyla; tartışmamızın bizi motive eden boyutunu hatırlatmak istiyorum.
Sayın Cemal Mert, Gaile Sayı 122’de yayınlanan “Kıbrıs’ta Sosyalist Mücadele Geleneği ve İthal Sosyalist Kültür” başlıklı yazısında; benim ve sanırım sayın Ferdi Sabit Soyer’in de katıldığı ülkemiz solunun kendi tarihini öğrenmesi ve köklerini unutmaması gerektiği uyarısı yapıyor. Evrensel değerleri (benim tümünü aynı torbaya koyduğu kaygısı ile şüphe ile karşıladığımı belirtmek istediğim) bir noktadan sahipleniyor. Ancak özellikle Baraka için katılmadığım (ülkemizde ithal öykünmeci bir sosyalizm anlayışının varlığı) varsayımının doğru olması durumunda haklı olabilecek bir vurgulama ihtiyacı ile kendi tarihimizden de öykünebileceğimizin örneklerini vermeye çalışıyor. Yazısının sonunda da “Türkiye’nin 1970’li yıllardaki sol kültürü ve devrimci figürleri ile” özdeşleşerek “kendi ülkesinin somut mücadele zeminine” yabancılaştığını iddia ettiği, adına yazdığım Baraka da dahil çeşitli sol örgütlere; bu durumun “başka bir biçimi ile Türkiye ile entegrasyonu besleyen bir durum” olduğunu “hatırlatıyor”.
Baraka Kültür Merkezi adına yazdığım ve Gaile sayı 123’te yayınlanan yazıda ise, Sayın Cemal Mert’in, yazısında ortaya koyduğu “ithal öykünmecilik” iddiasına iki noktadan itiraz konuluyor. Birinci nokta sosyalizmin biçimsel olarak yerel içerik olarak ise evrensel olduğu bu sebeple de ister Türkiye’den isterse de dünyanın herhangi bir başka coğrafyasından olsun, pratik/teorik katkı sağlayan hiçbir figürün “yabancı” ilan edilemeyeceği, ithal kabul edilemeyeceğidir. Ancak elbette bunun sınırları vardır ve içinde yaşanılan coğrafyada verili tarihsel, sosyal, kültürel vb. koşullar göz önünde bulundurulmadan hareket edilmesi mümkün değildir. Kaldı ki, aynı coğrafyanın figürlerinin bile farklı konjonktürlerde bire bir taklit edilmesi girişimleri, “ithal” olduğu iddia edilemeyecek olsa bile, kolaylıkla “yanlış” olarak nitelenebilir. Tartışmaya katkı koyan tüm kalemlerin olumlamakta olduğunu sandığım Kıbrıs Komünist Partisi’nin, 1920’li yıllardaki pratiğini bire bir kopyalayarak hareket etmeyi bugün kim savunabilir? Burada vurgulanmaya çalışılan; evrensel bir fikri çizgi olan sosyalist düşüncede, kriterlerin dar ulusal ön yargılarla damgalı “ithal” “yerel” gibi kavramlarla değil, somut koşulların somut tahlili sonucunda ülkeye, insanına ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olup olmadığına göre oluşturulması gerektiğidir. İtiraz edilen ikinci nokta ise Baraka’nın “ithal öykünmeci” bir modele sahip olduğu iddiasıdır. Baraka enternasyonalizm ile yerelliği harmanlama çabası içinde olan bir örgüttür. Sayın Cemal Mert’in “eksik” bulduğu yerellik öğesine ilişkin yapılanlar ve motivasyon kaynakları Sayı 123’te tarafımdan özetlenmeye çalışılmıştır. Ancak yazımın ana gövdesi Sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile sayı 126’da üzerinde durduğu “tarihsellik” noktası üzerinden şekillenmiştir. Benim Kıbrıslı Türk solunun tarihsel gelişimine ilişkin belli momentleri vurgulama ihtiyacım, bütünlüklü bir Kıbrıslı Türk sol tarihi yazmak niyetiyle/iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Tam aksine kendi tarihimize öykünme çağrısı yapan sayın Cemal Mert’in bu tarihe ilişkin eksik/yanlış bıraktığı noktaların ne kadar önemli olduğunu ve Baraka’nın bu noktaları hali hazırda gündeminde bulundurduğunu anlatmak amacını gütmekteydim. Bunu da bitmiş, tamamlanmış bir şey olarak değil farklı bilgi kaynaklarının ve yorumlarının katılması ile zenginleşmesi gereken bir süreç olarak sunmaya çalıştım. Bu bağlamda da sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile Sayı 125/126’da yayınlanan yazısını olumlu bir katkı olarak algılıyorum.

Marjinallik
Sayın Ferdi Sabit Soyer’in yazısında geçen marjinallik ile ilgili yaklaşıma katılıyorum. “Hakim olan siyasi, ekonomik ve kültürel yapıyı değiştirmeye çalışan” her insan ve akımın başlangıçta marjinal olduğu; mücadele sürdükçe “yalnız bu değerlerin ilk taşıyıcılarının değil başka toplumsal güçlerin de” bu değerlere çekildiği ve en sonunda da “bu yeni yerleşmiş değerler ve kamuoyu düşüncesine karşı da yeni marjinal görüşlerin geliştiği” tarihsel olgulardır. Bu bağlamda sol içinden yola çıkarak başka sol kesimlere “marjinal” diyerek eleştiri getirilmesi durumunun haklılığı haksızlığını okuyucunun yargısına bırakıyorum. Sayın Ferdi Sabit Soyer’in bu konuya ilişkin yazdıklarının da, dürüstçe söylemek gerekirse, Baraka’ya yazılmadığını düşünüyorum. CTP geleneği içerisinden gelip, bir süredir çeşitli sol kesimleri “marjinal” olmakla suçlayan düşünsel çizginin eleştirisi olarak ve sol adına bir olumluluk noktasında değerlendiriyorum.
Diğer yandan “marjinal”lik eleştirisi karşısında “marjinal değilim” savunmasına geçmek kadar, toplum içerisinde marjinal olarak suçlananların yakaladığı ivme nedeniyle “ben marjinalim” deme ihtiyacı hissetmenin de doğru olmadığı düşüncesindeyim. Baraka örneğinden hareket edersek; henüz on yıllık bir tarihi olan Baraka’nın yaklaşık dört yıldır bazı çevreler tarafından “marjinal” sıfatıyla nitelendiği bilinmektedir. Hiçbir dönemde “biz marjinal değiliz” gibi savunmacı bir yaklaşım içerisine girmedik. Böylesi bir zemini, yapıcı bir tartışma zemini olarak da algılamadık. Ancak özellikle 2011 yılının ilk aylarından itibaren toplumsal muhalefette gözlenen radikalleşme eğilimleri ile birlikte, Baraka’nın olumlanır Baraka’ya marjinal demenin ise olumsuzlanır bir durum oluşturması karşısında çeşitli şekillerde dostlardan, arkadaşlardan “marjinal” tanımını sahiplenmemiz için teşvikler aldık. Ama açıktır ki toplumsal gelişimin diyalektik sarmalı içinde bugün marjinal olanın yarın egemen, bugün egemen olanın yarın marjinal olması mümkündür. Bunu da sayın Ferdi Sabit Soyer gayet güzel izah etmiştir. Bu bağlamda, bu olguyu bilen insanların “marjinalliği” ister olumlu isterse de olumsuz olarak, bir kimlik öğesi gibi sahiplenmesi ne kadar doğrudur? Baraka, kendisini bağımsızlıkçı, devrimci, Marksist olarak şekillendirmeye çalışmaktadır. Ama marjinal olmaya veya marjinal kalmaya çalışmamaktadır. Bir gün, bizim fikirlerimizin egemen olacağı yeni bir düzen kurulduğunda belki o düzen içinde de eleştireceğimiz ve daha iyiye gitmesi için uğraşacağımız olgular olacaktır. Belki o düzen içinde de bu gibi olgular için mücadele etmemiz gerekecektir. Ve belki o düzen içinde de “marjinal” olacağız. Ama burada net olan şey şudur ki; bu bizim ilkesel olarak marjinal kalmayı tercih edişimizden değil tamamen nesnel koşullar ve bizim buna verdiğimiz öznel yanıtlar nedeniyle olacaktır.
Ferdi Sabit Soyer’in “Baraka’nın her biri emek sarfedilmiş ve yararlı faaliyetlerini tek tek sıralayarak marjinal değiliz savunması yapılması bence doğru değil” demesinin, sayılan faaliyetlerin sayılma amacının “anlaşılma”sı ile ilgili bir sıkıntıdan kaynaklandığını düşünüyorum. O faaliyetler sayılmıştır çünkü; sayın Cemal Mert, Baraka’nın “ithal öykünmeci” bir yapısı olduğunu, “Türkiye’nin 1970’lerdeki devrimci figürleri ile özdeşleştiğini” iddia etmiştir. O faaliyetler sayılmıştır çünkü; gösterilmeye çalışılan “marjinallik” ile ilgili bir şey değil, “yerellik” ile ilgili bir şey idi.
Her ne kadar geçmişte “Baraka’nın marjinalliği” ile ilgili muhtelif iddialar gündeme gelmişse ve biz hiçbir zaman böylesi bir zeminde savunma/tartışma grişiminde bulunmamış olsak da, bugün bu vesile ile konu açılmışken şunu da belirtmek isterim: Egemenlerin bize marjinal dediklerinde ne demek istediklerini gayet iyi anlamaktayız. Tayyip Erdoğan’ın ağzında “marjinal”in ne demek olduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Anlayamadığımız şey, sol bir yapının veya sol bir yapıda örgütlü bireylerin başka bir sol yapıya “marjinal” derken ne demek istedikleridir. Bizce “marjinal”lik bir hedef değil “uğrak” olduğu sürece, bunu bir eleştiri nedeni yapmak sola ilişkin bir tavır olmamalıdır.

Tarihsellik
Sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile Sayı 126’da ortaya koyduğu “tarihsellik” ile ilgili katkıların ayrıntılarına girmek hem bu yazıyı uzatacak hem de tartışmanın yukarda vurguladığım ana çerçevesinden taşmasına neden olacaktır. Bu bağlamda ben özellikle “anlaşılma” sıkıntısı nedeniyle oluştuğunu düşündüğüm bazı farklılıkları netleştirmeye çalışacağım. Başlarken şunu tekrar etmeliyim ki, benim tarihselliğe dair yazıklarım bütün bir Kıbrıslı Türk solunun tarihini yazmak amacıyla değil, sayın Cemal Mert’in yerelliğe vurgu yaparken pek yüzeysel geçtiği noktaların hangilerinin önemli kırılma noktaları olduğuna dair görüşlerimi aktarmak amacıyla kaleme alındı. Bu aktarım aracılığı ile de “ithal” olduğu iddia edilen bizlerin Kıbrıs’a ilişkin olguları da kendimize dert ettiğimizi vurgularken, “yerellik” kaygısı taşıyanın neleri önemsemediği gösterilmek istendi.

Erken ve Gecikmiş Ulusallık
Yazımın hiçbir noktasında ENOSİS ve TAKSİM tezlerini sadece “erken ve gecikmiş” ulusalcılıkla izah etme niyeti gütmedim. Kıbrıslı Elenlerdeki ulusal uyanışın ortaya çıkması süreci ile Kıbrıslı Türklerdeki ulusal uyanışın ortaya çıkması süreçlerinin paralel, eş zamanlı olmadığını bu sebele de simetrik yorumlanamayacağını vurgulamak istedim. Bunu yapma nedenim de AKEL’in o dönem her iki toplum içinde de böylesi bir süreci yorumlayabilecek bir özne olarak varlığı üzerinden, farklı bir stratejik politik hattın farklı sonuçlar doğurabileceğini vurgulamak ve elbette tarihin belli sebeplerle belirlenen belli sonuçları hedefleyen kaçınılmaz bir çizgi gibi algılanmaması gerektiğini anlatmaktı. Kısacası resmi tarihte bilinen, sıralanan tüm özneler  yanında bir öznenin daha olduğunu, o öznenin de emekçiler adına hareket eden bir emekçi partisi olduğunu, sözümona kaçınılmaz sonu değiştirebilecek müdahalelerin de ancak buradan gelebileceğini vurgulamaya çalıştım. Sol olarak bizim tarihimiz hatası ile sevabı ile bu pratikte yatmaktadır. Beğensek de beğenmesek de bize deneyim sunan zenginlik de burada yatmaktadır. Eğer kendimize dair bir hata ararsak bakmamız gereken yer de burasıdır. Çünkü tarih içinde bizim konumlandığımız yer burasıdır. Bu bağlamda benim söylemeye çalıştığım; sayın Cemal Mert’in tezinin aksine Kıbrıs insanının en başından itibaren iki ulusal kamp olarak ortaya çıkmadığı özellikle de Kıbrıs solunun ortak bir temele sahip olmakla büyük bir avantaja sahip olduğu idi. Bu avantajı değerlendiremeyişimizin nesnel nedenleri orada durmaktadır. Birçoğu da sayın Ferdi Sabit Soyer tarafından sayılmıştır. Ancak öznel yetersizliklerin izahatı nesnel nedenlerde aranmamalıdır. Aksi takdirde “her zaman nesnellik öznelliği belirleyecek” sonucuna varılır ve bu da nesnelin gidişine tabi olmanın mazareti haline gelir. İşte bu, solun asla yapmaması gereken bir şeydir.
Tam da bu noktada sayın Ferdi Sabit Soyer, iki halkın oluşum sürecine ilişkin Cemal Mert ile yürütüğümüz tartışmayı hem doğru hem de yanlış anlıyor. Doğru anlıyor çünkü “Cemal, bunu ayrı etkileşimle abartmaya çalışıyor” diyor. Haklıdır, çünkü iki topluluğun tarihsel olarak ayrı etkileşimleri olmuşsa da ortaya bugünkü iki halk durumunun çıkmasının nedeni burada aranamaz. Yanlış anlıyor çünkü “Münür de Lefke Maden Grevi’nin Kıbrıs Türk solunun gelişim olgularından biri olduğu iddiasını ortaya atarak, Kıbrıs’ta gelişen, ama Kıbrıs Türk solu olarak gelişen bir süreç olarak tanımlamaya çalışıyor” diyor. Lefke Maden Grevi Kıbrıs solunun dolayısıyla da Kıbrıslı Türk solunun gelişim olgularından biridir. Buna sayın Ferdi Sabir Soyer de itiraz etmez. Ama ben, Lefke Maden Grevi’nin Kıbrıslı Türk solunun ayrı gelişiminin olgularından birisi olduğunu söylediğim iddiasına itiraz ederim. Tam aksine ben Lefke Maden Grevi örneğini verirken tam da Kıbrıs solunun ortak gelişimi, bunun da Kıbrıs halkının ortak gelişimi bakımından içerdiği o dönemki potansiyele işaret etmeye çalışmaktayım. Yani sayın Ferdi Sabit Soyer’in benim söylediğimi iddia ettiği şeyin tam tersine, ne Taksim ve Enosis tezlerini sağlıklı ulusalcılıklar olarak görüyorum ne de Lefke Maden Grevi’ne ayrı ulusalcılıkların sol yansımalarının bulunabileceği bir tarihsel an olarak bakıyorum. Benim ve Baraka’nın daha önceleri defalarca dile getirdiğimiz görüşe göre; hem Enosis hem de Taksim tezleri Ferdi Sabit Soyer’in yazısında anlatıldığı gibi çarpık ulusalcılık örnekleridir. Bu çarpık ulusalcılık pratiklerinden dolayıdır ki Kıbrıs’ta gerçek bir uluslaşma süreci yaşanmamış, ortaya ne ortak ne ayrı uluslar çıkmamış, kısacası ulusal sorun çözülmemiştir. Kıbrıs’ta halklar vardır ama uluslar yoktur. Kendini Elen ulusunun parçası olarak görenlerle kendini Türk ulusunun parçası olarak görenler kapışırken, Kıbrıs ulusunu yaratabilecek olan bizler hem de Lefke Maden Grevi’nde simgelenen olumlu potansiyelimize rağmen yetersiz kaldık. Sonuçta da ortaya ne Elen ne Türk ne de Kıbrıs uluslarının parçası olmayan iki halk çıktı. Kısacası benim anlatmaya çalıştığım, tarihimizde doğallığında dışardan iki farklı etkileşim olduğu iddiasının yanlış olduğu, aksine sol açısından doğallığında içeriden ortak-karşılıklı etkileşimin var olduğu idi. Bu etkileşim potansiyelinin neden değerlendirilemediği, ülkemizde şimdiki durumun ne olduğu ve bundan sonra ne yapılması gerektiği gibi noktalar ise bambaşka tartışma başlıkları açacaktır.

Sol Hareketteki Bölünmeler
Benim ayrıntıya girmemek kaygısı ile yüzeysel bıraktığım başka bir noktanın daha anlaşılmadığı görülüyor. 1970’li yıllara kadar dünya sol hareketinde ciddi yarılmaların olmadığını iddia etiğim ileri sürülüyor. Tam aksine Marksizmin ortaya çıkışının kendisi o güne kadarki toplumsal mücadele geleneği için bir yarılmadır. Anarşist hareket ile Marksist hareket, Sosyal Demokrasi ile Marksizm, Leninizm ile Marksist Ortodoksi, Stalinizm ile Troçkizm, Çin ile SSCB ve ulusal kurtuluş hareketleri arasında yaşanan bölünmeler çok ciddi bölünmelerdir. Kıbrıs’ta ilk kez Marksist bir örgütlülüğün ortaya çıktığı tarihte dünyada Stalinizm ve Troçkizm hesaplaşmaktaydı. Ancak bu Kıbrıs’ta farklı örgütlerin oluşmasına neden olacak ciddiyette bir yansıma yapmadı. Hemen ardından gelen Çin-Sovyet-Ulusal Kurtuluşçuluk perspektifleri ise 1950’lerden başlayarak biriken, 1960’larda yeni yeni görünür hale gelen ve ancak 1968-1974 aralığında net bir kamplaşmaya varan uzun bir evrimin sonucunda somutlaştı. Tam da o dönemde Kıbrıs’ın kuzeyinde CTP ve Halk-Der’in iki farklı odak olarak şekillenmesi kanaatimce Cemal Mert’in iddia ettiği gibi “Türkiye’den ithal”, yapay tartışmalara değil, dünyadaki tartışmaların yansımasına bağlanmalıdır. Böyle bir “yansıma” ise zorunlu olarak “ithal” olmadığı gibi “Türkiye’den ithal” hiç değildir. Bir bölünmenin “ithal” olması için bölünen öznelerin kendi gerçekliğine yabancı olması gerekir. Oysa Cemal Mert’in yadırgamasının aksine Halk-Der ve CTP arasındaki tartışmaların hiçbiri “ithal”, bu coğrafyaya yabancı tartışmalar değildi. Evet fikri çizgi olarak her iki odak da başka noktalardan etkileniyor olabilir, ancak tartışılan şey Kıbrıs’ta ne yapılacağıydı. Benim yazımda bu tartışma başlıklarından bazılarında CTP’ye bazılarında Halk-Der’e hak veriyor oluşum ortadadır. Ama tarihsel olarak hangi yapıyı geleneğim olarak sahiplendiğim bir yana, her iki yapının da Kıbrıs gerçeğinden haraketle ve Kıbrıs gerçeği bağlamında tartıştıklarını düşünmekteyim.
Bu noktada sayın Ferdi Sabit Soyer’in gerek AKEL içinde, gerek Türkiye’de sürmekte olan mücadelelerden soyutlanarak Doğu Almanya’daki Bizim Radyo’da faaliyet gösteren TKP içinde yaşanan önemli tartışmaları aktarması önemlidir. Bu tartışmalar da önemli tartışmalardır. Ancak “hani o 1970’e kadar yarılma yoktu deniyor ya, işte bunlar yaşanmıştır” vurgusu ile bu aktarımların ilgisi anlaşılır değil. Anlaşılır değil çünkü; sayın Cemal Mert 1970’lerin ortasına kadar tek odakta toplanan Kıbrıslı Türk solunun 1970’lerin sonunda iki ana odağa ayrılmasını yadırgıyor ve “ithal” etkenlere bağlıyor. Ben de kendisine böyle bir farklılaşmanın normal olduğunu çünkü dünya ölçeğinde solun somut, elle tutulur ve örgütsel farklılaşmalar yaşadığını anlatmak için “1970’lere kadar yarılma yoktu” diyorum. Peki şimdi sayın Ferdi Sabit Soyer gerek AKEL gerek TKP içinde hangi tartışma yaşanmış olursa olsun bu tartışmaların fikri veya örgüt içi düzeyden sıçrayarak farklı örgütler şekline bürünen tartışmalar haline geldiğini mi iddia ediyor? Çünkü bizim tartıştığımız tam da böylesi bir “yarılma”dır...

CTP ve KTÖS
Sayın Cemal Mert’in Gaile Sayı 122’de Kıbrıslı Türk solunun tarihini aktarırken birden bire 1970’e CTP’nin kuruluşuna atlamasının yanlış olduğunu, arada en azından 1968’de KTÖS’ün kuruluşunun var olduğunu Gaile Sayı 123’teki yazım ile hatırlattım. Bunu yaparken ne KTÖS’ü CTP’nin ne de CTP’yi KTÖS’ün önüne koymuş değilim. Yapmaya çalıştığım sayın Cemal Mert’in özdeşleşebileceğimiz “yerel” kaynakları anlatan kısa Kıbrıslı Türk sol tarihi turunda eksik bırakılan KTÖS’ü hatırlatmaktı. Nitekim kurduğum cümle aynen şöyledir: “Cemal Mert’in hızlı Kıbrıs sol tarihinde 1958’lerden sonra sözünü edilmeye değer ilk mesele CTP’nin kuruluşudur. CTP’nin kuruluşu elbette önemli bir olaydır. Ancak Kıbrıslı Türk toplumunun Türklük yönünü korurken Kıbrıslı yönünü de keşfinde bir mihenk taşı konumundaki KTÖS’ün 1968’deki kuruşu o kadar mı önemsizdir? Özellikle de Cemal Mert’in “yerellik” vurgusu açısından bakıldığında KTÖS bu topraklarda ortaya çıkmış özgün bir duruşu simgelemektedir.” KTÖS’ün Kıbrıslı Türk toplumunun “Kıbrıslı” yönünü keşfinde mihenk taşı olduğunu söylemek bir şeydir, kuruluşundan itibaren Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını hedeflediğini söylemek başka bir şeydir. Ama bu hatırlatma Ferdi Sabit Soyer’den iki tepki birden almıştır. Birinci tepki “günümüzün dar siyasi rekabeti içinde CTP fobisi üzerine şekillenen sıradan bir yaklaşım”, ikinci tepki ise “CTP eleştirilecek diye, tarihin bu olgularını yaşanmamış farzederek günümüzün siyasi ihtiyaçlarına cevap verme yaklaşımları ile olanları yaşanmamış sayıp, herşeyi özünden koparmak hataların en büyüğüdür” şeklinde gelmiştir. Tarihin olgularını yaşanmamış farzeden, Kıbrıslı Türk solundan bahsederken KTÖS’ü unutan Cemal Mert midir yoksa varlığını hatırlatan ben miyim? Ve devamla, olguları özünden koparan, “Türklük yönünü korurken Kıbrıslı yönünü keşfetmek” ve “Kıbrıs Cumhuriyeti” bir ve ayni şeymiş gibi davranan Ferdi Sabit Soyer midir yoksa iki farklı şey olduğunu belirten ben miyim?

CTP ve Dış Merkez
“Münür dostumun, CTP’yi... ilkesiz, kendi olmayan, kimliği ve varlığı olmayan bir parti olarak göstermesini doğrusu ona hiç yakıştıramadım” diyor Ferdi Sabit Soyer. Bunu söylemesinin nedeni, benim yazdığım şu cümle: “Mücadelenin bir merkeze bağımlı yürütülmesini savunanlar, daha sonra o merkezin buharlaşması sonucunda rahat rahat kendilerine başka merkezler bulabilecek bir örgütsel kültür geliştirebilmişlerdir.” Peki ben bu cümleyi niye yazdım?
Cemal Mert “sol muhalefet hareketi, ilk olarak Türkiye ve dünya sol hareketinden ithal ideolojik tartışmalar ve bölünmeler yaşamaya başladı. Çoğu Kıbrıs gerçekleriyle bağlantılı olmayan sol tartışmalar nedeniyle, sosyalist hareket iki ana akıma bölünmüş oldu” demişti. Bense “Görüldüğü gibi bu üç tartışma başlığının üçü de Kıbrıs gerçekleri ile bağlantılıdır ve hiç de Cemal Mert’in ima ettiği gibi “skolastik” tartışmalar değildir” tezini  savunuyordum. Bunların “Kıbrıs’taki mevcut durumun tahlili ve neler yapılması gerektiğine dair fikir ayrılıkları” olduğunu söylüyordum. Bu fikir ayrılıklarından bir tanesinin de; SSCB’nin dünya devriminin merkezi, dünya solunun rotasını tayin ederken gözetmesi gereken sosyalist anavatan olarak  tanınıp tanınmaması tartışması olduğunu aktarmaya çalışıyordum. Burada SSCB’nin dış politikasını olumlu bulanlar ve bulmayanlar, kendi politikalarını oluştururken SSCB’nin çıkarlarını hesaba katanlar ve katmayanlar, bu “dost” ülke ile ilişkisi olanlar ve olmayanlar ve gene bu “dost ülke”den tavsiye, telkin almayı sakıncalı görenler ve görmeyenler ayrışması ifade edilmeye çalışılmaktadır. Ve bu ayrışma güncelin dar siyasi rekabeti nedeniyle değil, tarihin nesnel olgusu olması sebebiyle gündeme getirilmiştir. Ve tekrar ediyorum, bu tartışma en az Kıbrıs sorunu kadar yerel bir tartışmadır.
CTP’nin “ilkesizliği, kendi olmayışı, kimliksiz ve varlıksız oluşu” gibi bir iddia en azından bu cümleden çıkarılmamalıdır. “CTP fobi” denen şeye sahip olsaydım da parlamento meselesinde CTP’nin pratiğinin ülke koşullarına uygunluğunu görmezden gelmem gerekmez miydi?
Sayın Ferdi Sabit Soyer yazısının çeşitli yerlerinde  CTP’nin Sovyetikliğini kabul etmekte, CTP dışı yaklaşımları ise anti-sovyetikliğe kendisi bağlamaktadır. İşte benim söylediğim de bunda ibarettir. Sadece ben Ferdi Sabit Soyer’den farklı olarak Sovyetik olmayı olumlu görmezken, SSCB eleştirisini de anti-sovyetiklik olarak algılamıyorum. Tıpkı CTP’yi sol içinden  eleştirmeyi “CTP fobi” olarak görmediğim gibi... Bu yüzden de CTP’ye katılan 1958 kuşağı abilerimize derin bir saygı besliyor, onların ne AKEL ne de CTP bağlantılarını inkara gerek görmüyorum. Ancak bu abilerimizin AKEL ve CTP ile ilgili arzularını anlasak da onlara saygı duymak için aynı arzuları paylaşmamız gerekmediğinin altını çizmek gerekir. Çünkü tarih, onu yaşayan öznelerin arzularından farklı şekillenir. Bu çoğu zaman üzücü olsa da ne yazık ki böyledir...

Sonuç
Baraka Kültür Merkezi olarak bizler, ülkemizde devrimci bir hareketin ortaya çıktığı dönemlere kadar yaşanan tüm sol tarihi kendi örgütsel tarihimiz olarak sahipleniyoruz. Bizim tarihi sahiplenme anlayışımız, korumacı, kollamacı, “kol kırılır yen içinde kalırcı” ve savunmacı bir temelden değil, tıpkı bugün kendimize de yaptığımız gibi acımasız eleştiri temelinden şekillenmektedir. Bu bağlamda tarih değerlendirmemizde varsa CTP’li dostlarımızı rencide edici ifadeleri kırmak amaçlı değil, tartışmak amaçlı gündeme getirdiğimizin bilinmesini isteriz.
“Önce birbirimizi anlayalım, ondan sonra anlaşamazsak bile hangi temelde anlaşamadığımızı bilelim” çağrısı anlamlı bir çağrıdır. Bu çağrıyı ete kemiğe büründürebilmek için karşılıklı “anlaşılma” çabasında kavramları bilimsel bir temelde kullanmalıyız. Gerek tarihi gerekse de bugünü tarif ederken, kavramları eğip bükmek; ithal olmayana “ithal”, ulusalcı olmayana “ulusalcı”, entegrasyona karşı direnene “entegrasyoncu” demek kimseye bir şey kazandırmayacaktır. Küçük bir ülkede yaşıyoruz. Birbirimizi her gün görüyoruz. Kişisel kırgınlıklar yaşansa dahi bunlar sıcak kanlı yapımızın da yardımıyla bir şekilde aşılır. Ancak anlama ve değiştirme çabasında en büyük silahımız olan kavramların içini boşaltmak sadece muhattaplarımıza değil en başta kendi düşünsel kapasitemize zarar verecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder