Sayın
Ferdi Sabit Soyer’in Gaile sayı 125/126’da yayınlanan yazılarını keyifle
okudum. Bir süreden beridir Gaile Dergisi sayfalarında sürmekte olan tartışma
bağlamında birçok fikir, görüş yazıldı. Bu bağlamda Ferdi Sabit Soyer de
tartışmada aktarılan tarihsel değerlendirmelere ilişkin katkı yapmak
istemiştir. En önemlisi de hem yazısının başlığında hem de giriş ve sonuç
bölümlerinde “anlaşılma”, “anlaşmama”/ “anlaşma” ayrımlarına vurgu yaparak;
yürekten katıldığım “sol tartışmalarda
her şeyden önce anlaşılma meselesi önem taşımalıdır. Tartışmanın diğer ayağı
olan anlaşma veya anlaşmama meselesi ise olayın diğer boyutu olmalıdır”
noktasının altını çizmiştir.
Benim buradaki
amacım; Gaile Dergisi’nin de kısıtlı sayfa imkanlarını zorlamadan, Ferdi Sabit
Soyer’in anlaşılma kaygısı ile yazılan yazısının Cemal Mert’in tezleri ile
sürmekte olan fikir alışverişimizin bağlamına oturtulması, bizim açımızdan
tartışmanın ana eksenin tekrar vurgulanması ve bu ana eksen çerçevesinde ortaya
konan tarihsel meselelerle ilgili ortaya çıkan “anlaşılma” sorunlarının
aşılmasına katkıda bulunmaktır.
Ne Olmuştu?
Sonradan
katılan okura da yardımcı olmak, söylenenlerin fikri bağlamını anlaşılır hale
getirmek ve üzerinde tartışılan zeminimizi netleştirmek amacıyla; tartışmamızın
bizi motive eden boyutunu hatırlatmak istiyorum.
Sayın
Cemal Mert, Gaile Sayı 122’de yayınlanan “Kıbrıs’ta
Sosyalist Mücadele Geleneği ve İthal Sosyalist Kültür” başlıklı yazısında; benim
ve sanırım sayın Ferdi Sabit Soyer’in de katıldığı ülkemiz solunun kendi
tarihini öğrenmesi ve köklerini unutmaması gerektiği uyarısı yapıyor. Evrensel
değerleri (benim tümünü aynı torbaya koyduğu kaygısı ile şüphe ile karşıladığımı
belirtmek istediğim) bir noktadan sahipleniyor. Ancak özellikle Baraka için katılmadığım
(ülkemizde ithal öykünmeci bir sosyalizm anlayışının varlığı) varsayımının
doğru olması durumunda haklı olabilecek bir vurgulama ihtiyacı ile kendi
tarihimizden de öykünebileceğimizin örneklerini vermeye çalışıyor. Yazısının
sonunda da “Türkiye’nin 1970’li
yıllardaki sol kültürü ve devrimci figürleri ile” özdeşleşerek “kendi ülkesinin somut mücadele zeminine”
yabancılaştığını iddia ettiği, adına yazdığım Baraka da dahil çeşitli sol
örgütlere; bu durumun “başka bir biçimi
ile Türkiye ile entegrasyonu besleyen bir durum” olduğunu “hatırlatıyor”.
Baraka
Kültür Merkezi adına yazdığım ve Gaile sayı 123’te yayınlanan yazıda ise, Sayın
Cemal Mert’in, yazısında ortaya koyduğu “ithal öykünmecilik” iddiasına iki
noktadan itiraz konuluyor. Birinci nokta
sosyalizmin biçimsel olarak yerel içerik olarak ise evrensel olduğu bu sebeple
de ister Türkiye’den isterse de dünyanın herhangi bir başka coğrafyasından
olsun, pratik/teorik katkı sağlayan hiçbir figürün “yabancı” ilan
edilemeyeceği, ithal kabul edilemeyeceğidir. Ancak elbette bunun sınırları
vardır ve içinde yaşanılan coğrafyada verili tarihsel, sosyal, kültürel vb.
koşullar göz önünde bulundurulmadan hareket edilmesi mümkün değildir. Kaldı ki,
aynı coğrafyanın figürlerinin bile farklı konjonktürlerde bire bir taklit
edilmesi girişimleri, “ithal” olduğu iddia edilemeyecek olsa bile, kolaylıkla
“yanlış” olarak nitelenebilir. Tartışmaya katkı koyan tüm kalemlerin
olumlamakta olduğunu sandığım Kıbrıs Komünist Partisi’nin, 1920’li yıllardaki
pratiğini bire bir kopyalayarak hareket etmeyi bugün kim savunabilir? Burada
vurgulanmaya çalışılan; evrensel bir fikri çizgi olan sosyalist düşüncede,
kriterlerin dar ulusal ön yargılarla damgalı “ithal” “yerel” gibi kavramlarla
değil, somut koşulların somut tahlili sonucunda ülkeye, insanına ve mücadelenin
ihtiyaçlarına uygun olup olmadığına göre oluşturulması gerektiğidir. İtiraz
edilen ikinci nokta ise Baraka’nın
“ithal öykünmeci” bir modele sahip olduğu iddiasıdır. Baraka enternasyonalizm
ile yerelliği harmanlama çabası içinde olan bir örgüttür. Sayın Cemal Mert’in
“eksik” bulduğu yerellik öğesine ilişkin yapılanlar ve motivasyon kaynakları
Sayı 123’te tarafımdan özetlenmeye çalışılmıştır. Ancak yazımın ana gövdesi
Sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile sayı 126’da üzerinde durduğu “tarihsellik”
noktası üzerinden şekillenmiştir. Benim Kıbrıslı Türk solunun tarihsel
gelişimine ilişkin belli momentleri vurgulama ihtiyacım, bütünlüklü bir
Kıbrıslı Türk sol tarihi yazmak niyetiyle/iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Tam
aksine kendi tarihimize öykünme çağrısı yapan sayın Cemal Mert’in bu tarihe
ilişkin eksik/yanlış bıraktığı noktaların ne kadar önemli olduğunu ve
Baraka’nın bu noktaları hali hazırda gündeminde bulundurduğunu anlatmak amacını
gütmekteydim. Bunu da bitmiş, tamamlanmış bir şey olarak değil farklı bilgi kaynaklarının
ve yorumlarının katılması ile zenginleşmesi gereken bir süreç olarak sunmaya
çalıştım. Bu bağlamda da sayın Ferdi Sabit Soyer’in Gaile Sayı 125/126’da
yayınlanan yazısını olumlu bir katkı olarak algılıyorum.
Marjinallik
Sayın
Ferdi Sabit Soyer’in yazısında geçen marjinallik ile ilgili yaklaşıma
katılıyorum. “Hakim olan siyasi, ekonomik
ve kültürel yapıyı değiştirmeye çalışan” her insan ve akımın başlangıçta
marjinal olduğu; mücadele sürdükçe “yalnız
bu değerlerin ilk taşıyıcılarının değil başka toplumsal güçlerin de” bu
değerlere çekildiği ve en sonunda da “bu
yeni yerleşmiş değerler ve kamuoyu düşüncesine karşı da yeni marjinal
görüşlerin geliştiği” tarihsel olgulardır. Bu bağlamda sol içinden yola
çıkarak başka sol kesimlere “marjinal” diyerek eleştiri getirilmesi durumunun
haklılığı haksızlığını okuyucunun yargısına bırakıyorum. Sayın Ferdi Sabit
Soyer’in bu konuya ilişkin yazdıklarının da, dürüstçe söylemek gerekirse,
Baraka’ya yazılmadığını düşünüyorum. CTP geleneği içerisinden gelip, bir
süredir çeşitli sol kesimleri “marjinal” olmakla suçlayan düşünsel çizginin
eleştirisi olarak ve sol adına bir olumluluk noktasında değerlendiriyorum.
Diğer
yandan “marjinal”lik eleştirisi karşısında “marjinal değilim” savunmasına
geçmek kadar, toplum içerisinde marjinal olarak suçlananların yakaladığı ivme
nedeniyle “ben marjinalim” deme ihtiyacı hissetmenin de doğru olmadığı
düşüncesindeyim. Baraka örneğinden hareket edersek; henüz on yıllık bir tarihi
olan Baraka’nın yaklaşık dört yıldır bazı çevreler tarafından “marjinal”
sıfatıyla nitelendiği bilinmektedir. Hiçbir dönemde “biz marjinal değiliz” gibi
savunmacı bir yaklaşım içerisine girmedik. Böylesi bir zemini, yapıcı bir
tartışma zemini olarak da algılamadık. Ancak özellikle 2011 yılının ilk
aylarından itibaren toplumsal muhalefette gözlenen radikalleşme eğilimleri ile
birlikte, Baraka’nın olumlanır Baraka’ya marjinal demenin ise olumsuzlanır bir
durum oluşturması karşısında çeşitli şekillerde dostlardan, arkadaşlardan
“marjinal” tanımını sahiplenmemiz için teşvikler aldık. Ama açıktır ki
toplumsal gelişimin diyalektik sarmalı içinde bugün marjinal olanın yarın egemen,
bugün egemen olanın yarın marjinal olması mümkündür. Bunu da sayın Ferdi Sabit
Soyer gayet güzel izah etmiştir. Bu bağlamda, bu olguyu bilen insanların
“marjinalliği” ister olumlu isterse de olumsuz olarak, bir kimlik öğesi gibi
sahiplenmesi ne kadar doğrudur? Baraka, kendisini bağımsızlıkçı, devrimci,
Marksist olarak şekillendirmeye çalışmaktadır. Ama marjinal olmaya veya
marjinal kalmaya çalışmamaktadır. Bir gün, bizim fikirlerimizin egemen olacağı
yeni bir düzen kurulduğunda belki o düzen içinde de eleştireceğimiz ve daha
iyiye gitmesi için uğraşacağımız olgular olacaktır. Belki o düzen içinde de bu
gibi olgular için mücadele etmemiz gerekecektir. Ve belki o düzen içinde de
“marjinal” olacağız. Ama burada net olan şey şudur ki; bu bizim ilkesel olarak
marjinal kalmayı tercih edişimizden değil tamamen nesnel koşullar ve bizim buna
verdiğimiz öznel yanıtlar nedeniyle olacaktır.
Ferdi
Sabit Soyer’in “Baraka’nın her biri emek
sarfedilmiş ve yararlı faaliyetlerini tek tek sıralayarak marjinal değiliz
savunması yapılması bence doğru değil” demesinin, sayılan faaliyetlerin
sayılma amacının “anlaşılma”sı ile ilgili bir sıkıntıdan kaynaklandığını
düşünüyorum. O faaliyetler sayılmıştır çünkü; sayın Cemal Mert, Baraka’nın
“ithal öykünmeci” bir yapısı olduğunu, “Türkiye’nin
1970’lerdeki devrimci figürleri ile özdeşleştiğini” iddia etmiştir. O
faaliyetler sayılmıştır çünkü; gösterilmeye çalışılan “marjinallik” ile ilgili
bir şey değil, “yerellik” ile ilgili bir şey idi.
Her ne
kadar geçmişte “Baraka’nın marjinalliği” ile ilgili muhtelif iddialar gündeme
gelmişse ve biz hiçbir zaman böylesi bir zeminde savunma/tartışma grişiminde
bulunmamış olsak da, bugün bu vesile ile konu açılmışken şunu da belirtmek
isterim: Egemenlerin bize marjinal dediklerinde ne demek istediklerini gayet
iyi anlamaktayız. Tayyip Erdoğan’ın ağzında “marjinal”in ne demek olduğunu
gayet iyi bilmekteyiz. Anlayamadığımız şey, sol bir yapının veya sol bir yapıda
örgütlü bireylerin başka bir sol yapıya “marjinal” derken ne demek
istedikleridir. Bizce “marjinal”lik bir hedef değil “uğrak” olduğu sürece, bunu
bir eleştiri nedeni yapmak sola ilişkin bir tavır olmamalıdır.
Tarihsellik
Sayın
Ferdi Sabit Soyer’in Gaile Sayı 126’da ortaya koyduğu “tarihsellik” ile ilgili
katkıların ayrıntılarına girmek hem bu yazıyı uzatacak hem de tartışmanın
yukarda vurguladığım ana çerçevesinden taşmasına neden olacaktır. Bu bağlamda
ben özellikle “anlaşılma” sıkıntısı nedeniyle oluştuğunu düşündüğüm bazı
farklılıkları netleştirmeye çalışacağım. Başlarken şunu tekrar etmeliyim ki,
benim tarihselliğe dair yazıklarım bütün bir Kıbrıslı Türk solunun tarihini
yazmak amacıyla değil, sayın Cemal Mert’in yerelliğe vurgu yaparken pek
yüzeysel geçtiği noktaların hangilerinin önemli kırılma noktaları olduğuna dair
görüşlerimi aktarmak amacıyla kaleme alındı. Bu aktarım aracılığı ile de
“ithal” olduğu iddia edilen bizlerin Kıbrıs’a ilişkin olguları da kendimize
dert ettiğimizi vurgularken, “yerellik” kaygısı taşıyanın neleri önemsemediği
gösterilmek istendi.
Erken ve Gecikmiş Ulusallık
Yazımın
hiçbir noktasında ENOSİS ve TAKSİM tezlerini sadece “erken ve gecikmiş”
ulusalcılıkla izah etme niyeti gütmedim. Kıbrıslı Elenlerdeki ulusal uyanışın
ortaya çıkması süreci ile Kıbrıslı Türklerdeki ulusal uyanışın ortaya çıkması
süreçlerinin paralel, eş zamanlı olmadığını bu sebele de simetrik
yorumlanamayacağını vurgulamak istedim. Bunu yapma nedenim de AKEL’in o dönem
her iki toplum içinde de böylesi bir süreci yorumlayabilecek bir özne olarak
varlığı üzerinden, farklı bir stratejik politik hattın farklı sonuçlar
doğurabileceğini vurgulamak ve elbette tarihin belli sebeplerle belirlenen
belli sonuçları hedefleyen kaçınılmaz bir çizgi gibi algılanmaması gerektiğini
anlatmaktı. Kısacası resmi tarihte bilinen, sıralanan tüm özneler yanında bir öznenin daha olduğunu, o öznenin
de emekçiler adına hareket eden bir emekçi partisi olduğunu, sözümona kaçınılmaz
sonu değiştirebilecek müdahalelerin de ancak buradan gelebileceğini vurgulamaya
çalıştım. Sol olarak bizim tarihimiz hatası ile sevabı ile bu pratikte
yatmaktadır. Beğensek de beğenmesek de bize deneyim sunan zenginlik de burada
yatmaktadır. Eğer kendimize dair bir hata ararsak bakmamız gereken yer de
burasıdır. Çünkü tarih içinde bizim konumlandığımız yer burasıdır. Bu bağlamda
benim söylemeye çalıştığım; sayın Cemal Mert’in tezinin aksine Kıbrıs insanının
en başından itibaren iki ulusal kamp olarak ortaya çıkmadığı özellikle de
Kıbrıs solunun ortak bir temele sahip olmakla büyük bir avantaja sahip olduğu
idi. Bu avantajı değerlendiremeyişimizin nesnel nedenleri orada durmaktadır. Birçoğu
da sayın Ferdi Sabit Soyer tarafından sayılmıştır. Ancak öznel yetersizliklerin
izahatı nesnel nedenlerde aranmamalıdır. Aksi takdirde “her zaman nesnellik
öznelliği belirleyecek” sonucuna varılır ve bu da nesnelin gidişine tabi
olmanın mazareti haline gelir. İşte bu, solun asla yapmaması gereken bir şeydir.
Tam da bu
noktada sayın Ferdi Sabit Soyer, iki halkın oluşum sürecine ilişkin Cemal Mert
ile yürütüğümüz tartışmayı hem doğru hem de yanlış anlıyor. Doğru anlıyor çünkü
“Cemal, bunu ayrı etkileşimle abartmaya
çalışıyor” diyor. Haklıdır, çünkü iki topluluğun tarihsel olarak ayrı
etkileşimleri olmuşsa da ortaya bugünkü iki halk durumunun çıkmasının nedeni
burada aranamaz. Yanlış anlıyor çünkü “Münür
de Lefke Maden Grevi’nin Kıbrıs Türk solunun gelişim olgularından biri olduğu
iddiasını ortaya atarak, Kıbrıs’ta gelişen, ama Kıbrıs Türk solu olarak gelişen
bir süreç olarak tanımlamaya çalışıyor” diyor. Lefke Maden Grevi Kıbrıs
solunun dolayısıyla da Kıbrıslı Türk solunun gelişim olgularından biridir. Buna
sayın Ferdi Sabir Soyer de itiraz etmez. Ama ben, Lefke Maden Grevi’nin
Kıbrıslı Türk solunun ayrı
gelişiminin olgularından birisi olduğunu söylediğim iddiasına itiraz ederim.
Tam aksine ben Lefke Maden Grevi örneğini verirken tam da Kıbrıs solunun ortak gelişimi, bunun da Kıbrıs
halkının ortak gelişimi bakımından içerdiği o dönemki potansiyele işaret etmeye
çalışmaktayım. Yani sayın Ferdi Sabit Soyer’in benim söylediğimi iddia ettiği
şeyin tam tersine, ne Taksim ve Enosis tezlerini sağlıklı ulusalcılıklar olarak
görüyorum ne de Lefke Maden Grevi’ne ayrı ulusalcılıkların sol yansımalarının
bulunabileceği bir tarihsel an olarak bakıyorum. Benim ve Baraka’nın daha
önceleri defalarca dile getirdiğimiz görüşe göre; hem Enosis hem de Taksim
tezleri Ferdi Sabit Soyer’in yazısında anlatıldığı gibi çarpık ulusalcılık örnekleridir.
Bu çarpık ulusalcılık pratiklerinden dolayıdır ki Kıbrıs’ta gerçek bir
uluslaşma süreci yaşanmamış, ortaya ne ortak ne ayrı uluslar çıkmamış, kısacası
ulusal sorun çözülmemiştir. Kıbrıs’ta halklar vardır ama uluslar yoktur. Kendini
Elen ulusunun parçası olarak görenlerle kendini Türk ulusunun parçası olarak
görenler kapışırken, Kıbrıs ulusunu yaratabilecek olan bizler hem de Lefke
Maden Grevi’nde simgelenen olumlu potansiyelimize rağmen yetersiz kaldık. Sonuçta
da ortaya ne Elen ne Türk ne de Kıbrıs uluslarının parçası olmayan iki halk
çıktı. Kısacası benim anlatmaya çalıştığım, tarihimizde doğallığında dışardan
iki farklı etkileşim olduğu iddiasının yanlış olduğu, aksine sol açısından
doğallığında içeriden ortak-karşılıklı etkileşimin var olduğu idi. Bu etkileşim
potansiyelinin neden değerlendirilemediği, ülkemizde şimdiki durumun ne olduğu
ve bundan sonra ne yapılması gerektiği gibi noktalar ise bambaşka tartışma
başlıkları açacaktır.
Sol Hareketteki Bölünmeler
Benim
ayrıntıya girmemek kaygısı ile yüzeysel bıraktığım başka bir noktanın daha
anlaşılmadığı görülüyor. 1970’li yıllara kadar dünya sol hareketinde ciddi
yarılmaların olmadığını iddia etiğim ileri sürülüyor. Tam aksine Marksizmin
ortaya çıkışının kendisi o güne kadarki toplumsal mücadele geleneği için bir
yarılmadır. Anarşist hareket ile Marksist hareket, Sosyal Demokrasi ile
Marksizm, Leninizm ile Marksist Ortodoksi, Stalinizm ile Troçkizm, Çin ile SSCB
ve ulusal kurtuluş hareketleri arasında yaşanan bölünmeler çok ciddi bölünmelerdir.
Kıbrıs’ta ilk kez Marksist bir örgütlülüğün ortaya çıktığı tarihte dünyada
Stalinizm ve Troçkizm hesaplaşmaktaydı. Ancak bu Kıbrıs’ta farklı örgütlerin
oluşmasına neden olacak ciddiyette bir yansıma yapmadı. Hemen ardından gelen
Çin-Sovyet-Ulusal Kurtuluşçuluk perspektifleri ise 1950’lerden başlayarak
biriken, 1960’larda yeni yeni görünür hale gelen ve ancak 1968-1974 aralığında
net bir kamplaşmaya varan uzun bir evrimin sonucunda somutlaştı. Tam da o
dönemde Kıbrıs’ın kuzeyinde CTP ve Halk-Der’in iki farklı odak olarak
şekillenmesi kanaatimce Cemal Mert’in iddia ettiği gibi “Türkiye’den ithal”,
yapay tartışmalara değil, dünyadaki tartışmaların yansımasına bağlanmalıdır. Böyle
bir “yansıma” ise zorunlu olarak “ithal” olmadığı gibi “Türkiye’den ithal” hiç
değildir. Bir bölünmenin “ithal” olması için bölünen öznelerin kendi
gerçekliğine yabancı olması gerekir. Oysa Cemal Mert’in yadırgamasının aksine
Halk-Der ve CTP arasındaki tartışmaların hiçbiri “ithal”, bu coğrafyaya yabancı
tartışmalar değildi. Evet fikri çizgi olarak her iki odak da başka noktalardan
etkileniyor olabilir, ancak tartışılan şey Kıbrıs’ta ne yapılacağıydı. Benim
yazımda bu tartışma başlıklarından bazılarında CTP’ye bazılarında Halk-Der’e
hak veriyor oluşum ortadadır. Ama tarihsel olarak hangi yapıyı geleneğim olarak
sahiplendiğim bir yana, her iki yapının da Kıbrıs gerçeğinden haraketle ve
Kıbrıs gerçeği bağlamında tartıştıklarını düşünmekteyim.
Bu noktada
sayın Ferdi Sabit Soyer’in gerek AKEL içinde, gerek Türkiye’de sürmekte olan
mücadelelerden soyutlanarak Doğu Almanya’daki Bizim Radyo’da faaliyet gösteren
TKP içinde yaşanan önemli tartışmaları aktarması önemlidir. Bu tartışmalar da
önemli tartışmalardır. Ancak “hani o
1970’e kadar yarılma yoktu deniyor ya, işte bunlar yaşanmıştır” vurgusu ile
bu aktarımların ilgisi anlaşılır değil. Anlaşılır değil çünkü; sayın Cemal Mert
1970’lerin ortasına kadar tek odakta toplanan Kıbrıslı Türk solunun 1970’lerin
sonunda iki ana odağa ayrılmasını yadırgıyor ve “ithal” etkenlere bağlıyor. Ben
de kendisine böyle bir farklılaşmanın normal olduğunu çünkü dünya ölçeğinde
solun somut, elle tutulur ve örgütsel farklılaşmalar yaşadığını anlatmak için
“1970’lere kadar yarılma yoktu” diyorum. Peki şimdi sayın Ferdi Sabit Soyer
gerek AKEL gerek TKP içinde hangi tartışma yaşanmış olursa olsun bu
tartışmaların fikri veya örgüt içi düzeyden sıçrayarak farklı örgütler şekline
bürünen tartışmalar haline geldiğini mi iddia ediyor? Çünkü bizim tartıştığımız
tam da böylesi bir “yarılma”dır...
CTP ve KTÖS
Sayın
Cemal Mert’in Gaile Sayı 122’de Kıbrıslı Türk solunun tarihini aktarırken
birden bire 1970’e CTP’nin kuruluşuna atlamasının yanlış olduğunu, arada en
azından 1968’de KTÖS’ün kuruluşunun var olduğunu Gaile Sayı 123’teki yazım ile
hatırlattım. Bunu yaparken ne KTÖS’ü CTP’nin ne de CTP’yi KTÖS’ün önüne koymuş
değilim. Yapmaya çalıştığım sayın Cemal Mert’in özdeşleşebileceğimiz “yerel”
kaynakları anlatan kısa Kıbrıslı Türk sol tarihi turunda eksik bırakılan KTÖS’ü
hatırlatmaktı. Nitekim kurduğum cümle aynen şöyledir: “Cemal Mert’in hızlı Kıbrıs sol tarihinde 1958’lerden sonra sözünü
edilmeye değer ilk mesele CTP’nin kuruluşudur. CTP’nin kuruluşu elbette önemli
bir olaydır. Ancak Kıbrıslı Türk toplumunun Türklük yönünü korurken Kıbrıslı
yönünü de keşfinde bir mihenk taşı konumundaki KTÖS’ün 1968’deki kuruşu o kadar
mı önemsizdir? Özellikle de Cemal Mert’in “yerellik” vurgusu açısından
bakıldığında KTÖS bu topraklarda ortaya çıkmış özgün bir duruşu
simgelemektedir.” KTÖS’ün Kıbrıslı Türk toplumunun “Kıbrıslı” yönünü
keşfinde mihenk taşı olduğunu söylemek bir şeydir, kuruluşundan itibaren Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını hedeflediğini söylemek başka bir şeydir. Ama bu hatırlatma Ferdi Sabit Soyer’den
iki tepki birden almıştır. Birinci tepki “günümüzün
dar siyasi rekabeti içinde CTP fobisi üzerine şekillenen sıradan bir yaklaşım”,
ikinci tepki ise “CTP eleştirilecek diye,
tarihin bu olgularını yaşanmamış farzederek günümüzün siyasi ihtiyaçlarına
cevap verme yaklaşımları ile olanları yaşanmamış sayıp, herşeyi özünden
koparmak hataların en büyüğüdür” şeklinde gelmiştir. Tarihin olgularını
yaşanmamış farzeden, Kıbrıslı Türk solundan bahsederken KTÖS’ü unutan Cemal
Mert midir yoksa varlığını hatırlatan ben miyim? Ve devamla, olguları özünden
koparan, “Türklük yönünü korurken Kıbrıslı yönünü keşfetmek” ve “Kıbrıs
Cumhuriyeti” bir ve ayni şeymiş gibi davranan Ferdi Sabit Soyer midir yoksa iki
farklı şey olduğunu belirten ben miyim?
CTP ve Dış Merkez
“Münür dostumun, CTP’yi... ilkesiz,
kendi olmayan, kimliği ve varlığı olmayan bir parti olarak göstermesini doğrusu
ona hiç yakıştıramadım”
diyor Ferdi Sabit Soyer. Bunu söylemesinin nedeni, benim yazdığım şu cümle: “Mücadelenin bir merkeze bağımlı
yürütülmesini savunanlar, daha sonra o merkezin buharlaşması sonucunda rahat
rahat kendilerine başka merkezler bulabilecek bir örgütsel kültür
geliştirebilmişlerdir.” Peki ben bu cümleyi niye yazdım?
Cemal Mert
“sol muhalefet hareketi, ilk olarak
Türkiye ve dünya sol hareketinden ithal ideolojik tartışmalar ve bölünmeler
yaşamaya başladı. Çoğu Kıbrıs gerçekleriyle bağlantılı olmayan sol tartışmalar
nedeniyle, sosyalist hareket iki ana akıma bölünmüş oldu” demişti. Bense “Görüldüğü gibi bu üç tartışma başlığının
üçü de Kıbrıs gerçekleri ile bağlantılıdır ve hiç de Cemal Mert’in ima ettiği
gibi “skolastik” tartışmalar değildir” tezini savunuyordum. Bunların “Kıbrıs’taki mevcut durumun tahlili ve neler yapılması gerektiğine dair
fikir ayrılıkları” olduğunu söylüyordum. Bu fikir ayrılıklarından bir
tanesinin de; SSCB’nin dünya devriminin merkezi, dünya solunun rotasını tayin
ederken gözetmesi gereken sosyalist anavatan olarak tanınıp tanınmaması tartışması olduğunu
aktarmaya çalışıyordum. Burada SSCB’nin dış politikasını olumlu bulanlar ve
bulmayanlar, kendi politikalarını oluştururken SSCB’nin çıkarlarını hesaba
katanlar ve katmayanlar, bu “dost” ülke ile ilişkisi olanlar ve olmayanlar ve
gene bu “dost ülke”den tavsiye, telkin almayı sakıncalı görenler ve görmeyenler
ayrışması ifade edilmeye çalışılmaktadır. Ve bu ayrışma güncelin dar siyasi
rekabeti nedeniyle değil, tarihin nesnel olgusu olması sebebiyle gündeme
getirilmiştir. Ve tekrar ediyorum, bu tartışma en az Kıbrıs sorunu kadar yerel
bir tartışmadır.
CTP’nin “ilkesizliği,
kendi olmayışı, kimliksiz ve varlıksız oluşu” gibi bir iddia en azından bu
cümleden çıkarılmamalıdır. “CTP fobi” denen şeye sahip olsaydım da parlamento
meselesinde CTP’nin pratiğinin ülke koşullarına uygunluğunu görmezden gelmem
gerekmez miydi?
Sayın
Ferdi Sabit Soyer yazısının çeşitli yerlerinde
CTP’nin Sovyetikliğini kabul etmekte, CTP dışı yaklaşımları ise anti-sovyetikliğe
kendisi bağlamaktadır. İşte benim söylediğim de bunda ibarettir. Sadece ben
Ferdi Sabit Soyer’den farklı olarak Sovyetik olmayı olumlu görmezken, SSCB
eleştirisini de anti-sovyetiklik olarak algılamıyorum. Tıpkı CTP’yi sol
içinden eleştirmeyi “CTP fobi” olarak
görmediğim gibi... Bu yüzden de CTP’ye katılan 1958 kuşağı abilerimize derin
bir saygı besliyor, onların ne AKEL ne de CTP bağlantılarını inkara gerek
görmüyorum. Ancak bu abilerimizin AKEL ve CTP ile ilgili arzularını anlasak da
onlara saygı duymak için aynı arzuları
paylaşmamız gerekmediğinin altını çizmek gerekir. Çünkü tarih, onu yaşayan
öznelerin arzularından farklı şekillenir. Bu çoğu zaman üzücü olsa da ne yazık
ki böyledir...
Sonuç
Baraka
Kültür Merkezi olarak bizler, ülkemizde devrimci bir hareketin ortaya çıktığı
dönemlere kadar yaşanan tüm sol tarihi kendi örgütsel tarihimiz olarak
sahipleniyoruz. Bizim tarihi sahiplenme anlayışımız, korumacı, kollamacı, “kol kırılır
yen içinde kalırcı” ve savunmacı bir temelden değil, tıpkı bugün kendimize de
yaptığımız gibi acımasız eleştiri temelinden şekillenmektedir. Bu bağlamda
tarih değerlendirmemizde varsa CTP’li dostlarımızı rencide edici ifadeleri
kırmak amaçlı değil, tartışmak amaçlı gündeme getirdiğimizin bilinmesini
isteriz.
“Önce
birbirimizi anlayalım, ondan sonra anlaşamazsak bile hangi temelde
anlaşamadığımızı bilelim” çağrısı anlamlı bir çağrıdır. Bu çağrıyı ete kemiğe
büründürebilmek için karşılıklı “anlaşılma” çabasında kavramları bilimsel bir
temelde kullanmalıyız. Gerek tarihi gerekse de bugünü tarif ederken, kavramları
eğip bükmek; ithal olmayana “ithal”, ulusalcı olmayana “ulusalcı”, entegrasyona
karşı direnene “entegrasyoncu” demek kimseye bir şey kazandırmayacaktır. Küçük
bir ülkede yaşıyoruz. Birbirimizi her gün görüyoruz. Kişisel kırgınlıklar
yaşansa dahi bunlar sıcak kanlı yapımızın da yardımıyla bir şekilde aşılır.
Ancak anlama ve değiştirme çabasında en büyük silahımız olan kavramların içini
boşaltmak sadece muhattaplarımıza değil en başta kendi düşünsel kapasitemize
zarar verecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder