29 Şubat 2012 Çarşamba

Ne Yapsak Nafile



Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...
Mücadele ateşinin halkımızın yüreğini sarmasına neden olan olumsuzluklarsa olduğu gibi durmakta...
Durmak bir yana her geçen gün artmakta...
Okullarda zorunlu din eğitimine ve yaz dönemlerinde çocuklarımızın uçaklarla kurslara taşınmasına karşı çıkıyorduk. Şimdi Yakın Doğu Üniversitesi bünyesinde ilk yılı ücretsiz İlahiyat Fakültemiz, Meslek Liseleri’ne sokulmaya çalışılan İmam Hatiplerimiz, devlet okullarında verilen Kur’an kurslarımız, hacılara hocalara peşkeş çekilen 200 dönümlük arazilerimiz ve TC Elçiliği tarafından dağıtılan binlerce Kur’anımız var...

***
Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...
CTP’nin medarı iftiharı Sözde Sosyal Güvenlik Yasası’na ve UBP’ye nasip olan Göç Yasası’na karşı çıkıyorduk. Şimdi bu yasaların içeriğinde bulunan ve sadece yeni işe girecek olanları kapsayan; kadınların yıpranma payının kaldırılması, emeklilik yaşının arttırılması, maaşların asgari ücret seviyesine yaklaştırılması uygulamaları tüm çalışanlara doğru yaygınlaştırılıyor...
***
Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...
Eğitimin ve sağlığın ücretsiz olmasını, özel hastanelere verilen teşviklerin durmasını talep ediyorduk. Şimdi muayeneden tutun da neredeyse doktorlara selam vermeye kadar her şeyi ücretlendiren sağlıkta piyasalaştırma saldırısı ile karşı karşıyayız...
***
Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...
“Hayır” dediğimiz, “olmaz” dediğimiz, karşısında mücadele ettiğimiz her şey müthiş bir aymazlık ve üstün bir utanmazlıkla uygulanıyor...
Yaşananlar öylesine akıl almaz, öylesine bir yüzsüzlükle hayata geçiriliyor ki; insanın inanası gelmiyor...
Devlet Hastaneleri’nin paralı olması durumunu ele alalım...
Anayasa’da “Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinda yaşayabilmesini ve tıbbi bakım görmesini sağlamakla ödevlidir” denmesine yani sadece vatandaşların da değil HERKESİN sağlık hizmeti almasından devlet sorumlu olmasına rağmen... Üstelik gene anayasaya göre devletin herkese eşit davranma zorunluluğuna rağmen... İlgili yasada sağlık hizmetlerinden para karşılığı yararlanma zorunluluğundan değil SADECE İSTEYENLERİN GÖNÜLLÜ OLARAK YAPACAĞI bağış ve katkılardan bahsedilmesine rağmen... Hepimizin bildiği gibi devlet hastanelerinde hastalardan çatır çatır para alınıyor...
Hiçbir yasada yeri olmayan bu uygulama, hem de hiçkimse tarafından savunulmadığı halde devam ediyor... Tek bir kişi, tek bir örgüt, tek bir oluşum çıkıp da böyle bir uygulamanın haklılığını savunamıyor, ama uygulama her ne hikmetse durmuyor...
Kendini başbakan zanneden kişi ile kendini bakan zanneden kişi; “Parası olmayandan tabii ki para almayacağız, sadece gönüllü olarak bağış yapmak isteyenlerden para alacağız” diyorlar... Kısacası gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar.
Bakın, Anayasa’ya aykırı, yasada yeri yok, başbakan ve bakan böyle bir uygulamanın var olmadığını söylüyor ama DEVLET HASTANESİNDE HASTALARDAN PARA ALINMAYA DEVAM EDİLİYOR...
Dahası var...
Emekli Dernekleri Eşgüdüm Komitesi, uygulamayı protesto etmek için hastanelerde eylem yapıyor. Eylem çerçevesinde polikliniklerden ücretsiz yararlanmak için sıraya giriliyor...
Ve şu işe bakın ki, eylemcilerden para talep edilmiyor...
Eylem saatleri için geçerli olmak kaydıyla para talep edilme uygulaması askıya alınıyor...
Eylemciler gider gitmez de hastalar tavuk gibi yolunmaya devam ediyor...
Eğer hastalara yapılan muamele yasalsa, eylemcilere de neden aynı muamele yapılmıyor? Yok eğer hastalara yapılan muamele yasal değilse, neden hala devam ediyor...
Bu kadar yüzsüzlük, böylesi bir utanmazlık karşısında ne yapılabilir gerçekten? UBP eskiden de şövenistti, faşistti, sermaye dostuydu, işbirlikçiydi, halk düşmanıydı. Ama en azından yaptığını savunacak kadar karakter sahibiydi...
***
Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...
Ne bütün halkın karşı çıkması, ne yapılanların yanlış olduğunun yapanlar tarafından da bilinmesi ne de bildiriler, mitingler, eylemler olanların olmasını engellemiyor...
Bu noktadan sonrası üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiriyor...
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Bu kara kabusun içinde hala bir umut ışığı var mı?
***
1789’da Fransız Devrimi ile tüm dünyanın kaderi değişti...
Fransa belki de yüz yıldır; yozlaşmış, çürümüş, halkına yabancılaşmış, miyadını doldurmuş bir sistemle yönetiliyor, yöneticiler hiç bir ahlaki sorumluluk hissetmeden sadece kendi anlık zevklerini düşünüyorlardı... Elbette yalakaları, dalkavukları, şak şakcıları da eksik değildi...
1700’lerin başında, Fransa’da tüm aydınlar büyük bir patlama, durdurulamaz bir isyan, şiddetli bir tepki bekliyordu. Avrupa’da neredeyse herkes, Fransız İmparatorluğu’nun sonunun geldiğine emindi... Onlara göre bu son, sadece bir zaman meselesiydi...
Oysa İmparatorluk en az doksan yıl daha yaşadı...
Takvimler 1789’u gösterdiğinde, Fransız tahtının geleceği garanti gibi görünüyordu...
Halk ümitsiz, yorgun ve inançsızdı...
Taht güçlü, kararlı ve amansızdı...
Ne Fransa’da ne de Avrupa’da hiç kimse Fransız İmparatorluğu’nun sonundan söz etmiyor, böyle bir olasılığa dahi ihtimal verilmiyordu...
14 Temmuz 1789’da Paris halkı Bastille Hapishanesi’ne doğru yürüdüğünde, şaşıran sadece İmparator değildi... İlericisinden gericisine Avrupa’daki herkes şaşırdı bu beklenmedik olaya...
Ve denildi ki; “değişim ne kadar yakındaysa o kadar görünmez olur.”
Ve denildi ki; “gecenin en karanlık saati sabaha en yakın olan saatidir”
Ve denildi ki;
“Yaşam Boyu Akmaz Kan ile Yaşım/Gün Olur Dikleşir Eğilen Başım
Matem Müjdeleyen Kanlı Baykuşun/Ocağına İncir Dikilir Bir Gün
Unuttu Dediğin Dost Seni Anar/Alnının Terini Sofraya Sunar
Sana Kutsal Gelen Bin Yıllık Çınar/Fiske Vuruşuyla Yıkılır Bir Gün” Kaplani
***
Şimdi, Kıbrıslı Türklerin toplumsal varoluş mücadelesi belli bir yere gelmiş ve tıkanmış görünüyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder