Gaile
Dergisi’nin 122. Sayısında Cemal Mert imzası ile yayınlanan “Kıbrıs’ta
Sosyalist Mücadele Geleneği ve İthal Sosyalist Kültür” başlıklı yazı, ülkemiz
solunun kendi tarihini öğrenmesi ve köklerini bulması noktasında önemli bir
uyarı içeriyor. Tüm dünyada tarih bilinci sol açısından salt bir bilgi yığılmasından
öte bir anlama sahip olmuştur. Tarih, geçmiş deneyimlerden çıkarılan dersler ve
geleceğe dair bir çıkarsamalar alanı sunması bakımından her zaman bugüne dair
bir olgudur. Bu yüzden de ne zaman nerede ne olduğundan öte bir geçmiş
değerlendirmesi boyutu taşır. Sol açısından geçmişin değerlendirilmesi,
geleceğin inşasından ayrı düşünülemez. Ve elbette, akademik kaygılar bir yana,
geleceği kurma iddiası olmadan geçmişi bilme kaygısı ortaya çıkmaz. İşte tüm bu
sebeplerle Kıbrıs’ta sol iddia taşıyan her kişi ve örgütün, dünya devrimci
pratiği kadar Kıbrıs devrimci, sosyalist, demokrat pratiğini de bilme çabası
içinde olması beklenir, istenir bir durumdur.
Ancak
Cemal Mert tarafından kaleme alınan makale, bu bilinen olguların yüzeysel bir
ön kabulüne yaslanıp yeterince işlenmemesinden ayrı olarak geçmişe dair ciddi
eksiklikler (yer yer yanlışlar) ve bugüne dair ise kabul edilemez haksız
yargılar barındırmaktadır.
Geçmiş
değerlendirmesi ve tarih bilincine sahip olunması noktasında Cemal Mert’in
doğru ön kabullere yaslanmakla birlikte, neden Kıbrıs devrimci pratiğini
öğrenmemiz gerektiğine dair doyurucu açıklamalar sunamadığını düşünüyorum. Kendi
yazısının ana fikrini okuyucuya yeterince doyurucu bir şekilde bulaştıramadığı
noktada ise yazısının aslında haklı olan ön kabullerinin, basit bir “çünkü bizim mücadelemiz Kıbrıs
coğrafyasında sürmektedir” dar yerelliğine indirgenmesinden kaçınmak mümkün
olamıyor. Oysa bu sorundan; biçimsel olarak yerel içerik olarak ise evrensel
olan sosyalist mücadele ile tarih bilimi arasındaki bağlantının izah edilmesi,
diyalektik bir yöntem uygulanmadan tarihin materyalist bir temelde
kavranamayacağının anlatılması yolu ile kaçınılabilirdi. Ne yazık ki felsefesi
eğreti kalmış olan makalede; evrensel ile yerel arasındaki ilişki gibi,
geçmiş-bugün-gelecek ve gelenek-hareket bağlantıları da öylesine
geçiştirilmiştir. Bu şekli ile makale, kendi yaptığı çağrının haklılığını
taşıyamamak bir yana tersine bir etki yaratmaktadır. Ben burada tarih
felsefesine girmek yerine, Cemal Mert’in çağrısına bir yanıt da olması
bakımından makalesinde bulunan geçmişe dair eksikliklerin ve bugüne dair haksız
yargıların kısa bir değerlendirmesini yapacağım.
Makale
Kıbrıs’ta derin bir sosyalist mücadele geleneğinin varlığını göstermek amacıyla
tarihteki önemli noktaların üzerinden hızlıca geçiyor. Ancak öylesine hızlı
geçiyor ki, Kıbrıslı Türk devrimcilerin (ve elbette solun genelinin) mücadele
kültürünü şekillendiren en önemli noktaların üzerinden atlamaktan kaçınamıyor.
Tarihe bakışını aile albümündeki fotoğraflara bakan bir akraba mantığına
sıkıştırması nedeniyle de herhangi bir geçmiş değerlendirmesi veya geçmişin
eleştirisi (özeleştirisi) nüvesine yer vermiyor. Kıbrıs Komünist Partisi’nin
(KKP) ortaya çıktığı ve ortadan kalktığı koşulların değerlendirilmesi, 1940’lı
yıllarda gündeme gelen AKEL’in KKP ile taban tabana farklı özelliklere sahip
olması önemsiz birer ayrıntı kabul ediliyor olacak ki sözü edilmeden
geçiştiriliyor. Oysa KKP’nin “Kıbrıslı
Türklerle birlikte anti-emperyalist bir mücadeleyi öngermesi”ne rağmen
AKEL’de böylesi bir politikanın olmayışı kendiliğinden gelişen tesadüfi olgular
değildir. Sol kendi tarihini öğrenirken böylesi kırılma noktalarını deşmek
amacıyla öğrenir. Aksi takdirde tarih denilen şeyin takvim denilen şeyden
herhangi bir farkı kalmaz.
Cemal Mert
makalesinde AKEL’in etkileşim kaynakları olarak Yunanistan komünistleri ve SSCB’yi
sunuyor. Ancak Kıbrıslı Türk solcuların Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal ile
ilişkileri ile AKEL’in SSCB ilişkisini karşılıklı olarak benzer, eşdeğer
ilişkiler olarak sunmak tam anlamı ile yanlışa düşmektir. Kamil Tuncel’in “Düşmana İnat Bir Gün Daha Yaşamak”,
Ahmet An’ın “İşçi Sınıfımızın İlk
Öncüleri” ve Hulus İbrahim’in “Mücadele”
isimli kitaplarına yüzeysel bir şekilde şöyle bir bakmak bile Kıbrıslı Türk
solcuların ana etkileşim kaynağının Türkiye değil AKEL olduğunu görmek için
yeterlidir. Türkiye Komünist Partisi’nin 1970’lere kadar yurtdışı bürosundan
ibaret bir yapı olduğunu bilen her kişi de bu durumu olağan karşılayacaktır.
Biz Kıbrıslı Türk devrimciler olarak, ülkemizde devrimci bir hareketin ortaya
çıktığı tarihsel ana kadar yaşam bulmuş her türlü demokrat, sol, sosyalist
mücadeleyi kendi geleneğimizin bir parçası kabul etmekteyiz. Bu tarihin
değerlendirilmesini ve ortaya konulan mücadelelerin tarihsel eleştirinin
süzgecinden geçirilerek kavranmasını da bir görev kabul ediyoruz. Bu konuda yaptıklarımızı
yazının ilerleyen bölümünde aktarmaya çalışacağım. AKEL’ci solun (halen AKEL’ci
olanların da AKEL’cilikten vazgeçenlerin de) kendi geleneklerinin, örgütsel
kültürlerinin tartışmasız parçası olan bu tarihi değerlendirip tartışmaya
açmamış olması Cemal Mert’i yukarda sözünü ettiğim hataya düşürmüş olabilir.
Ancak “bu coğrafyaya ait olan zengin
mücadele tarihi ve devrimci simgeleri bilmeden... başarılı bir sosyalist
mücadele vermek olası değildir” uyarısını yapan bir yazarın kendi mensubu
bulunduğu geleneğe ilişkin böylesi bir hataya düşmesi dikkate değerdir. AKEL’i
Yunanistan, Kıbrıslı Türk komünistleri ise Türkiye ile bağlantılı olarak
sunmak, daha 1940’lı yıllarda bugünkü bölünmüşlüğün nüvelerini aramak veya
geçmişi bugünün gözlükleri ile görmek yanılgısına yol açacaktır. Bugün kktc’yi
bir değer olarak kabul etme hatasının sol içindeki kökleri belki de buralara
kadar uzanmaktadır.
Kıbrıslı
Türk solunun doğuşunda tarihsel bir yere sahip olan Lefke Maden Grevi’nin, asla
azımsanmaması gereken Türk Eğitim Kulübü (TEK) pratiğinin ve 1958 kuşağının
yüzleştiği silahlı faşist TMT terörünün Cemal Mert tarafından sözü edilmeden atlanması
bu bağlamda belki de tesadüf kabul edilmemelidir. AKEL’in “yüksek” politikayı kendisine,
gündelik (sendikal-ekonomik-demokratik) mücadeleyi ise Kıbrıslı Türklere layık
görmesi hem eleştirilecek hem de bugünü anlamada faydalı olabilecek boyutlar
içermiyor mu? Bugün sendikal mücadele pratiğimizin hala siyasal partilerin
pratiğinden önde olmasının böylesi bir tarihsel kökeni olamaz mı? Ve siyasal mücadelede
AKEL politikalarına tabi kılınan Kıbrıslı Türk solcuların, öznesi olamadıkları
politikaların peşinde sürüklenmeleri değerlendirilmeye değmez konular mıdır?
Cemal
Mert, 1940-50 kuşağı Kıbrıslı komünistlerini Yunanistan ve Türkiye üzerinden
ayrıştırdıktan sonra, “Kıbrıs’ta iki
ulusal toplumun varlığı, Kilise öncülüğündeki ENOSİS mücadelesi, Kıbrıslı Türk
liderlerin de buna karşı Taksim tezini öne sürmesi, Kıbrıslı sosyalistler için
büyük bir açmazdı” diyerek mantık çemberini tamamlıyor. Oysa henüz daha
ulusal bilincin yeni uyanmakta olduğu bir toplumla (Kıbrıslı Elenler) uyumakta
olduğu bir toplum (Kıbrıslı Türkler) arasındaki ilişkileri tarihsel seyri
içinde bugün varılan noktadan değil, tarihin o döneminde sahip olduğu imkan ve
potansiyeller açısından değerlendirmek solun tarih felsefesinin temelidir. Cemal
Mert’in tek boyutlu, kaçınılmazlara dayanan ve siyasal öznelerin tavrına göre
değişme şansı bulunmayan tarih anlayışı, bize bugün yüzleştiğimiz her şeyin
zorunluluktan kaynaklı olduğunu anlatıyor. Oysa gerçek bambaşkadır. Evet,
yaşananlar Cemal Mert’in anlattığı gibidir. Ancak yaşanılması potansiyeli
bulunanlar çok daha farklıdır. Solun sadece yaşananların kaçınılmazlığını
değil, yaşanması olası olanların neden yaşanamadığını da araştırması gerekir.
Öncelikle 1955’e kadar gerçek anlamda iki ulusal toplumdan söz etmek ne kadar
doğrudur? Ayrıca ENOSİS mücadelesi sadece Kilise öncülüğünde mi yürütülmüştür?
AKEL’in ENOSİS’i savunmaktan öte bir dönem Kilise ile önderlik konusunda mücadele
dahi etmiş olması önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kıbrıslı Türk liderlerin Kıbrıslı Türk
toplumu içinde o dönemde etki alanı ne kadardır? Böylesi tartışmalı iddiaların
hepsi de sarsılmaz gerçekler gibi ortaya konulduğu zaman ve tarih bugünü
yaratan kaçınılmaz olaylar olarak aktarıldığı zaman, solun özündeki değişim ve
dönüşüm iradesini nereden ve nasıl türeteceğiz? Aslında siyasal olarak AKEL’e
tabi olan Kıbrıslı Türk komünistlerinin, AKEL’in tarihsel hataları nedeniyle
kendi toplumlarından dışlandıklarını söyleyebilmek gerekmektedir. AKEL’in
ENOSİS’i savunması Kıbrıslı Türk solcuları kendi toplumlarından tecrit etmiş,
Kıbrıs’ta yaşayan toplumlardan en azından birisinin ulusal nitelik kazanması
böylesi bir süreçte ortaya çıkmıştır. Uzun uzun anlatmasak da rahatlıkla şunu
söyleyebiliriz ki, “Kıbrıslı
sosyalistlerin” “büyük açmazı” Cemal Mert’in iddia ettiği şeyler değil,
AKEL’in ihaneti ve kendi siyasal tavır eksiklikleridir. AKEL’in KKP
politikalarını sürdürdüğü, Kıbrıslı Türk komünistlerin de özgüveni olan bir
siyasal odak olarak ortaya çıkmaya teşvik edildiği bir bağlamda, uluslaşma
sürecinin bambaşka mecralara yönelmesi elbette mümkündü.
1958 TMT
terör dalgası karşısında AKEL’den gelen talimatlarla sessiz kalınması ve
sendikal alanın dahi terk edilmesi veya Derviş Ali Kavazoğlu gibi müthiş bir
örgütçünün iç savaş koşullarında hala barışçıl araçların peşinde sürüklenirken
katledilmesi Cemal Mert tarafından hep önemsiz ayrıntılar olarak görülmüş olsa
gerek ki herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Yine Cumhuriyet
Gazetesi süreci ve Hikmet-Gürkan’ın vurulması sosyalist geleneğin birer parçası
değillermişçesine geçiştirilmiştir. Oysa İbrahim Aziz’in yeni yayınlanan “Perde
Aralığından” isimli kitabında avukatların Kavazoğlu ile olan bağlantıları gayet
net bir şekilde anlatılmaktadır. Tüm bu olaylar bugünün Kıbrıslı Türk toplumunu
da solunu da biçimlendiren kültürün, psikolojik reflekslerin geri planını
oluşturmaktadır.
Cemal
Mert’in hızlı Kıbrıs sol tarihinde 1958’lerden sonra sözünü edilmeye değer ilk
mesele CTP’nin kuruluşudur. CTP’nin kuruluşu elbette önemli bir olaydır. Ancak
Kıbrıslı Türk toplumunun Türklük yönünü korurken Kıbrıslı yönünü de keşfinde
bir mihenk taşı konumundaki KTÖS’ün 1968’deki kuruşu o kadar mı önemsizdir?
Özellikle de Cemal Mert’in “yerellik” vurgusu açısından bakıldığında KTÖS bu
topraklarda ortaya çıkmış özgün bir duruşu simgelemektedir. Ve beğensek de
beğenmesek de Kıbrıslı Türk halkının mücadele tarihinde dün değil 50 yıldır
farklı bir çizgiyi temsil etmektedir. CTP’nin 1970’teki kuruluşu da 1968’de
KTÖS’ün kuruluşu ile benzer saikler üzerinden gerçekleşmiştir. Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni yaşatmayı hedefleyen ancak Türklüğünü de ısrarla vurgulayan demokrat
bir karakterle simgeli CTP’nin “C”si Kıbrıs Cumhuriyeti değil midir? 1970’te
Kıbrıs’ta başka bir cumhuriyet var mıdır?
Cemal
Mert’in beraber ortaya çıkmış gibi sunduğu “CTP’nin
kurulması ve Türkiye’den dönen yüksek öğrenim gençliğinin katılması” aslında
farklı tarihsel konjonktürlerde meydana gelmiştir. 1970’lerde “yerel”
dinamiklerden beslenerek kurulan CTP, 1974’ten sonra “ithal” dinamiklerle
dönüşüm geçirmiştir. Bu noktada sözü edilen “ithal”at meselesini biraz
irdeleyelim. Sosyalist ideoloji evrensel bir fikri çizgidir. Marx’ı
Alman-Yahudi, Lenin’i Rus, Che’yi Arjantinli diye tanımlamak daha baştan
sosyalizmi anlamamaktır. Bu sebeple de Marx’ın, Lenin’in veya Che’nin fikirleri
Cemal Mert’in iddia ettiği gibi bize “yabancı” veya başka bir yere ait
olmadıklarından ithal da edilemezler, zaten buradadırlar. Sosyalizm özü
itibariyle evrensel biçimsel olarak yereldir ve sosyalizmin özüne ilişkin
fikirler tüm dünya insanlığının ve coğrafyalarının malıdır. Bu bakımdan 1920’li
yılların KKP’si veya sonrasının AKEL’i ne kadar “ithal” ise 1970’li yılların
sol içi bölünmeleri de o kadar “ithal”dir. 1970’lere kadar herhangi bir
bölünmenin olmaması, dünya sol hareketinde de o tarihe kadar bu kadar büyük bir
yarılmanın olmaması sebebiyledir. KKP-AKEL Kıbrıs’a nasıl girmişse 1970’li
yılların devrimci fikirleri de öyle girmiştir. Kaldı ki farklı sol fikirleri
birer zenginlik olarak görmek gerekirken AKEL’in hegemonyacı tavrının bir
türevi olarak “çatışma sebebi” olarak algılamanın kendisi bir sorundur. Üstelik
Cemal Mert’in “bölünme” üzerinden tanımladığı sosyalist akımlardan birisi olan
Halk-Der’in ayırt edici özellikleri yerelliğin tahliline önem vermesi, taşıma
taktiklere itibar etmemesi, kendi dışında bir merkezden yönetilmeyi reddetmesi
ve başka coğrafyalara ilişkin farklılıkları Kıbrıs coğrafyasında üretmemesidir.
Halk-Der’in kurucu kitlesinin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’de Kurtuluş ve
Dev-Yol örgütleri ile ilişkili öğrenciler olması da bunun en açık
göstergesidir. Bu örgütler Türkiye’de birbirine silah çekerken, bu örgütlere
mensup öğrenciler Kıbrıs’ta ortak örgütlenme içerisine girebilmişlerdir. Temel
motivasyon kaynağı “birleşme” olan Halk-Der’li devrimciler önce CTP’ye girmek
istemişlerse de, SSCB’nin mühürünü elinde taşıyan “süleyman”lar tarafından hem
DGD’den hem de CTP’den atılmışlardır. Bu atılmanın ana sebebi de Cemal Mert
tarafından iddia edildiği gibi, “çoğu
Kıbrıs gerçekleri ile bağlantılı olmayan sol tartışmalar” değil, tam aksine
Kıbrıs’taki mevcut durumun tahlili ve neler yapılması gerektiğine dair fikir
ayrılıklarıydı.
CTP ile
sonradan TKP’ye giren Halk-Der arasındaki üç ana tartışma başlığını
özetlediğimizde bu durum daha da net bir şekilde görülebilir: 1) CTP Kıbrıs’taki
mücadelenin “dünya sosyalist hareketinin merkezi olan” SSCB’ye tabi olmasını
savunurken, Halk-Der enternasyonalist dayanışma dışında hiçbir ilişkiyi kabul
etmemekteydi. 2) CTP Kıbrıs’ta AKEL’in de savunduğu gibi tek bir halk olduğunu
iddia ederken, Hallk-Der iki halkın varlığını tespit etmekteydi 3) CTP
parlamenter mücadeleyi merkeze alırken Halk-Der keskin bir parlamentartizm
eleştirisi yapmaktaydı. Görüldüğü gibi bu üç tartışma başlığının üçü de Kıbrıs
gerçekleri ile bağlantılıdır ve hiç de Cemal Mert’in ima ettiği gibi
“skolastik” tartışmalar değildir. Mücadelenin bir merkeze bağımlı yürütülmesini
savunanlar, daha sonra o merkezin buharlaşması sonucunda rahat rahat
kendilerine başka merkezler bulabilecek bir örgütsel kültür
geliştirebilmişlerdir. Aynı şekilde Halk-Der’in parlamentarizm eleştirisinin
parlamenter alanın reddine dönüştüğü nokatada Kıbrıs gerçekliğinde mücadele
imkanlarının daraldığı da ortadadır. Peki köklere dönmekten bahsedilirken,
“halk-halklar” tartışmasında haklıya hakkını teslim etmeyip bütün meseleyi
“anti-sovyetik”liğe bağlamak sosyalist geçmiş değerlendirmesi etiğine uymakta
mıdır?
Kısacası
“Kıbrıs’ta Sosyalist Mücadele Geleneği”nin önemsenmesine çağrı yapan makale
geçmiş mücadelelere dair ciddi eksikler ve yanlışlarla malüldür. Geçmişi hatalı
bir noktadan ve eksik bir perspektifle konumlandırdığımız zaman, bugünün
gerçekliğini de algılamakta haksızlıklar yapılması kaçınılmazdır.
Cemal
Mert, makalesinde Baraka’nın “politik
motivasyon kaynaklarının, Türkiye’de 1970’li yıllarda yaşanmış sol kültür ve
onun simge isimlerine dayandığını”, “Kıbrıslı
Türk sosyalist gençlerin kendilerini Türkiye’nin 1970’li yıllardaki devrimci
figürleri ile özdeşleştirmelerinin hayret verici”, bunun da “genç sosyalist militan kadrolarımızı kendi
ülkemizin somut mücadele zeminine
yabancılaştıran, mücadele bağlamını kaydıran, halktan uzaklaştıran,
marjinalleştiren ve başka bir biçimi ile Türkiye ile entegrasyonu besleyen bir
durum” olduğunu, “Che, Deniz Gezmiş,
Rosa Luxsemburg, Lumumba, Lenin, Castro, Mao ve Kautsky’nin bizim için eşit
önemde devrimci simgeler” kabul edilmesi gerektiğini yazıyor. Durum tam da
fıkradaki gibidir: Müslümanlıktaki kurban etme geleneğini anlatmaya çalışan
birisi “Bir gün dileği yerine gelmeyen Musa kızını kurban etmek istemiş, bunun
üzerine ona acıyan Allah da kurban etmesi için bir keçi göndermiş” demiş.
Dinleyenler şaşkınlıktan ne söyleyeceklerini bilemezken, sözü alan birisi de
bir kere o Musa değil Davut, ikincisi dileği yerine gelmediği için değil yerine
geldiği için kurban edecekti, üçüncüsü kurban edeceği kızı değil oğluydu,
dördüncüsü Allah acıdığı için değil memnun kaldığı için kurban gönderdi,
beşincisi ise gönderilen keçi değil koyundu ama en önemlisi Allah yoktur, bu
gelenek animizimden gelen bir ritüeldir demiş. Tıpkı bunun gibi yukarıda
komplike bir şekilde karıştırılmış ifadelerin hangi birisini düzelteceğimizi
bilemiyoruz. ,
Baraka
Kültür Merkezi Kıbrıs tarihini de Kıbrıs sosyalist, demokrat geleneğini de
yoğun bir şekilde araştırmakta ve belgelemektedir. Politik motivasyon
kaynaklarımız dünyanın her yerindeki devrimci kişi ve akımlardır. Bunu yaparken
de Türkiye-Kıbrıs-dünya gibi bir ayrım gözetmemekteyiz. Sosyalizmin evrensel
kültürünü kendi ülkemizin yerel dinamiklerini anlayarak harmanlama
gayretindeyiz. Sayın Cemal Mert’in tavsiyeleri için teşekkürler ancak iddiaları
sadece Baraka’ya değil sosyalist bilince yapılmış gerçek bir haksızlıktır. Yedi
yıldır üç aylık bir dergi çerçevesinde Kıbrıs’ın politik, ekonomik, tarihsel,
güncel, kültürel dünyasına katkıda bulunan, “Kıbrıslı Türk Devrimci Hareketi”
ve “Hemen Şimdi” isimli iki kitap yayınlamış, Film Atölyesi aracılığı ile
farklı boyutları ile Kıbrıs’ı anlatan iki belgesel üretmiş, Kıbrıs’ta barış
temalı kısa kurmaca filmlerden oluşan bir festival organize etmiş, Tiyatro
Ekibi vasıtasıyla Kıbrıslı yazarların oyunlarını güncele uyarlayarak sahneye
taşıyan ve binlerce biletli izleyiciye oynayıp ayakta alkışlanan, Kıbrıs’taki
mücadele geleneğinden öyküler, bazıları ilk kez seslendirilen anonim halk
türküleri ve kendi bestelerini içeren iki müzik albümü çıkarmış olan bir örgütü
“ithal” sosyalist öykünmeci bir yapı gibi sunmak gerçekten haksızlıktır.
Üstelik Baraka, 1958 kuşağından Fazıl Önder’in öldürüldükten sonra ülkemizde
ilk kez anıldığı etkinliğin organizatörleri arasındadır. Üstelik Baraka,
Kavazoğlu’nu gerek mezarı başında gerekse de etkinliklerle anmakta anmakla
kalmayarak mücadelesini eleştirel bir gözle değerlendirmektedir. Baraka, Kamil
Tuncel ve Aziz Barışoğlu gibi 58 kuşağından solcularla yakın ilişki geliştirmiş
onların fikirlerini saygıyla dinlemeyi bilen bir örgüttür. Baraka kendi
ülkesinin somut sosyalist mücadele zeminini bir kez değil, her defasında
yeniden ve yeniden tahlil etmekte, bu tahliller sonucunda ortaya koyduğu
“Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganı da “Evine Dön Ayşe” şiarı da geniş
kitlelerin dilinde yankılanarak, Baraka’nın fikrinin kendisinden önce yayıldığı
bir ortam yaratmaktadır. Bu da Ankara hükümetlerinin karşısında ceket ilikleyen
solcuların zeminini her geçen gün daraltmaktadır.
Cemal
Mert’in gözünde Türkiye solu ile enternasyonal dayanışmanın ve sosyalist bilincin
evrenselliği temelinde devrimci simgelerin paylaşımının nasıl bir
“entegrasyonculuğa” yol açtığı bizim için tam bir muammadır. Yoksa Cemal Mert
“Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganının insanları değil kurumları
hedeflediğini halkımız kadar bile anlamamış mıdır? Veya “Evine Dön Ayşe”deki
Ayşe’yi ekmek parası için adamıza gelen işçiler mi sanmaktadır? Yoksa ABD
emperyalizmine karşı mücadele veren Küba’daki devrimcilerin, en yakın
ilişkileri yine ABD’li sosyalistler Harry Magdoff, Paul Sweezy ve Leo Huberman
ile kurması Cemal Mert’in gözünde Küba’nın bağımsızlığına Che ve Castro
tarafından indirilmiş bir darbe midir?
Evet,
Baraka ayaklarını bu ülkenin topraklarına basan, sosyalizmin enternasyonal
değerleri yanında ülkemizin yerel koşullarını da değerlendiren devrimci bir
örgüttür. Bizim için, Che, Deniz Gezmiş, Rosa Luxsemburg, Lumumba, Lenin,
Castro, Mao ve Kautsky eşit önemde devrimci simgeler değildir. Kautsky gibi
dönekler ile Lenin gibi Marksistler arasında ayrım yapma ihtiyacı duyacak kadar
pratik, kişilerin fotoğraflarını taşımaktan ibret bir sosyalizm anlayılışını
yetersiz bulacak kadar teorik kaygıya sahibiz.
Baraka
Kültür Merkezi hakkında yapılan spekülasyonlar, tanıma kaygısı gütmeden ezbere
biçimlendirilen yargılar son zamanlarda artmaktaysa bunların sebebi, teorisi ve
pratiği ile giderek daha fazla kitleselleşmesidir. Ne yazık ki ülkemiz solunun
bazı kesimlerinde sağlıklı bir tartışma yapmak yerine asılsız iddialarda
bulunmak hala kendine yer bulabilmektedir. Denilmektedir ki “Baraka
marjinaldir”, denilmektedir ki “Baraka şiddete eğilimlidir”, denilmektedir ki
“Baraka ulusalcılık temelinde Genç Mücahitler ile aynı frekansta buluşmaktadır”
ve denilmektedir ki “Baraka entegrasyoncudur”. Her defasında yaptığımız çağrıyı
karşılık bulmayacağını bile bile yine tekrar ediyoruz. Bu iddiaların sahipleri
ile ister TV’de ister salonda her koşulda bilimsel bir zeminde tartışmaya
hazırız. Yanlışlarımızı kabul etmeye hazır olduğumuzdan ve hatamızı
gördüğümüzde özeleştiri vereceğimizden ne kadar emminsek, kapalı kapılar
ardında dedikoduların süreceğinden de o kadar eminiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder