Geçmiş, öylesine geride bırakıp ardımıza bakmadan yürüyüp
gidebileceğimiz bir şey değil...
Hele ki yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız,
sağaltmadığımız acılarla yoğrulmuş bir geçmişse bu...
Geçmiş, her zaman bugünümüzün içinde yaşar...
Hele ki, inkârla kaçtığımız, boyun eğerek teslim
olduğumuz, bastırarak yok saydığımız bir geçmişse bu...
İnsan, geçmişinin yarattığı, gelecek kurgusunun
şekillendirdiği bir bugünde yaşar...
İnsanlar için geçerli olan, toplumlar için de geçerli
değil midir?
Geçmişi ile hesaplaşamamış bir halk olarak Kıbrıslı
Türklerin, hem bugününün hem de geleceğinin hala geçmişin basıncı altında
eziliyor olması tesadüf sayılmamalı o halde...
İşte “Kayıp” oyunu bizi böyle bir yüzleşmeye,
hesaplaşmaya davet ediyor...
Geçmişimizi “sevmeye”, geçmişimizle “barışmaya”, onu
unutarak “yürüyüp” gitmeye değil...
Hesaplaşmaya, tam da ihtiyacımız olan şeye yani...
***
Bir ailenin günlük yaşamı temelinden; bir toplumun içsel
serüvenini, korku, coşku, unutma, hatırlama, yalnızlık ve kalabalık hallerini
böylesine estetik bir üslûp ve böylesine sıcak bir samimiyetle sahneleyen bir
tiyatromuz var...
Lefkoşa Belediye Tiyatrosu...
LBT, Aliye Ummanel yönetiminde çok cesur bir görevi sırtlandı
“Kayıp” oyunu ile ve büyük oranda da başardı böylesi zor bir işi...
Biz ne kadar inkâr etmeye çalışsak da günlük hayatımızın
içine sızıp hem geleceğimizi hem de bugünümüzü zehirlemeye devam eden
geçmişimizi; tüm açıklığı ile üstelik de sesini yükseltmeden, bağırmadan, bizi
itip kakmadan gösteriyor Aliye Ummanel...
Yüzümüze çarpmıyor, gösteriyor...
Yüzümüze çarpan bizim kendi utancımız, ki o hep oradaydı
zaten...
***
Uluslararası Tiyatro Festivali’nde de sahnelenmiş olan
“Kayıp” oyununu geçtiğimiz cumartesi gecesi izleyebildim...
Dede, anne ve oğuldan oluşan üç kişilik bir ailenin,
ortak bugünleri üzerine kara bir gölge gibi düşen geçmişleri ile tekrardan
karşılaşmalarını anlatıyor oyun...
Kayıp babanın kemiklerinin bulunması ile ailenin her
ferdinin kendi yalnızlığında boğuşmaya ve alt etmeye çalıştığı “geçmiş” yeniden
gelip kurulur evlerine...
O güne kadar her birinin kendi yöntemi ile ve yalnız
başına baş etmeye çalıştığı acı; gömüldüğü “çukur”dan çıkmış, kendine bir
“mezar” istemektedir...
Ya ortak acılarına birlikte bir mezar yapacaklar ya da
tekleşmiş hayatlarını mezarlaştıracaklardır... Çünkü oyunun en çarpıcı
cümlelerinden birinde de dendiği gibi “bu
toprağın altında ne kadar kayıp varsa üstünde de bir o kadar var”dır...
Oyun boyunca, geçmişin üzerimize çöken gölgesi ile
bugünün içinde kayboluşlarımızı, yüzleşemediğimiz acılarımızın altında
ezilmelerimizi, her birimizin kendi acısını yaşayış biçimini ve genç kuşağın
korunmak adına duygularını bir kabuk altına itişini izliyoruz kâh gülümseyerek
kâh hüzünlenerek...
Ve bunun böyle gitmeyeceğine ikna ediyor bizi oyun...
***
Ne yapmalı öyleyse? Nasıl etmeli de kaldırmalı geçmişin
gölgesini bugünün ve geleceğin üzerinden?
Bu soruya ve onun yanıtına dair öğelerle örülmüş bir oyun
zaten “Kayıp”...
Yüzleşme, dayanışma, empati, sevgi ve geçmişle
hesaplaşma...
Her birey için farklı pratiklerin biçimlendireceği,
farklı süreçlerin şekillendireceği geçmişten bugüne ve geleceğe bir yol, bir
köprü olarak aktarılıyor oyun boyunca...
Dedenin, annenin ve evlâdın teker teker yaşadıklarına
ortak bir isimle “hesaplaşma” da desek, her kişi için bunun farklı pratiklerden
oluşan bir biçime sahip olduğunu da net olarak görüyoruz...
Çok yönlü bir etkileyiciliğe, estetik bir aktarıma sahip
güçlü bir oyun kısacası karşımızdaki...
***
Ancak bu hesaplaşmada eksik kalan yönler de yok değil...
Kendi acısı ile yüzleşen, kendi geçmişi ile hesaplaşan
bireylerin, halkların; “diğer” halkın acısına empati yapmadan, onun acısını da
(bizim adımıza hareket edenler tarafından üretilmiş olan acısını da) anlamadan,
paylaşmadan yapabilmesi mümkün müdür bunu?
Kendi “kaybımızı” buluşumuz, “ötekinin” kaybını da
buluşumuz olarak yaşanmaz mı gerçekte?
Kişi sadece kendi acısının hesabını görmeye çalıştığında,
“ötekini” yeteri kadar anlayabilir mi?
“Bitmiş” bir “savaş”ın tek bir yanına tutsak da
ışığımızı, gerek acıyı üreten gerekse de bizim ürettiğimiz acıları deneyimleyen
özneler olarak “diğerlerinin” gölgesinin olmaması mümkün müdür o ışığın
altında?
Bizi birleştiren esas harç “ortak acımız” değil midir?
Ve “acımızı” inkârda, geçmişimizi “yok saymada” sadece
bireysel tercihlerimiz, kişisel “kaçışlarımız” mı yönlendirmiştir bizi?
“Kayıp yok, şehit var” siyasetleri ile acımız için bir
mezarı çok görerek hepimizi koskoca bir çukurun içine gömen kendi egemenlerimiz
ile yüzleşmeyi de kapsamaz mı “geçmiş ile hesaplaşma”…
“Diğerleri” ısrarla kayıplarını soruyor diye, siyasal
savaşımda geri kalmamak için “şehit”lerin “kayıp” olduğunu “bulan” o ruhsuz
bürokrasiyi de sorgulamak demek değil midir bu?
Tabii ki, bizim de kendi egemenlerimize ayak uydurmuş
oluşumuz gerçeği bağlamında, yine kendimiz ile hesaplaşmayı gerektirmez mi
böylesi bir yüzleşme?
Empati bir kez başladı mı, sınır çekilebilir mi ona?
İşte bunlar kaybolmuş “kayıp” oyununda...
***
Erol Refikoğlu, Hatice Tezcan, Erdoğan Kavaz, Osman Ateş
ve İzel Seylani yürekten ve gerçek bir içtenlikle ortaya koymuşlar
sanatlarını...
Aliye Ummanel’in müthiş bir estetikle örtüştürdüğü Hamlet
tiratları ise insanın boğazını düğümlüyor oyun boyunca...
Karakterlerin iç içe geçişleri; dedenin yönetmen, mezar
kazan gencin yılışık bürokrat, Hamlet’in dostunun
psikoloğa dönüşümü seyirciyi hayran bırakıyor...
İnsan; sanatın sırtını yere getirmeyen, yüzüne kendi
gölgesini düşürmeyen böylesi bir tiyatroya sahip olduğu için gurur duyuyor,
mutlu oluyor...
Ama insan bu, ne yapsan daha fazlasını istiyor...
“Ah o kaybolanlar da kaybolmasaydı keşke” diye iç
geçirmeden de edemiyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder