3 Kasım 1996 Pazar

Kültürler Karşı Karşıya - Bir tartışmanın düşündürdükleri

16 Ekim 1996 Çarşamba akşamı Sanatçı ve Yazarlar Birliği tarafından, KÜLTÜR POLİTİKALARINI TAR-TI-ŞI-YO-RUZ, adı altında Kültür Dairesi Müdüresinin de katıldığı bir panel düzenlendi. Her ne kadar birçok konuşmacının bilincinde oldukları kuşkulu olsa da, panel daha çok kültür politikalarına yaklaşımların farklılığı ile dikkat çekti.

1 Kasım 1996 Cuma

“Üniversiteler” Açılırken

Eylül-Ekim ayları, okul piyasasının kızıştığı aylardır. Ve bu aylarda ilkokul-ortaokul-lise ve üniversiteler yeni dönem kayıtlarını yaparak, derslerine başlarlar. Bu açıdan, bahsettiğimiz dört kurumun birbirlerinden hiçbir farkları yoktur.

“İktidar” Mücadelesi



Çoğu zaman; araçların amaç haline dönüştüğünden yakınırız ve araçların araç olarak, amaçlarınsa amaç olarak kalmasını kalmasını istediğimizi bu yolla ifade ederiz. Oysa her aracın kendi amacını içinde barındırdığını ve kullanılmasıyla zorunlu sonucuna (yani amacına) varacağını hiç düşünmemişizdir. Yani anlatmak istediğim şu: Ezme araçlarıyla kimseyi özgürleştiremezsiniz ve özgürlüğün kendi araçları yaratılmadıkça, özgürleşme adına köleleşmeyi getirirsiniz(1).

1 Ağustos 1996 Perşembe

Seçenekler



Dünyada ve ülkemizde son 10 yıla baktığımız zaman; hayatın her alanında yaşananlar umutsuzluk, yılgınlık ve bezmişlik diye özetlenebilir. Oysa 1900’lü yıllar insanlık için büyük bir umut ve özgüvenle başlamıştı.
Şimdiyse; herkes, dünyanın ne kadar ömrü kaldığını, ozon tabakasının yok oluşunu, hayvan türlerinin eriyip gitmesini, denizlerin kirlenmesini, doğal kaynakların tükenişini ve sonumuzun geldiğini konuşuyor. O kendine güvenen, hayata ve yaşama, en önemlisi; dünyaya meydan okuyan insanlık; kendini insan yapan (hayvandan ayıran) emek gücünden yabancılaştırılmış, atomize edilmiş ve (o koca kolektif üretim sürecine rağmen) tüketim adına yalnızlaştırılmış bir halde ölümü bekliyor.

Uyuriken Uyardılar



Kutlu Adalı’nın öldürüldüğünü 7 Temmuz Pazar sabahı öğrendim. O anki ruh halimi hiçbir şekilde anlatmam olanaklı değil. Çünkü bu olay, düşünen bir beynin, insanın, demokrasinin katledilmesinden, entegrasyon politikalarında bir adım olmasından öte; bazı kişilerin söylediklerinden farklı düşünen herkesin (ki buna ben de dahilim) tehdit altında olduğunun bir göstergesiydi. Bu ülkede, tehditlerden, bombalamalardan, bildiri ve köşe yazılarında yapılan salyalı, küfürlü “uyarılardan” sonra bir de cinayet işlenmişti. Ve bir arkadaşımın da dediği gibi, Kutlu Adalı cinayeti birçok şeyin değiştiği noktaydı, artık herkes duruşunu yenibaştan değerlendirmek durumundaydı.

Merhaba (Çatı Dergisi – Sayı 2)



ÇATI’nın ikinci sayısıyla karşınızda olmanın sevincini yaşarken; düşünen, üreten ve seven bir insanımızı kalleş kurşunlarıyla kaybetmenin acısını yüreğimizde taşıyoruz. Ancak herkes bilmelidir ki; düşünceye sıkılan kurşunlar, umuda sıkılmış demektir ve UMUDA KURŞUN İŞLEMEZ. Kendilerine yakıştırdıkları HAKLI yaftasıyla başkalarını 8silahla veya başka yöntemlerle) susturma hakkını elde ettiklerini zannedenler, bunu unutmazlar umarız. Daönce kaybettiğimiz değerlerimiz gibi KUTLU ADALI da bizim için bilincin ve vicdanın simgesi olarak yaşayacaktır. Susturacakları zannettikleri bizlerin değil, kendilerinin gerçek vatan haini olduğunu düşünceye ve düşünmeye sıktıkları bu hain kurşunlarla gösterenler, hiçbir zaman rahat uyuyamayacaklar. Düşüncede kaybettikleri bu savaşı, fiziki dünyaya taşımak isteyenler, burada daha başlamadan yenilmişlerdir. Bizlerin otomatik silahlarımız yok, ancak yine de buradayız ve yazıp çizmeye ve her satırımız ve kelimemizle onları yok etmeye devam ediyoruz. KORKAK OLANLAR GİZLENENLERDİR, ASLA GÖĞSÜ AÇIK GEZENLER DEĞİL.
Geçtiğimiz ay sadece olumsuz şeyler yaşanmadı. Demokrasi ve İnsan Hakları Hareketi, uzun ve tartışmalı bir dönemden sonra kurularak umudumuza ufuk kattı. Yeni bir kültür, yeni bir tarz, yeni bir ekol ve bir sivil toplum örgütü olarak DİH Hareketini en içten duygularımızla selamlıyor, örgüt yaşamında başarılar diliyoruz.
ÇATI, ilk sayısıyla bir çok eleştiri aldı. Dergimizi beğenmeyenler de beğenenler de vardı tabii. İlk sayımızdaki çeşitli baskı hatalarından dolayı, hepinize karşı mahcubuz. Ancak içeriğimize yönelik verebileceğimiz tek cevap şu olabilir; Bizler, tek sesli ve tek sözlü bir yapı oluşturmak için yola çıkmadık. Herkesin farklılığıyla ve hoşgörüsüyle yan yana durabileceği, tartışabileceği, kesişilen her noktada ortak tavır alabileceği, kimsenin kimseyi kendisine benzetme çabasına girmeyeceği, çoks esli, çok sözlü, çok kültürlü bir yapı için yola çıktık, ve asla bu hedefimizden vazgeçmiş değiliz.
Birbirlerinde buldukları her farklılıkta ötekini “tarihin çöplüğüne” savuranlar, dünyanın her köşesinde mitoz-mayoz bölünmektedirler. Ötekine tahammülü olmayanlar, TV’lerde, meydanlarda  kavga etmekte, birbirlerinin kuyusunu kazmaktadırlar. Ütopyasında kardeşlik ve barış olan insanlar, karşısındakine de (karşılık gördüğü müddetçe) öyle davranmalıdırlar. Çünkü ne kardeşlik ne barış ne de eşitlik idealleri ertelenemezler. Ve bugün hemen-şimdi ilişkilerimizde varolmalıdırlar. “Herkes”için barış, “herkes” için kardeşlik, “herkes” için eşitlik ve “herkes” için özgürlük diyerek yola çıkanlar; karşılarına “herkes” bile çıksa yine de savaşacaklardır. Bizler de “herkes”in bir parçası olduğumuza ve kendimizi kimseden ayrı, kimsenin üstünde, kimseden bilinçli bir pozisyona yakıştırmaya hakkımız olmadığına göre; yine çağırıyoruz: Haydi gelin kardeşliğin, barışın, sevginin, hoşgörünün, birlikte üretimin, paylaşımın ÇATI’sına bir parça da siz ekleyin;
DÜNYAYI VE KIBRISI BİRLİKTE YARATALIM.

Çatı, Sayı 2, Ağustos 1996

1 Haziran 1996 Cumartesi

Kıbrıs’ta Örgütlenme(me) Sürecinin Eleştirisi



Öncelikle ve özellikle belirtmek isterim ki; bu yazıda öncelikli ve özellikli amaç, örgütlenme adı altında –bir örgütün ne demek olduğunu bile bilmeden- girişilen ve örgüt kelimesinin içini boşaltmak suretiyle onu anlamsız kılan Kıbrıs örgütlenme pratiğini eleştirmektir. Başlıktan yanlış olarak algılanabileceği üzere, örgütsüz mücadeleyi seçen insanların hatalı, yanlış vs. pozisyonlarda oldukları gibi bir anlam ve/veya amaç bu yazıdan çıkartılamaz.

DAÜ’de Boykot



Tarih 27 Mart 1996 Çarşamba. DAÜ’de saat 2.30’da bir bildiri dağıtılıyor. Öğrenciler hareketli, heyecanlı. Bildirinin bir yüzü İngilizce bir yüzü Türkçe; ancak iki tarafta da dikkat çeken şey üç sütun üstüne kocaman yazılarla BOYKOT. Herkes birbirine “3.30’da Hazırlığın önünde” diye hatırlatmada bulunuyor.

Üniversite mi Ticarethane mi?



Bildiğiniz gibi, DAÜ öğrencileri; demokratik ve anayasal haklarını kullanarak 28 Mart günü derslere girmeme kararı almışlardı.
Bu karar; özet olarak harçlara, ÖYK ve ÖTK’nın bağımlı yapısına, tüzükteki anti-demokratik maddelere, yurtların yapısına (yemek çıkmayışı, sağlıksız ortam vs.) sağlık “tesisinin” yetersizliğine bir tepkiydi. Ancak öğrencilerin bilmedikleri bir şey vardı. DAÜ bir şirketti. Hem de parayı verenin değil parayı alanın düdüğü çaldığı bir şirket. Öğrenci kendi parası ile rezil olacaktı. İstemezse okumasındı. Zaten istemeyenler, bugüne kadar ödedikleri harç paraları gözönünde bulundurularak, TC’ye bedava gönderildiler (ya da diğer bir deyişle sınır dışı edildiler).

Kıbrıs’ta Kitap, Yayıncılık ve Sorunları



16 nisan 1996 Salı akşamı saat 20:30’da KSD salonunda, KSD 3. Kitap Fuarı etkinliği olarak bir panel yapıldı. Panel’in konusu Kıbrıs’ta Kitap, Yayıncılık ve Sorunları idi. Panele katılımcı olarak Pygmalion, AKÜ, Galeri Kültür, Işık kitabevi ve Başka Düşünce Dergisi çağrılmıştı.
Dinleyici sayısının pek fazla olmadığı panelde, Pygmalion temsilcisi: KKTC’de yayınlanan eserlerde yeteri kadar nitelik aranmadığını, esas olarak sanatçı kavramına uymayan kişilerin kısır ve niteliksiz ürünleriyle, birbirlerine çamur atarak kendilerini ön plana almaya çalıştıkları bi ortamın bulunduğunu söyledi. Bunun önüne geçmenin etkin nitelik aranması ile mümkün olacağını söyledi.
Galeri Kültür temsilcisi; ülkemizde kitap okuyanların sayısının çok az olduğunu, bir telif hakları yasamızın bile olmadığını, aslında çok zor ve riskli bir uğraş olan yayıncılığın en son kabul edilen, kitap ithalatı ile ilgili yasa ile daha da zorlaştığını söyledi. Bu yasaya göre, ithal edilen kitap sayısına bağlı olarak bu kitaplardan bellli bir kısmına el konuluyor ve bunların parası da ödenmiyor. Bu tür bir yapının ganimetçi bir yapı olduğunu ve eğer böyle giderse, yayıncıların darbe üstüne darbe yiyeceklerini belirtti.
AKÜ temsilcisi; kendilerinin kesinlikle kitap satışı gibi bir sorunlarının olmadığını söyleyerek, kurdukları yapı ile kitap, dergi, gazetelerini rahatça sattıklarını, bunu da örgütlü çalışmaya borçlu olduklarını belirtti. Standttan değil elden satışla okuyucuya ulaşılabileceğini ve bunun başka yolunun olmadığını söyledi.
Işık Kitabevi temsilcisi; aslında dünyada ayakta kalan fazla bir şey olmadığını söyledi. Dünyada ve TC’de her şeyin metalaştığını, en çok satan gzete, kitap ve dergilerin hep içi boş, dışı renkli olanlar olduğunu ve bunun ülkemize de yansımasının şaşılacak bir şey olmadığını belirtti. Bunu kırmanın tek yolunun bilgi edinmek için okuyan insan yaratmaktan geçtiğini söyledi.
Başka Düşünce Dergisi temsilcisi; yayın hayatında henüz yeni bir dergi olarak elbette bazı sorunlarının olduğunu, bunu aşmak için uğraştıklarını söyledi. Okuyucu azlığı ve ilgisizlik Başka’nın da yakındığı konuydu..
İzleyicilerin sorularıyla genişleyen tartışma esas olarak, sanat nedir, sanatçı kimdir, sanatın sanat olduğuna kim karar verir ve kitap etkinlikleri nasıl daha kapsamlı hale getirilebilir ekseninde gelişti.
Hararetli bir tartışma ortamından sonra, gecenin geç saatlerinde dalındı.

Yorum:
KSD’nin 3. Kitap Fuarı nedeniyle düzenlemiş olduğu panelde tartışılan bazı kavramlarla ilgili kişisel yorumum şu çerçevede olacak: NİTELİK. Çünkü esas olarak panelde tartışılan konu buydu.
Sanat eserini değerlendirirken katı nitelik saplantılarına girmeyi sakıncalı buluyorum. Çünkü “nitelik” dediğimiz şey de “iyi” ve “güzel” gibi göreceli bir kavramdır. Bir şeyi ben beğenirim “iyi” olur ki o “niteliklidir”. Beğenmediğim, sevmediğim şey de “niteliksiz” tabii. Böyle GÖRECELİ bir kavram üzerine binalar inşa edersek tabii ki yıkılacaktır. Örneğin gerçek bir müslüman için Kur’an; bilimseldir, evrenseldir, niteliklidir. Ama onunla aynı görüşte olmayanlar da vardır. Bu noktada tıkanır kalırsınız. Herkes kendi bakış açısına uyana sanat eseri der, ötekini aşağılar ki bu, sanat ortamında olması istenmeyen bir şeydir. Unutulmamalıdır ki standartlar herkese göre değişebilir. Ancak tek bir standart olmalı: “Herkesi kendi bulunduğun noktadan belirlememek.”
“Ama”  diyorlar, “insanlar pazara gidiyor, elmanın iyisini seçip alıyorlar. O zaman herkese göre ortak bir standar var demektir. bu sanat için de geçerlidir.” Sanatı elma yerine koyan anlayışa ne diyebilirim ki, o zaman sanatçı da manvdır. Oysa sanat, zaman geçtikçe sanat olur, elma zaman geçtikçe çürür.
Dünyanın her yerinde sanatı, sanatçıyı, niteliği, eleştirmenler belirlermiş, bir kalite kontrol mekanizmasının olması gerekirmiş ve sanatın başıbozuk bir hale gelmemesi için birinin çıkıp “dur” demesi gerekirmiş. İyi de sanatçı için karar verene kim karar verecek? Van Gogh gibi zamanında kendisi ile dalga geçilen ve açlıktan ölen bir adamın, bugün eserlerinin sanat şaheseri, kendisinin parlak sanatçı görüldüğünü düşünürsek buna sadece istisna diyebilir miyiz? Dünya tarihinde bunun tek olduğunu iddia etme gafletine dilimiz varır mı? O yükseklere çıkardığımız eleştirmenler Van Gogh hakkında ne demişlerdi acaba?
Sanat eseri zamana direnebilen eserdir. Amma bu ana kadar da herkesin emeğine saygı duyulmalıdır. Kimsenin sağa, sola sanatçılık payesi vermeye hakkı yoktur. O payeyi tarih verir.
Herkesin bir sanat tanımı ve sanatçı anlayışı olmalıdır. Ve herkes kendi bakış açısını sunmalı, tartışmalıdır. Ama bu, kimseye sanatı ve sanatçıyı belirlemek için merkezi bir konum verme aşamasına vardırılmamalıdır. Varırsa işte o zaman sanatın sonu olur. Çünkü sanat, özgür üretimdir.

Çatı, Sayı 1, Haziran 1996

Sıkılan İnsan



İnsanların günlük hayatta çözemedikleri, anlayamadıkları davranışları vardır. Kendileri çözemezler çinkü dikkat etmezler. Başkaları çözemez çünkü anlamazlar. Yani bu davranışlar ve duygular anlaşılmaz şeylerdir. Ama “asla anlaşılamazlar” diye düşünülmemelidir.
İnsan GEZGİN varlıktır. Belli an ve zamanlarda bağlanmak isteğini içinde duyar ama kalmaz. Biryerlerde otururken, başka bir şey düşünüyordur. Başka bir insan onun için sadece bir bağdır. Onu o ana bağlayan bir bağ. O andan ve o anda olanlardan hoşlanıyorsa o bağı ister. Ama asla bağlanmaz çünkü insan GEZGİN varlıktır.
Bunun anlamı; “insan gezgin varlıktır ve gezgin varlık olmayan insan değildir” şeklinde anlaşılmamalıdır. Sadece genel anlamda bir insan yapısından bahsediyorum ve tabii bu tanımın kapsayamadığı insanlar da vardır.
İşte başta bahsettiğim anlaşılmaz, çelişik davranışlar, ruh halleri bu önermeyle çözülebilir. Ama sadece yüzeysel olarak... İçerikse gezginliğin içeriği olmalıdır. Sıkılmak olgusu işte bunun temelidir. Sıkılan insan gitmek ister, o konuyu geçmek ister, başka bir yerde sıkılmamak orada kalmak ister. Ama yine sıkılır. Çünkü insanın sıkılmayacağı yer yoktur. İnsanı sıkan ne ortam ne de karşıdaki insandır. Yani bu anlamda sıkıcı insan yoktur, sıkılan insan vardır. Ve sıkıcı yer de yoktur.
Durmak, kalmak, durağanlık iyi bir şeydeir sanılmasın. Zaten gezginlik de tamamen kötü bir şey değildir. iyiyi bulana kadar gezmenin ne zararı olabilir? Sorun burada başlar. Peki iyi nedir?
1- İyi herkese göre değişir
2- İyi içinde sıkılınmayacak yerdir.
3- İyi buradan daha iyi olan yerdir.
İyi bir duygudur. İyi olduğu düşünülür, kötü (sıkıcı) olduğu düşünülür. Ama sonra vazgeçilir. Çünkü iyi aynı zamanda içinde sıkılınmayan yerdir. Ama her şeyden sıkılınabilir. Hele de gezgin bir varlıksanız! İnsan iyiyi bulmak için, sıkıntıdan kaçmak için gezer. Sonuçta tek yaptığı, anından memnun olmaktor ki bir süre sonra bundan bile sıkılır.
İnsan kaçaktır da denilebilir yani. Kaçmasının nedeni korkuyor olması değil, daha iyiyi bulup sıkılmamak isteğidir. Yani sıkılmamak için kaçar. Ayaklarıyla kaçar, aklıyla kaçar. Kaçaktır. Kaçak insanda, “niçin sıkıldım” sorusu yoktur, sıkıldım olgusu vardır. Sıkılmak bir olgudur kaçılamaz.
İnsan sıkılmaktan kaçamaz. Çünkü her ulaşılan iyi an onun için geçicidir. Aslında kalıcıdır ama sonuçta sıkıcıdır. Ve bu yüzden de mükemmel yoktur. Bu anlamda her zaman, daha iyi vardır. Kaçmak vardır, kovalayan yoktur.
Sıkıntıdan kaçılmamasının nedeni, onun insanı kovalaması değildir. çünkü sıkıntı insanın içindedir. İnsan tek kendinden sıkılmaz oysa. İnsan sıkıntıyı eninde sonunda yaşar, ne yaparsa yapsın. Bu da çok doğaldır ve hatta yanlış değildir. hep iyiyi aramak neden yanlış olsun ki?
Kaçmayı, neden kaçıldığını kimse anlamaz. Tek nedeni vardır oysa: Sıkıntı. İnsanlar birbirlerini anlamazlar çünkü sıkıntıyı kavramazlar. Sıkılındığını görmezler. İnsanlar gezgin varlıklardır. Sıkılırlar, kaçarlar ve gezerler. İşte bu yüzden gezgindirler.
Bu yüzden anlaşılmazlar, anlamazlar, anlaşamazlar. Aynı duyguları hepsi yaşar. Fakat farklı ve değişen zamanlarda. Biri anlık mutluluğunu yaşıyorken öteki kaçma isteğindedir. Aynı anda aynı duyguyu paylaşanlar için durum daha kötüdür. Aynı anda sıkılırlar ne yazık.

İnsan sıkılan varlıktır her anında
Farketmez kim olduğu yanında
Sıkıntı insanın içindedir
Çözülmez asla kaçmakla

Kalmak, körü körüneyse saçmadır. Amacı ve mantığı olmalıdır. Kalan insan zavallı değildir. mantıklıdır ve duygularına yön vermeye çalışmaktadır.
Eğer insan kendini değiştirmişse (gezginliği yoketmek anlamında değil, nedenini –yani sıkıntının nedenini- bulup yok etmek anlamında) bunu işte o zaman başarır. Kendini değiştirmek, duygularını anlamak; sıkıntıdan, kaçmaktan ve gezginlikten kurtuluştur. İnsanllıktan çıkış değildir. sadece genel bir insan olmaktan çıkıştır, özel bir insan olmaktır.

Körü körüne kalansa sıkıntıdan asla kurtulmuş değildir. sadece kaçmaktan kaçmıştır. Yani kaçamamıştır. Bu anlamda hala gezgindir. Sadece gezginliğin farklı ve daha kötü bir boyutundadır. Ve kaçmaktan kurtulamadığı sürece de bu boyutta kalır.kalıcı bir gezgin, kaçak bir gezgindir.

İnsan gezgin bir varlıktır yaşamında
Gezer kaçmak isteği ve dygusuyla
Kaçmaksa hiçbir şeyi çözmez
Anlık sıkıntılardan başka

Çatı, Sayı 1, Haziran 1996

Çıkarken: ÇATI





Sevgili Arkadaşlar,
Şimdi ellerinizde tutmakta olduğunuz dergi, yoğun bir tartışma ve emek sürecinin sonucudur. Aylar öncesinden başlayan, “üreten, szöü olan herkesin rahatça kendini ifade edeceği bir dergi” arayışının somut bir ürünü de diyebiliriz ÇATI’ya.
Bu ilk sayıyı hayata geçirinceye kadar yaşadıklarımızı anlatmak çok da anlamlı değil. Çünkü anlamlı olan; bundan sonra hepbirlikte neler yapacağımızdır. Ülkemizin içinde bulunduğu “kördöğüşü” ancak; yakılacak ve yaşatılacak bilgi ışıklarıyla bir son bulacaktır. Bu da; kafa ve gönül birlikteliğiyle, en küçük bir bilgi kırıntısına bile sahip çıkmamızla mümkün olacaktır.