1 Kasım 1996 Cuma

“İktidar” Mücadelesi



Çoğu zaman; araçların amaç haline dönüştüğünden yakınırız ve araçların araç olarak, amaçlarınsa amaç olarak kalmasını kalmasını istediğimizi bu yolla ifade ederiz. Oysa her aracın kendi amacını içinde barındırdığını ve kullanılmasıyla zorunlu sonucuna (yani amacına) varacağını hiç düşünmemişizdir. Yani anlatmak istediğim şu: Ezme araçlarıyla kimseyi özgürleştiremezsiniz ve özgürlüğün kendi araçları yaratılmadıkça, özgürleşme adına köleleşmeyi getirirsiniz(1).

Özgürlük; kadercilik, boyun eğme ve dayatmaları sırf dayatmadır diye (yada dayatanlar bizden daha güçlü, kurnazdır diye) kabullenmek olmadığına göre, “her şeye” rağmen “her şeye” karşı kendini dayatmaktan başka yolu olmayan bir yaşam TERCİHİDİR.
Tarih boyunca ezenler, ezilenlere hep farklı farklı ezilme tercihleri (seçenekleri) sunmuşlardır. Seçmek, özgürlükle özdeşleştirilmiş, insanlarda böyle bir yanılsama yaratılmıştır. Kendi dışında üretilen ve yine kendi dışındaki çevrelerin çıkarları ile iç içe geçen farklı seçenekler, özünde birer seçenek değil dayatmadırlar. Özgürlükse, seçme özgürlüğü ile sınırlandırılamayacak kadar geniş bir “şey”dir. Özgürlük kendi tercihlerini YARATMAK (imal etmek, üretmek)tır.

Bir yol ayrımındayız artık: iki seçenek dayatıyor bize “zaman”. Seç birini ve perçinle köleliğini, yada yarat alternatifini ve başlat kendi özgürleşme sürecini. HEMEN ŞİMDİ!
Hemen Şimdi! İşte tam da bu anlamda anlaşılmalıdır. Yani kendi özgürleşme sürecini ŞİMDİ başlatmak, bunu ertelememek; kendi özgürlüğüne ve özgürlük mücadelene yabancılaşmamak için HEMEN ŞİMDİ! Yoksa hiçbir şeyin sihirli değnek dokundurulmuş gibi bir anda değişmeyeceğini herkes bilmektedir. Ama yine herkes bilmektedir ki, bu uzun ve yorucu süreç HEMEN ŞİMDİ başlatılabilir.
Eğer tarihi yapan insanlarsa ve insanlar tarihi kendilerinin seçmedikleri koşullar altında yapıyorlarsa; mücadelesi verilen bir ileri adım, sadece bir geri adımdaki imkanlar ölçüsünde “mükemmel” olacaktır. Ancak yine de tarihi yapan insanlardır ve zamanın kendi başına bir “hedefi”, “ereği” yoktur, olamaz. Yani varılacak yere ancak ve ancak mücadeleyle varılabilir. Oturup beklemeyle tarih ilerlemez ve ilerlemeyecektir de.

Kıbrıs
Şimdi bütün bu saptamalardan sonra bir de ufak Kıbrıs değerlendirmesi yapalım:
Kıbrıs’ın kuzeyindeki insanlara bugün, iki ezilme şekilden birini seçmeleri dayatılıyor. (Aslında sırf bu bile yanılsamadır. Kimsenin kimseye seçenek sunduğu yoktur. Çok “saygıdeğer” emperyalistlerimiz ne isterlerse o olacaktır Kıbrıs’ta. Ve bizler Kıbrıs sorununun Avrupalarda, amerikalarda çözülmesini bekleyen zavallılara indirgenmiş bulunuyoruz.) Seçeneklerde bir tanesi ABD-Avrupa ortak yapımı AB, öteki ise “anavatan” imalatı entegrasyon. Seç seçebildiğini...
Kimileri diyorlar ki; “eh madem ki biz sadece ‘dünyada küçücük(!) bir adayız’, madem ki onlar daha güçlü(kurnaz), bari biz de kötünün iyisini seçelim. Girelim AB’ye. Hem orda insana, hayvana, doğaya saygı var. Demokrasi var, hak var, hukuk var. Paramız, yaşam düzeyimiz yükselir, turzimimiz gelişir... Tamam eziyorlar ama, ezmeden eziyorlar.”     
Kıbrıs adasında çoğu insanın benimsediği bu görüş, ekonomik çıkarcılık ve siyasi kolaycılığın en güzel örneklerinden biridir ve iktisadi aklın sınırlarını zorlamaktadır. Böylece özgürlük ve özgürleşme sanki başkaları tarafından verilebilirmiş gibi, kendi mücadelenle yaratmadan onlara sahip çıkabilirmişsin gibi bir yanılsama yaratıyorlar. Sonra da sanki onlara fikirleri sorulmuş gibi fikir yürütüyorlar: “AB’ye girelim”, “yok yok entegrasyon yapalım.”
Uyanın beyler, uyanın! Sizlere bir şey soran, fikrinizi almak isteyen yok. Terchleri onlar yaratmışsa, kararı da onlar verecektir elbette. Hem eğer bir özgürlük mücadelesi verecekseniz, bunu niye entegrasyona veya AB’ye erteleyesiniz ki? Şimdi’den başlamak dururken, hem de daha anlamlıyken, okuduğunuz gazelleri kimse dinlemiyor.
Dayatılan iki seçenek de köleleştiricidir. Kıbrıs’ın tarihi boyunca süregelen “birilerinin boyunduruğu altında yaşam” sürecinin devamından başka bir şey değildir. ve barış, iki halkın kendi kararı ve yaşamı olacaksa buna kimse karıştırılmamalıdır. Ancak yeni bir alternatif (ama Kıbrıs’ta yaratılacak bir alternatif) özgürleştirici olabilir. Ve esas tercih özgürleşmekle köleliğin tasdiki arasındadır.
Kimse bu yazıdan, hazır çözüm paketleri bekelemesin. Yazarın elbette kendi çözüm önerileri vardır. Ancak asıl olan; kendi alternatifini yaratma, verili koşulları sorgulama ve neyin kölelik, neyin özgürlük olduğuna karar verme sürecini herkesin kendisinin başlatmasıdır. Bugünden başlatılacak bir özgürleşme mücadelesi sonuçta AB’ye veya çok farklı bir sonuca varabilir. Yine de asıl olan bu işin, bugün bizim kendi öz irademizle başlamasıdır.
Bu yazı içerisinde illa ki bir “seçenek” yaratmam bekleniyorsa şunu söyleyebilirim: Bizler (Kıbrıs’ta yaşayan bütün insanlar) kendi özgürleşme mücadelemizi verelim, istediğimiz her ne varsa onları yaratmaya bugünden başlayalım ve AB seçeneğini (AB ancak biz taraf olduğumuz zaman dayatma olmaktan çıkar ve seçenek haline gelir) işte bu süreç içerisinde kendi irademizle ve taraf olarak değerlendirelim. Kabul edelim veya etmeyelim. Ama iplerin bizlerin ellerinde olmadığı bütün ilişkileri (aslında bu tür bir şey bir ilişki değil ilişkisizliktir) reddedelim.

Dünya
Dünyada yaşananlar bizim yaşadıklarımızdan pek de farklı değildir. sözde sosyalizmin yenilgisiyle “Yeni dünya Düzeni” –ki aslında bu bildiğimiz emperyalizmdir- aklına gelen her şeyi evrensel bir doğruymuş gibi dünya halklarına dayatmaktadır. Ve bugün insanlık, hayatın her anonda, kendi dışında üretilmiş seçeneklerle baş başa kalıyor. Aslında bugüne kadar sol olarak kabul edilen gelenek; bütün umudunu yükselen devrimci dalgalara dayamış bir gelenekti. SSCB ile yükselen dalga, ikinci dünya savaşı, Şili, Küba, Kore, Viyetnam, İspanya, Çin ve 68 özgürlük hareketi ile doruğa varmıştı. Bütün dünyada gençlik, kadın ve çevre hareketleri “sol” alterantifi güçlendiren hareketlerdi. Ancak herşeye rağmen bu “sol” dünya çapında sınıfta kaldı. Dalga geri çekilince bütün “sosyalistler” bukalemun gibi renk değiştirdiler. Yeni koşullara ve ortama uyum sağlayarak, bir zamanki deyimleriyle “tarihin pususuna” yattılar...
Koskoca bir dönemi bir paragrafta geçmek imkansız ancak benim esas tartışmak istediğim, reel “sol” yapının iç yetersizlik ve çarpıklıklarıdır. Çünkü koskoca bir dünya devrimi fırsatı tepilmiş, insanlarla insani bağlar kurulamamıştır. Bunun esas nedeni de, otoriyter, disiplinci, insan özgürlüğünü devrimden sonraya erteleyen, kaderci ve katı merkeziyetçi örgüt pratikleridir.  Tüm bu eksileri “sol” partilerin, en kitlesel oldukları anlarda bile, halkın bütününe güven verememelerine ve halk tarafından “gerçek bir alternatif” olarak kabul edilmemelerine  neden olmuştur. Devrimcilik adına insanların içine konmaya çalıştığı mengeneler dönüp dolaşıp devrimi un ufak etmiştir.

İktidar
Şimdi esas söylenmesi gereken şudur: devrim, otoritenin ve iktidarın yok edilmesi için gereklidir. Yoksa iktidar şunda olmuş, bunda olmuş bir şey farketmez. Evet iktidar denilen tarz, bir araçtır.  Ama kesinlikle özgürlüğün aracı değildir ve özgürlük mücadelesi; hem bir araç hem de bir amaç olarak iktidar olmayan bir iktidarı hedeflemelidir. Yoksa yabancılaşma kaçınılmazdır.
Bu yabancılaşma; halka, devrime ve kendimize yabancılaşmadır. Zorunluluklar ve verili ilişkileri kavramalı ve aşmalıyız yoksa sistemin farklı bir versiyonunu üretmenin ötesine geçemeyiz. Böylece kendi kendimizi tüketiriz.(2)  
Bugün hem Kıbrıs’ta hem de dünyada Sivil Toplum Örgütleri, mesleki birlikler ve sendikalar hayati öneme sahip bir taktiksel potansiyeli, içlerinde taşıyan yapılardır. Bu yapılar, sadece kendi alanlarında verecekleri bir mücadeleyle; iktidarı dört bir yandan sıkıştırabilir ve çok güçlü bir kamusal ağ yaratabilirler. Aynı zamanda üyeleri (ve üyeleri aracılığıyla halk) üzerinde çok büyük bir bilinçlenmenin başlatıcısı olabilirler. Hem meşru hem de demokratik bir zemine dayanmış olduıklarından iktidarı içine alacakları çember (hiçbir dalganın yükselmesini beklemeden) her adımda daraltılabilir ve bilinçli bir müdahaleyle halk, yeniden bir düzenlemeyi, söz-yetki-karar haklarını kendi ellerine alabilir.
Tabii ki bunun koşulları yaratılmadan, bu bir hayalden öte bir şey değildir. ve tabii ki; sağda solda koşuşturan, örgütsüz ve dağınık bireylerle bunun koşulları yaratılmaz. Olsa olsa enerji tüketilir, günlük işler başarılır. Ama iktidar olmayan bir iktidarı hedefleyenler uzun erimli düşünmek zorundadırlar. Salt bugün için yapılanlar, yarını garanti edemez. Ve halka kendini anlatamamaya, “anlaşılamayan” olmaya mahkumdur.

Örgütlenme
Halka kendini anlatmak, ilişkileri bir hedefe yönlendirmek, yapılacakalrı planlamak ve günü gününe tahlil etmek örgütlenme işidir. Ve bu örgüt öncü PARTİ’dir. Ancak unutma ki “Kendine öncü misynu biçmen, bunu kendinden menkul bir kazanılmış hak olarak başkalarına dayatmana yol açmamalı. Bu sıfatı göbek adınmış gibi, doğuştan konuş, değişmez ve değiştirilemez bir özelliğinmiş gibi telaffuz etmemelisin(3).”Ve partisiz bir mücadele, ayakkabısız bir koşuya benzer. Daha koşuya çıkmadan yenilgi garantidir. Parti biraz önce kurduğumuzz denklemdeki bir eksikliği de giderecektir; Bilinçli Müdahale, DEVRİM(4).
Geçmişin bütün hataları bugün gözlerimizin önünde. Ama geçmiş hakkında tartışacağımız şey PARTİ olmamalı. Esas tartışılması gereken partinin içeriğidir. Sorumluluk ve disiplin kime karşı ve niçin olmalıdır?  Parti içi demokrasi nedir? Demokratik merkeziyetçilik bugün için gerekli midir? Merkez Komite her zaman haklı mıdır? Ve hatta Merkez Komite gerekli midir? Gerekliyse niçin?
Niyetim sorular sorup cevapsız bırakmak değil. Mutlaka herkesin bu sorulara kendince bir cevabı vardır. Ama gelin bir daha düşünelim; eğer özgürlük için ve iktidarı yok etmek için mücadele ediyorsakk, parti içi ilişkilerimizde neden bir otorite yaratalım? Yoksa bizler sözde geçici ve istisna için oluşturulan yukardan aşağıya disipliner yapıların, sonuçta totalitarizme vardığını SSCB deneyiminden öğrenemedik mi?(5)
Bunların hepsi yazının başında geçen “araç-amaç” bağlanmında sorgulanmalıdır. Kıbrıs’ta yaratılacak bu türden bir işleyiş (Parti-Demokratik Kitle Örgütleri-Halk) hem kuzeyde hem güneyde ve birbiri ile ilişki içerisinde gelişmek zorundadır. Bunun koşulları da vardır. 1 Eylül bu açıdan büyük bir deneyimdir. Kuzeyde örgütlenen bir dizi eylem, sınır olayları nedeniyle moralsizliğe kapılmış güneylilerde hemen yansımasını bulmuş, bir hafta geçmeden destek mesajı ve bir barış gecesiyle dayanışmanın ilk adımı atılmıştır. Ama bu ilişkinin Yunanistan ve Türkiye ayakları da kesinlikle gözardı edilemez. Hem Yunanistan hem de Türkiye’deki devrimci, demokrat güçlerle birlikte yükseltilecek bir kavga, dünya arenasında verilecek bir onur mücadelesine dönüştürülür ve safların da belirlenmesiyle son vuruş yapılabilir.
Ancak tüm bu anlatılanlar, elbette burada özetlendiği gibi kolay değildir. Ve ne kadar zor olacağını da süreç yaşanmadan kimse bilemez. Söz konusu olan koskoca bir ilişkiler ağıdır ve bu arada anti-barışçı ve şövenist güçler de oturup tüm bunların başarılmasını beklemeyeceklerdir elbette. Yine de ilk adım, bulunduğumuz yerde belirleyici olmakla atılabilir. Mücadele geliştikçe tüm halkı (kuzey-güney) içine çekecektir.

Sonuç
Tüm bunların temeli yeni bir sosyalizm, yeniden bir sosyalizmdir. Ekonomiyi ve iktidarı değil İNSANI merkez alan bir sosyalizmdir. Yıllar öncenin tartışması, “sanat kimin içindir”; bugün herkes ezberlemişçesine cevap veriyor, “toplum içindir.”
Nasıl hastaneler, teknoloji, eğitim ve sanat toplum içinse, DEVRİM de toplum içindir.  Ve bunların hepsi, toplumal beraber, toplum tarafından toplum içindir. Asla topluma rağmen değil.
Sosyalist birey tüm bunların bilincindeki bireydir. Kendi varoluşunu ancak toplum içinde ve toplumla birlikte yaşayabilen, yabancılaşmamaış biir birey olarak sosyalist birey “en birey”dir. Yeni sosyalizmin yapıtaşları da sosyalist bireylerdir. Burada herkes kendisi bir iktidardır. İktidar yoktur.
İnsan olmak, hissettiğinin eyleminde olmaktır. Özgür hissetmektir. Kendini özgür zannetmek değil, hislerinde özgür olmaktır.
Beklerken özgür olunamaz.
Devrimi beklerken, barışı beklerken, sevgilini beklerken... Beklemek bağımlılıktır. Beklediğin şeyi beklemeye bağımlı olmak. Ve insan ancak yaparak özgürleşir. Özgür hissettikelrini yaparak. Bu yüzden şimdi yola çıkmak zamanıdır. Bunca durduğumuz, bunca beklediğimiz yeter; imdi yapmak zamanıdır.
“Sosyalizm” öldü, yaşasın SOSYALİZM.
 ----------------------------
(1) “Amaç araçtır, araç da amaçtır.” Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları
(2) “Efendisini taklit eden köle, onun sadece aşağılayıcı bakışlarını hak eder.” Charles Fourier, Geleceğin Aşk Dünyasından, Pencere Yayınları
(3) Melik Pekdemir, Kuralsızlığın Kuralları, Başak Yanınları
(4) “Ezen ezilen çelişkisinin çözümlenişi gerçekte, ezilenlerin sınıf olarak ortadan kalkmasını içerir. Bununla birlikte eskinin ezilenlerinin, eski ezenlerine dayattığı ve eskinin ezenlerinin önceki konumlarını yeniden kazanmalarını önleyen kısıtlamalar baskı/ezme oluşturmaz.” Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları
(5) “Önderler, ezilenlere sözümona düşünemyen ve sadece eylem yaptırılan şeyler muamelesi yapamaz. O zaman ezilenler gerçekte manipüle edilmeye devam edeceklerdir. Ve bu sefer manipüle edenler, manipülasyonun sözde düşmanları, yani önderler olacaktır.” Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder