1 Ağustos 1996 Perşembe

Seçenekler



Dünyada ve ülkemizde son 10 yıla baktığımız zaman; hayatın her alanında yaşananlar umutsuzluk, yılgınlık ve bezmişlik diye özetlenebilir. Oysa 1900’lü yıllar insanlık için büyük bir umut ve özgüvenle başlamıştı.
Şimdiyse; herkes, dünyanın ne kadar ömrü kaldığını, ozon tabakasının yok oluşunu, hayvan türlerinin eriyip gitmesini, denizlerin kirlenmesini, doğal kaynakların tükenişini ve sonumuzun geldiğini konuşuyor. O kendine güvenen, hayata ve yaşama, en önemlisi; dünyaya meydan okuyan insanlık; kendini insan yapan (hayvandan ayıran) emek gücünden yabancılaştırılmış, atomize edilmiş ve (o koca kolektif üretim sürecine rağmen) tüketim adına yalnızlaştırılmış bir halde ölümü bekliyor.

Son 10 yıldır dalgalar geri çekiliyor, umutlar yıkılıyor ve her seferinde başka bir “büyüğe” bel bağlanıyor. Ama diyalektik hep işliyor ve o “büyükler” birer birer doruklardan düşmeye devam ediyorlar. Tabii onlarla birlikte, umutlar, hayaller, beklentiler...
Oysa düşünsel birikimimiz; büyük, güçlü ve egemen olanı, her şeyinin doruğunda olanı değil, her zaman gelişmekte ve doğmakta olanı desteklememiz gerektiğini öğretmişti bize. Unuttuk yada unutturdular, ne farkeder! Önemli olan, dalgalara bağlanan umutlarımızın, dalgalar çekilince bizi eskisinden de geriye götürdüğü değilse, nedir? Eski mevzilerimizi bile koruyamadık. Yenilgilerimizden ise ders çıkarmak bir yana, her seferinde daha da körleşerek yaşamımızın anlamını tüketime endeksledik. Tükettikçe daha anlamlı olacağımızı sandık.
Kıyafetler, arabalar, müzikler, Tvler, insanlar ve hatta kendimizi bile değiştirdik. Dostlarımızı, arkadaşlarımızı, sevgililerimizi tükettik. Nasılsa yalnızdık, değiştirdikçe var olacaktık. Bir gün bizim için en önemli olan, bir hafta sonra aklımıza bile gelmedi. Medya diye bir şey çıktı sonra, yeni şarkıcılar, spikerler, haberler, değişen gündemlerle ufuksuzluğumuz her seferinde daha da genişledi, burnumuzun ucunu göremez hale geldik. Tercihlerimiz bize dayatılır oldu. İradesizleştirildik.
Yok muyduk, var mıydık, neydik? Tarihin bin yıllar önce sorduğu soruları, Atina sitelerinde sorulmuş soruları, Fransız Devrimi’nde Fransa’da, 1848’de Almanya’da, İngiltere’de çözülmiş soruları sormaya başladık. Yenilen bütün halklar gibi, ruhlara, tinlere sarıldık. Peygamberler, elçiler, ruhlar düşün yaşamımızda hızla yer buldu. Onları bile tükettik. Her seferinde bir yenisi, eskisini unutturarak geldi. Savaş, hayatımızın her anında vardı. Dakika dakika yaşadık savaşı. Krizler patlak verdi, şoklar, skandallar renksiz yaşamımızı renkelendirdi.
Konuşacak bir şeyler, fikir yürütecek seçimler hep seçeneksizliğimizi daha da derinleştirdi. Sağımızı, solumuzu, önümüzü göremiyorduk; geriye bakıp geldiğimiz yönü görmek hiç umurumuzda değildi. Tarihsel birikimi hatırlatanlara kızdık. Çünkü 1900’lerin ağzı ile konuşuyorlardı. Bizse 200’li yılların uzay insanlıyıdık. Hiçbir dünyalının tarihte yapmadığı kadar kendimizi yücelttik. Biz şöyleydik, biz böyleydik. Hem alçakgönüllülük de neydi? Feodal bir değer! Onur gibi, namus gibi. İnsanlığımızı sattık. 2000’li yıllar adına artık onursuz ama büyük bir “uzay insanlığı”ydık.
Seçenekler yarattık, seçenekler tükettik. Düştükçe düştük, battıkça battık. Ama hep haklı nedenlerimiz, bahanelerimiz vardı. Hep haklıydık, hiç hasız çıkmadık. Bizi uyaran bozguncular da gittikçe azalıyordu nasıl olsa. Bu gidiş tamam değildi tamam olmasına ama bu bizim suçumuz değildi ki! Biz elimizden geleni yapıyorduk.
Hiçbir zaman görülmediği kadar makineleştik. Ürettik, geliştik ama hep biçim adına içeriği boşverdik. İçi boşalan koca bir “uzay insanlığı” olduk. Bize hizmet etsin diye yarattığımız makinelerin hizmetçisi olduk.
Barışın içini boşattık, demokrasiyi sattık, özgürlüğü kullandık, anlamı anlamsızlaştırdık. Hep kendimizi kopyaladık, tekrar ettik. Gerileyen insanlığımızla, ilerleyen teknolojmizin birbirini dengeleyeceğini sandık. Hep olan umudu hep yanlış anladık. Kendimizi unuttuk; güç adına, iktidar adına oraya buraya yamandık. Dünyanın gittiği yol, kalkan tren vs. vs. hepsi budur işte. Uçuruma gidiyoruz ey ahali.
Her zaman kullanabileceğimiz kurtuluş , insanlığımızı, onurumuzu yeniden bulmak. Reddetmek lişkilerin en çirkefini; BARBARLIĞI. Yeniden bulmak irademizi ve karşısına çıkmak, en bağımlı olduğunu sandığımızın bile. Hayır demek, ilişkiler bütününe. Medyayı, hep bildiğimizi sandıklarımızı sorgulamak. Mücadele etmek savaşla ve “tohumlarımızı yeşertmek, umut yaratana kadar düşünü, düş kırılıklarından.”
Çünkü biz yapmazsak, hiçbir şey olacağı yoktur. Bizim için yapanlar, hep bize rağmen yapacaklar. Bulunduğumuz her ortamda söz-yetki-karar haklarımızı almazsak ve sözümüzü söylemezsek bağırarak; daha da yozlaşarak devam edecektir bu barbarlık. Gelecek günler güzel olabilir, biz yaparsak eğer. Farkına varmalıyız ki artık seçeneklerimiz ikiye inmiştir: YA SOSYALİZM YA BARBARLIK.

Çatı, Sayı 2, Ağustos 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder