3 Ağustos 2013 Cumartesi

Acısıyla Tatlısıyla Bir Ada - Türkçe Baskıya Önsöz



Kıbrıs adası, tarihi boyunca istilalara uğradı, dış güçler tarafından yönetildi ve kendi bağımsız gelişme dinamiğine sahip olamadı. Bunun sebebinin, adanın Doğu Akdeniz’in stratejik bir bölgesinde bulunması ve her dönemin hegemon gücü için yaşamsal çıkarlara sahip coğrafi konumu olduğu biliniyor. Kıbrıs üzerinde Fenike, Roma, Arap, Ceneviz, Bizans, Venedik, Lüzinyan, Osmanlı ve İngiliz hakimiyetleri biribirini takip ederken; adaya egemen olan güçlerin sırası ile bölgede hegemonyasını pekiştiren güçlerin sırasının örtüşmesi tesadüften ibaret değildir. Ada öylesine stratejik önem arzetmektedir ki, bölgeye hükmetmek isteyenin Kıbrıs’ı elde bulundurması neredeyse kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Adanın sakinleri açısından bu peş peşe istilaların ciddi yansımaları olmuştur elbette... Her yeni egemen, yeni bir yönetim tarzı, yeni üretim ilişkileri, yeni üretici güçler, farklı kültürler ve teknoloji demektir. Biraz da bu yüzden, Kıbrıs’ta feodalizm de, kapitalizm de iç dinamiklerin kendi gelişim seyri tarafından ortaya çıkarılmamış; işgalcinin değişimi ile gerçekleşen dışsal bir olgu olarak hayat bulmuştur. Adamız insanının sınıfsal kompozisyonu ve sınıfların mücadele kültürü, diğer gösterenlerin yanında bu olgu da göz önünde bulundurularak sosyolojik bir tahlile tabi tutulursa daha iyi anlaşılabilecek gibi görünüyor.
Diğer yandan her yeni istilacı ile birlikte adanın kültürel iklimi de değişimler göstermektedir. Bambaşka kültürel, dini, siyasal, sosyolojik medeniyletlerin kesişme noktasında bulunan Kıbrıs için, istilacıların değişimini sürekliliklerden çok kesiklikler ve kopukluklarla tanımlamak mümkün. Pagan Roma’dan Müslüman Araplara uzanan, ardından Ortodoks Bizans’tan Katolik Lüzinyanlara varan ve yine Müslüman Osmanlı’dan Anglikan İngilizlere değişim gösteren egemenler yelpazesi; her defasında yeni bir başlangıç, her defasında farklı bir kültürel iklim anlamına gelmiştir. Ve hiçbir egemen kendinden önceki ile nedensel bağlar kurarak bütünlüklü bir tarihsel anlatıma başvurmadığından, en uzunu 3-4 yüzyıl süren kısacık egemenlikler bütünlüklü birer tarih gibi yaşanmıştır.  Belki biraz da bu sebepten, Kıbrıslılar uzun tarihsel çözümlemelerden çok, kısa hikayelere eğilimlidirler...
Bugün Kıbrıs’ta genç kuşağın tarihsel ufku, esas itibariyle 1974 ile sınırlıdır. 1974 öncesinde ise en fazla 1955’lere kadar gidilebilmektedir. 1955-1974 arası “kan, ölüm, gözyaşı, bedel ödeme, kahramanlık, hainlik ve şehitlik” dönemiyken; 1974’den bugüne yaşanan ise “mutlu son”dur... Bu basit tarih hikayeciliğinin ne kadar doğru olduğu bir yana, 1955 öncesine dair hiçbir merak öğesini dahi barındırmıyor oluşu dikkate değer bir durumdur. Kıbrıs’ın tarihi 1955’te başlamaktadır ve ondan öncesi, hatta sözde olumlanmakta olan Osmanlı dönemi dahi en basit tanımıyla bilinmemekte, merak edilmemektedir, “yoktur”... Daha da ilginç olanı ise, bunun yalnızca resmi tarih için değil, muhalifler için de böyle oluşudur. Tarih hakkında basılan kişi başına düşen kitap sayısının bu kadar çok olduğu, ancak bu kitapların yüzde doksanının ilgisinin elli yıllık bir zaman dilimine sıkıştığı başka bir coğrafya sanırım bulunamaz.
Farklı egemenlik dönemlerinin hem içerik hem de biçimsel olarak birbirinden ayrıştığı, yani Kıbrıs tarihinin bütünsel bir kavranışı için her birinin ayrı ayrı incelenmesinin önemi inkar edilemez derecede açık... Bu anlamda Kıbrıs’ta İngiliz dönemini konu edinen elinizdeki kitap ayrı bir kıymet kazanmaktadır. Kitap, aynı zamanda Kıbrıs tarihine “etik” bir yaklaşımla eğilme kaygısındadır. Yazar daha “önsöz”de, “Britanya hâkimiyeti altında yaşamış Kıbrıslı nesillerinin hikâyesini anlatmaya kalkmak benim için uygun olmayacaktı. O nedenle öyküyü, yönettikleri kimselerin değil, tamamen sömürgecilerin bakış açısından anlatan hikâyem, özellikle Britanyalıların Kıbrıs deneyimiyle ilgilidir.” demektedir. Kısacası kitap, 1878-1960 arası Kıbrıs tarihini değil, Kıbrıs’taki İngiliz sömürgecilerin tarihini anlatmak iddiasındadır. Yazar, sömürgecilere ve onların Kıbrıs kavrayışına odaklanmış, bu kavrayıştaki kibir ve yücegönüllülüğün pratik yansımaları ile ilgilenmiştir. Başlıbaşına bu bile kitabı ilginç kılmaktadır. Okurun rahatça görebileceği gibi, işgal edilen coğrafyanın gerçek durumundan çok, sömürgecinin kendi imgesindeki durumuna göre oluşturulan politikalar çoğunlukla ters tepmiş, sömürgecilerin şaşkınlığı ve hayal kırıklığı ile son bulmuştur.   
Sömürgecilerin oryantalist bakışındaki çarpıklık, daha kitabın birinci bölümünde (Ormanlar Nerede?) sömürgecilerin varsayımsal Kıbrıs’ı ile  gerçek Kıbrıs arasındaki farkın yarattığı hayal kırıklığında başarılı bir şekilde cisimleştiriliyor yazar tarafından. Görülmesi, bilinmesi, kavranması çok daha kolay olan coğrafya konusunda böylesi bir şaşkınlığa düşen sömürgecilerin, yüz yılların ezilmişlik deneyimi ile kapalı bir kutu haline dönüşmüş Kıbrıs insanı karşısında yaşadıkları olaylar, yer yer kitaba mizahi öğeler olarak yansıyor. Yazar Tabitha Morgan’ın, sömürgecilerin bu şaşkınlığı ile ironik bir biçimde eğlenmesi ise Kıbrıslı okur için sempati duyulacak bir empati öğesi sağlamakta... Ancak oryantalist imparatorluk yöneticilerinin kibirli kendini beğenmişiliğini eleştirel bir gözle irdeleyen yazarın, kitabın sonlarına doğru bu tonunu önemli ölçüde yitirdiğini de belirtmek gerek. Sömürgecilerin egemen konumuna karşı Kıbrıs halklarının isyanı yükseldikçe, bu ton daha çok ‘uysal sömürgeyi elde tutmayı başaramayan beceriksizler’in eleştirisi niteliği kazanıyor.
Öyle ki, sadece sömürgecilere odaklanarak yazılan bir tarih çalışmasında dahi affedilemeyecek ciddi kusurlar kitaba damgasını böylece vurmuş oluyor. EOKA’nın kuruluşunda ABD’nın rolünden söz edilmemesi bir yana, kitap boyunca ABD’den ve NATO’dan neredeyse hiç söz edilmiyor. İngiltere ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin İkinci Paylaşım Savaşı ile yaşadığı değişim, İngiltere’nin bölge hakimiyetinin gerilemesi ile oluşan boşluğu ABD’nin dolduruşu ve bunun Kıbrıs’a yansımaları yazar için yok hükmünde... Daha 1948’de “Muhtariyet esaret, Enosis ölüm, adil İngiliz idaresinin devamını isteriz” sloganı ile miting düzenlemiş Kıbrıslı Türklere; “Türkiye ile konuşun da Taksim istesin” diyerek yeni bir hedef kazandıranın da İngilizler olduğunu ‘bilmiyor’ İngiliz yazar. Bir yerde İngilizlerin “Taksim”den ilk söz eden taraf olduğu utangaçça kabul edilse de, neredeyse ‘biz şaka yapmıştık onlar ciddiye aldı’ havası ile konu kapatılıyor. Gene kitabın son bölümlerinde 1950’ler Türkiye’si talepkar ve tatmin edilmesi gereken bir özne gibi sunulurken (tam da İngiltere’nin o dönem dünyaya sunmak istediği gibi) tarihsel gerçekler inkar ediliyor. Oysa Yunanistan’ın BM’ye başvurusunu boşa çıkarmak için Londra’da Kıbrıs Konferansı düzenleyenin (29 Ağustos 1955) İngiltere olduğu ve bu konferansa hiç hesapta yokken Türkiye’nin de İngiltere tarafından davet edildiği, üstelik Kıbrıs konusunda hiçbir politikası olmadığı için ‘İngiliz İdaresi devam etsin, illa sona erecekse ada eski sahibine iade edilsin’ demekte olan Türkiye’nin kulağına ‘Taksim tezinin’ burada İngiltere tarafından fısıldandığı da yazarın malumu değil! Ve yazara bakılırsa Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra anlaşmalarında da İngiltere’nin hiçbir rolü yok, anlaşmalar tamamen Yunanistan ve Türkiye’nin ürünüyken, masum Britanyalılara bir oldu bitti şeklinde sunul”muştu!
Kıbrıs ile ilgili yarım yamalak bilgi sahibi bir lise öğrencisinin dahi bilebileceği bu konuların yazar tarafından ‘bilinmemesi’ni, kitabın uluslararası dengelere değil Kıbrıs içerisindeki gelişmelere odaklandığı düşüncesi ile mazur göstermeye çalışmak da mümkün değil. Çünkü örneğin sömürgecileri eleştiren ve adanın şimdiki bölünmüşlüğünden esefle söz eden yazarın, en azından Kıbrıslı Türklerin EOKA karşısında kitlesel olarak polis yazdırılmasını bilinçli bir politika değil de tarihin bir cilvesi gibi sunmamasını beklerdik. Oysa kitapta TMT’nin kuruluşu ile yardımcı-polis yazma süreci arasındaki yakın bağlantılar ve İngiliz sömürge savcısı Rauf Denktaş’ın bu teşkilata liderlik yapması görmezden gelinirken, TMT de İngilizlerin bilgisi ve isteği dışında karşılarında buldukları bir olgu gibi sunuluyor okuyucuya. Kitabın belki de en talihsiz kısmı ise, apaçık bir İngiliz provokasyonu olduğu ortada olan Kördemen Kıbrıslı Elenlerinin Gönyeli’de katledilmesi olayının basit bir ihmal gibi aktarılması olmuş... Gene Lefkoşa’nın ilk kez dikenli tellerle ikiye bölünmesini gerçekleştiren İngilizler, ‘istenmeyen etnik şiddeti önlemek için buna mecbur kalan hümanistler’ olarak çıkarılıyor karşımıza... İngilizlerin meşhur “böl-yönet” siyasetini, “kasıtlı bir, iki toplum arasına kama sokma planından çok, sahadaki durumu yanıtlama çaba”sı olarak tanımlayan yazara göre, olayların sorumluluğu Kıbrıslı Elenlere, Kıbrıslı Türklere, Yunanistan’a ve Türkiye’ye aittir! Görülebileceği gibi, sömürgecinin oryantalist bakışından kurtulmak sadece niyet edilerek gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir!  
Tabitha Morgan’ın kitabının; mutlak tarihsel olguların kusursuz bir anlatımı olma iddiasında olmadığını vurgulamak gerek. Onun, zaten kendisi tarafından da eleştirilmekte olan oryantalist bakış açısının yer yer etkisine kapılması ise çalışmasının değerini azaltmaz. Çünkü, Kıbrıs’ta bir barışı, fiziki ve etnik bölünmüşlüğün son bulmasını samimiyetle arzulayan Morgan; 1878’den 1950’lere kadar etnik bölünme denilebilecek hiçbir vaka olmadan yaşanan önemli bir tarihin gündemlerini de aktarmaktadır bize. Ürün hasatını olumsuz etkileyen çekirge istilalarına karşı mücadeleden, dünyada bir ilk olarak sıtmanın kökünün tamamen kazınmasına; iki tane dünya savaşının yarattığı yokluk ortamından, adanın ormanlarının yeniden yeşertilmesine kadar adadaki tüm etnik toplulukların sorunsuz bir birliktelik içerisinde çalıştığı günlerin gündemleridir bunlar...
Ve Kıbrıslıların geleceğinde birlikte yaşanacak yeni gündemlere hala yer varsa eğer, bunun; “Kıbrıslı olan her şeye karşı yaygın... inanç eksikliği”nden kurtulmakla mümkün olduğunu görebilmiştir yazar. Öyle ki “...uluslararası toplumun (ilk başta yabancı güçler tarafından yaratılan) problemi bir çırpıda çözeceğine ve her iki tarafın kabul edebileceği bir çözüm bulacağına dair yaygın inancı”n yerini “...tarifi zor ‘Kıbrıslılık’ kavramının, adalı olmak anlamına gelen şeye güvenin daha derine kökleşmesi” almadan bunun mümkün olmadığını söyleyen de yine kendisidir.
İngilizler Kıbrıs’tan öylesine geçip gitmemiştir. Sadece Ağrotur ve Dikelya’daki “egemen” üsleri ile değil, iki halk arasına ektikleri ayrılık tohumları ile de hala buradadırlar. Bu yüzden, nasıl geldiklerini, neler yaptıklarını ve ne düşündüklerini bilmek bugünün gereklilikleri arasındadır hala...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder