Kıbrıs
adası, tarihi boyunca istilalara uğradı, dış güçler tarafından yönetildi ve
kendi bağımsız gelişme dinamiğine sahip olamadı. Bunun sebebinin, adanın Doğu
Akdeniz’in stratejik bir bölgesinde bulunması ve her dönemin hegemon gücü için
yaşamsal çıkarlara sahip coğrafi konumu olduğu biliniyor. Kıbrıs üzerinde Fenike,
Roma, Arap, Ceneviz, Bizans, Venedik, Lüzinyan, Osmanlı ve İngiliz
hakimiyetleri biribirini takip ederken; adaya egemen olan güçlerin sırası ile
bölgede hegemonyasını pekiştiren güçlerin sırasının örtüşmesi tesadüften ibaret
değildir. Ada öylesine stratejik önem arzetmektedir ki, bölgeye hükmetmek
isteyenin Kıbrıs’ı elde bulundurması neredeyse kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Adanın
sakinleri açısından bu peş peşe istilaların ciddi yansımaları olmuştur
elbette... Her yeni egemen, yeni bir yönetim tarzı, yeni üretim ilişkileri,
yeni üretici güçler, farklı kültürler ve teknoloji demektir. Biraz da bu
yüzden, Kıbrıs’ta feodalizm de, kapitalizm de iç dinamiklerin kendi gelişim
seyri tarafından ortaya çıkarılmamış; işgalcinin değişimi ile gerçekleşen
dışsal bir olgu olarak hayat bulmuştur. Adamız insanının sınıfsal kompozisyonu
ve sınıfların mücadele kültürü, diğer gösterenlerin yanında bu olgu da göz
önünde bulundurularak sosyolojik bir tahlile tabi tutulursa daha iyi
anlaşılabilecek gibi görünüyor.
Diğer
yandan her yeni istilacı ile birlikte adanın kültürel iklimi de değişimler
göstermektedir. Bambaşka kültürel, dini, siyasal, sosyolojik medeniyletlerin
kesişme noktasında bulunan Kıbrıs için, istilacıların değişimini
sürekliliklerden çok kesiklikler ve kopukluklarla tanımlamak mümkün. Pagan
Roma’dan Müslüman Araplara uzanan, ardından Ortodoks Bizans’tan Katolik
Lüzinyanlara varan ve yine Müslüman Osmanlı’dan Anglikan İngilizlere değişim
gösteren egemenler yelpazesi; her defasında yeni bir başlangıç, her defasında
farklı bir kültürel iklim anlamına gelmiştir. Ve hiçbir egemen kendinden önceki
ile nedensel bağlar kurarak bütünlüklü bir tarihsel anlatıma başvurmadığından,
en uzunu 3-4 yüzyıl süren kısacık egemenlikler bütünlüklü birer tarih gibi
yaşanmıştır. Belki biraz da bu sebepten,
Kıbrıslılar uzun tarihsel çözümlemelerden çok, kısa hikayelere
eğilimlidirler...
Bugün
Kıbrıs’ta genç kuşağın tarihsel ufku, esas itibariyle 1974 ile sınırlıdır. 1974
öncesinde ise en fazla 1955’lere kadar gidilebilmektedir. 1955-1974 arası “kan,
ölüm, gözyaşı, bedel ödeme, kahramanlık, hainlik ve şehitlik” dönemiyken;
1974’den bugüne yaşanan ise “mutlu son”dur... Bu basit tarih hikayeciliğinin ne
kadar doğru olduğu bir yana, 1955 öncesine dair hiçbir merak öğesini dahi
barındırmıyor oluşu dikkate değer bir durumdur. Kıbrıs’ın tarihi 1955’te
başlamaktadır ve ondan öncesi, hatta sözde olumlanmakta olan Osmanlı dönemi
dahi en basit tanımıyla bilinmemekte, merak edilmemektedir, “yoktur”... Daha da
ilginç olanı ise, bunun yalnızca resmi tarih için değil, muhalifler için de
böyle oluşudur. Tarih hakkında basılan kişi başına düşen kitap sayısının bu
kadar çok olduğu, ancak bu kitapların yüzde doksanının ilgisinin elli yıllık
bir zaman dilimine sıkıştığı başka bir coğrafya sanırım bulunamaz.
Farklı
egemenlik dönemlerinin hem içerik hem de biçimsel olarak birbirinden ayrıştığı,
yani Kıbrıs tarihinin bütünsel bir kavranışı için her birinin ayrı ayrı incelenmesinin
önemi inkar edilemez derecede açık... Bu anlamda Kıbrıs’ta İngiliz dönemini
konu edinen elinizdeki kitap ayrı bir kıymet kazanmaktadır. Kitap, aynı zamanda
Kıbrıs tarihine “etik” bir yaklaşımla eğilme kaygısındadır. Yazar daha
“önsöz”de, “Britanya hâkimiyeti altında
yaşamış Kıbrıslı nesillerinin hikâyesini anlatmaya kalkmak benim için uygun
olmayacaktı. O nedenle öyküyü, yönettikleri kimselerin değil, tamamen
sömürgecilerin bakış açısından anlatan hikâyem, özellikle Britanyalıların
Kıbrıs deneyimiyle ilgilidir.” demektedir. Kısacası kitap, 1878-1960 arası
Kıbrıs tarihini değil, Kıbrıs’taki İngiliz sömürgecilerin tarihini anlatmak
iddiasındadır. Yazar, sömürgecilere ve onların Kıbrıs kavrayışına odaklanmış,
bu kavrayıştaki kibir ve yücegönüllülüğün pratik yansımaları ile ilgilenmiştir.
Başlıbaşına bu bile kitabı ilginç kılmaktadır. Okurun rahatça görebileceği
gibi, işgal edilen coğrafyanın gerçek durumundan çok, sömürgecinin kendi
imgesindeki durumuna göre oluşturulan politikalar çoğunlukla ters tepmiş,
sömürgecilerin şaşkınlığı ve hayal kırıklığı ile son bulmuştur.
Sömürgecilerin
oryantalist bakışındaki çarpıklık, daha kitabın birinci bölümünde (Ormanlar
Nerede?) sömürgecilerin varsayımsal Kıbrıs’ı ile gerçek Kıbrıs arasındaki farkın yarattığı
hayal kırıklığında başarılı bir şekilde cisimleştiriliyor yazar tarafından.
Görülmesi, bilinmesi, kavranması çok daha kolay olan coğrafya konusunda böylesi
bir şaşkınlığa düşen sömürgecilerin, yüz yılların ezilmişlik deneyimi ile
kapalı bir kutu haline dönüşmüş Kıbrıs insanı karşısında yaşadıkları olaylar,
yer yer kitaba mizahi öğeler olarak yansıyor. Yazar Tabitha Morgan’ın,
sömürgecilerin bu şaşkınlığı ile ironik bir biçimde eğlenmesi ise Kıbrıslı okur
için sempati duyulacak bir empati öğesi sağlamakta... Ancak oryantalist
imparatorluk yöneticilerinin kibirli kendini beğenmişiliğini eleştirel bir
gözle irdeleyen yazarın, kitabın sonlarına doğru bu tonunu önemli ölçüde
yitirdiğini de belirtmek gerek. Sömürgecilerin egemen konumuna karşı Kıbrıs
halklarının isyanı yükseldikçe, bu ton daha çok ‘uysal sömürgeyi elde tutmayı
başaramayan beceriksizler’in eleştirisi niteliği kazanıyor.
Öyle ki,
sadece sömürgecilere odaklanarak yazılan bir tarih çalışmasında dahi affedilemeyecek
ciddi kusurlar kitaba damgasını böylece vurmuş oluyor. EOKA’nın kuruluşunda
ABD’nın rolünden söz edilmemesi bir yana, kitap boyunca ABD’den ve NATO’dan
neredeyse hiç söz edilmiyor. İngiltere ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin
İkinci Paylaşım Savaşı ile yaşadığı değişim, İngiltere’nin bölge hakimiyetinin
gerilemesi ile oluşan boşluğu ABD’nin dolduruşu ve bunun Kıbrıs’a yansımaları
yazar için yok hükmünde... Daha 1948’de “Muhtariyet
esaret, Enosis ölüm, adil İngiliz idaresinin devamını isteriz” sloganı ile
miting düzenlemiş Kıbrıslı Türklere; “Türkiye
ile konuşun da Taksim istesin” diyerek yeni bir hedef kazandıranın da
İngilizler olduğunu ‘bilmiyor’ İngiliz yazar. Bir yerde İngilizlerin
“Taksim”den ilk söz eden taraf olduğu utangaçça kabul edilse de, neredeyse ‘biz
şaka yapmıştık onlar ciddiye aldı’ havası ile konu kapatılıyor. Gene kitabın
son bölümlerinde 1950’ler Türkiye’si talepkar ve tatmin edilmesi gereken bir
özne gibi sunulurken (tam da İngiltere’nin o dönem dünyaya sunmak istediği
gibi) tarihsel gerçekler inkar ediliyor. Oysa Yunanistan’ın BM’ye başvurusunu
boşa çıkarmak için Londra’da Kıbrıs Konferansı düzenleyenin (29 Ağustos 1955)
İngiltere olduğu ve bu konferansa hiç hesapta yokken Türkiye’nin de İngiltere
tarafından davet edildiği, üstelik Kıbrıs konusunda hiçbir politikası olmadığı
için ‘İngiliz İdaresi devam etsin, illa sona erecekse ada eski sahibine iade
edilsin’ demekte olan Türkiye’nin kulağına ‘Taksim tezinin’ burada İngiltere
tarafından fısıldandığı da yazarın malumu değil! Ve yazara bakılırsa Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra anlaşmalarında da İngiltere’nin hiçbir
rolü yok, anlaşmalar tamamen Yunanistan ve Türkiye’nin ürünüyken, masum “Britanyalılara bir oldu bitti şeklinde sunul”muştu!
Kıbrıs ile
ilgili yarım yamalak bilgi sahibi bir lise öğrencisinin dahi bilebileceği bu
konuların yazar tarafından ‘bilinmemesi’ni, kitabın uluslararası dengelere
değil Kıbrıs içerisindeki gelişmelere odaklandığı düşüncesi ile mazur
göstermeye çalışmak da mümkün değil. Çünkü örneğin sömürgecileri eleştiren ve
adanın şimdiki bölünmüşlüğünden esefle söz eden yazarın, en azından Kıbrıslı
Türklerin EOKA karşısında kitlesel olarak polis yazdırılmasını bilinçli bir
politika değil de tarihin bir cilvesi gibi sunmamasını beklerdik. Oysa kitapta
TMT’nin kuruluşu ile yardımcı-polis yazma süreci arasındaki yakın bağlantılar
ve İngiliz sömürge savcısı Rauf Denktaş’ın bu teşkilata liderlik yapması
görmezden gelinirken, TMT de İngilizlerin bilgisi ve isteği dışında
karşılarında buldukları bir olgu gibi sunuluyor okuyucuya. Kitabın belki de en
talihsiz kısmı ise, apaçık bir İngiliz provokasyonu olduğu ortada olan Kördemen
Kıbrıslı Elenlerinin Gönyeli’de katledilmesi olayının basit bir ihmal gibi
aktarılması olmuş... Gene Lefkoşa’nın ilk kez dikenli tellerle ikiye
bölünmesini gerçekleştiren İngilizler, ‘istenmeyen etnik şiddeti önlemek için
buna mecbur kalan hümanistler’ olarak çıkarılıyor karşımıza... İngilizlerin
meşhur “böl-yönet” siyasetini, “kasıtlı
bir, iki toplum arasına kama sokma planından çok, sahadaki durumu yanıtlama
çaba”sı olarak tanımlayan yazara göre, olayların sorumluluğu
Kıbrıslı Elenlere, Kıbrıslı Türklere, Yunanistan’a ve Türkiye’ye aittir!
Görülebileceği gibi, sömürgecinin oryantalist bakışından kurtulmak sadece niyet
edilerek gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir!
Tabitha Morgan’ın kitabının; mutlak tarihsel olguların
kusursuz bir anlatımı olma iddiasında olmadığını vurgulamak gerek. Onun, zaten
kendisi tarafından da eleştirilmekte olan oryantalist bakış açısının yer yer
etkisine kapılması ise çalışmasının değerini azaltmaz. Çünkü, Kıbrıs’ta bir
barışı, fiziki ve etnik bölünmüşlüğün son bulmasını samimiyetle arzulayan
Morgan; 1878’den 1950’lere kadar etnik bölünme denilebilecek hiçbir vaka
olmadan yaşanan önemli bir tarihin gündemlerini de aktarmaktadır bize. Ürün
hasatını olumsuz etkileyen çekirge istilalarına karşı mücadeleden, dünyada bir
ilk olarak sıtmanın kökünün tamamen kazınmasına; iki tane dünya savaşının
yarattığı yokluk ortamından, adanın ormanlarının yeniden yeşertilmesine kadar
adadaki tüm etnik toplulukların sorunsuz bir birliktelik içerisinde çalıştığı
günlerin gündemleridir bunlar...
Ve Kıbrıslıların geleceğinde birlikte yaşanacak yeni
gündemlere hala yer varsa eğer, bunun; “Kıbrıslı
olan her şeye karşı yaygın... inanç eksikliği”nden kurtulmakla mümkün
olduğunu görebilmiştir yazar. Öyle ki “...uluslararası
toplumun (ilk başta yabancı güçler tarafından yaratılan) problemi bir çırpıda
çözeceğine ve her iki tarafın kabul edebileceği bir çözüm bulacağına dair
yaygın inancı”n yerini “...tarifi zor
‘Kıbrıslılık’ kavramının, adalı olmak anlamına gelen şeye güvenin daha derine
kökleşmesi” almadan bunun mümkün olmadığını söyleyen de yine kendisidir.
İngilizler Kıbrıs’tan öylesine geçip gitmemiştir. Sadece
Ağrotur ve Dikelya’daki “egemen” üsleri ile değil, iki halk arasına ektikleri
ayrılık tohumları ile de hala buradadırlar. Bu yüzden, nasıl geldiklerini,
neler yaptıklarını ve ne düşündüklerini bilmek bugünün gereklilikleri
arasındadır hala...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder