1 Nisan 2018 Pazar

Ülke ve Özgürlük

Ülke ve Özgürlük, Ken Loach’ın en çok bilinen filimlerinden biri. Hareketli kurgusu, güçlü diyalogları ve duygu yoğun sahneleri ile de bunu fazlasıyla hak ediyor.
Çağdaş İngiliz sinemasının en önemli ismi olan Loach’un filmini ilk kez, 1990’lı yılların ikinci yarısında izledim. Filmi izlediğim bağlam, dünya çapında sosyalizmin “bittiğinin” davul zurna ile ilan edildiği tam bir yenilgi atmosferiydi. Buna karşın yenilgiye rağmen başı dik kalabilme motivasyonunu veya Shakespeare’in dediği gibi “sen kazandın ama ben haklıydım” duygusunu hiç de romantik olmayan yöntemlerle aşılayan bir yapısı vardı filmin.
Üstelik bunu, İspanya’da yaşanmış gerçek bir yenilgiyi olgularda hiçbir değişiklik yapmadan anlatan dramatik kurgusundan taviz vermeksizin başarıyordu. “Bizimkiler” dişi ile tırnağı ile mücadeleye girişiyor, bir çok hatalar yapıyor, kendi içinde bölünüp parçalanıyor, dünya tarafından yalnız bırakılıyor ve yeniliyordu. Ama bu öyle bir yenilgiydi ki, insan bu yenilgiyi yaşama şansını, kolayca elde edilecek on zafere değişmezdi. Tahmin edebileceğiniz gibi, ilk izleyişimde çarpıldım ve sonrasında her fırsatta yeniden ve yeniden izledim.
Bugüne kadar kaç kez izlediğimi bilmesem de, filmi her izleyişimde hala ilk günkü etkiye marzu kaldığımı söyleyebilirim. Üstelik, tarihsel bağlam değişmiş, 90’ların yenilgi atmosferi dağılmış, Zapatistalar, Seatle, Dünya Sosyal Formu, Venezuella gibi örneklerle “bizimkiler” kendi saflarında ciddi bir toparlanmaya gitmiş durumda. Ülke ve Özgürlük filminin yenilgi atmosferinde söyleyecek ne kadar sözü varsa, umudun yükseldiği momentler için de o kadar geçerliliği olduğunu böylece anladım. Yeni bir dünya, yeni bir toplum, yeni bir insan, yeni üretim ve bölüşüm ilişkileri, yeni bir demokrasi anlayışı ve yeniden kurgulanacak bir aşk dünyasından bahsediyorsak, bu eski filmin bize söyleyecek çok şeyi var.  Kim bilir, belki “biz kazandıktan” sonra da Ülke ve Özgürlük’ten hala öğreneceklerimiz olacak. Merak etmiyor değilim...
Kahramanımız filmin hemen başında ölen bir dede... Kişisel eşyalarını toparlarken rasladığı bir kutudaki mektup ve gazetelerle onun macerasını öğrenen torunu aracılığı ile yaşıyoruz filmi. Kahramanımız kuşağının bir çok komünisti gibi; İspanya’da faşizme karşı savaşmak üzere Uluslararası Tugaylar’a katılarak İngiltere’den yola çıkıyor. Bir Stalinist olarak ayrıldığı İngiltere’den; Troçkistlerin yanında savaşmış, Anarşistlerle tanışmış, faşizmin sadece “düşmanlar” arasından gelmeyeceğini deneyimlemiş ve kafası hayli karışmış ve aşkını yitirmiş bir devrimci olarak geri dönüyor.
Onun yaşadıkları aslında bir özgürleşme serüveni olarak hepimizi imrendiriyor. Çünkü film boyunca derin bir şekilde hissedildiği gibi, gerçek özgürlük ancak sağlam bir eşitlikle birlikte deneyimlenebilir. Ülke ve Özgürlük filminin en güçlü yanı da bu zaten. Bir yanda her türlü eşitlik ve özgürlüğün inkarı olan faşizm; diğer yanda ise onunla mücadele ederken eşitliği ihmal eden bir özgürlükle özgürlüğü ihmal eden bir eşitlik arasında salınan farklı sol gruplar olgusunu epik bir akıcılıkla zihnimize kazıyor. Hiçbir cümlesinde ve hiçbir sahnesinde geçmese de özgürlük ve eşitliğin birbirine kopmazcasına bağlı olduğunu bize anlatıyor...
Yenik ve umutlu zamanlarımızın konuşkan filmi Ülke ve Özgürlük’ün, gelecekteki zaferimiz için bize önceden verdiği mesaj da belki de bundan oluşuyor: Ne özgürlük için eşitlikten ne de eşitlik için özgürlükten taviz verin. Çünkü birini yitirirseniz, diğerini de yitirirsiniz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder