Ülke ve Özgürlük, Ken
Loach’ın en çok bilinen filimlerinden biri. Hareketli kurgusu, güçlü
diyalogları ve duygu yoğun sahneleri ile de bunu fazlasıyla hak ediyor.
Çağdaş İngiliz sinemasının
en önemli ismi olan Loach’un filmini ilk kez, 1990’lı yılların ikinci yarısında
izledim. Filmi izlediğim bağlam, dünya çapında sosyalizmin “bittiğinin” davul
zurna ile ilan edildiği tam bir yenilgi atmosferiydi. Buna karşın yenilgiye
rağmen başı dik kalabilme motivasyonunu veya Shakespeare’in dediği gibi “sen
kazandın ama ben haklıydım” duygusunu hiç de romantik olmayan yöntemlerle
aşılayan bir yapısı vardı filmin.
Üstelik bunu, İspanya’da yaşanmış gerçek bir
yenilgiyi olgularda hiçbir değişiklik yapmadan anlatan dramatik kurgusundan
taviz vermeksizin başarıyordu. “Bizimkiler” dişi ile tırnağı ile mücadeleye
girişiyor, bir çok hatalar yapıyor, kendi içinde bölünüp parçalanıyor, dünya
tarafından yalnız bırakılıyor ve yeniliyordu. Ama bu öyle bir yenilgiydi ki,
insan bu yenilgiyi yaşama şansını, kolayca elde edilecek on zafere değişmezdi. Tahmin
edebileceğiniz gibi, ilk izleyişimde çarpıldım ve sonrasında her fırsatta
yeniden ve yeniden izledim.
Bugüne kadar kaç kez izlediğimi
bilmesem de, filmi her izleyişimde hala ilk günkü etkiye marzu kaldığımı
söyleyebilirim. Üstelik, tarihsel bağlam değişmiş, 90’ların yenilgi atmosferi
dağılmış, Zapatistalar, Seatle, Dünya Sosyal Formu, Venezuella gibi örneklerle
“bizimkiler” kendi saflarında ciddi bir toparlanmaya gitmiş durumda. Ülke ve
Özgürlük filminin yenilgi atmosferinde söyleyecek ne kadar sözü varsa, umudun
yükseldiği momentler için de o kadar geçerliliği olduğunu böylece anladım. Yeni
bir dünya, yeni bir toplum, yeni bir insan, yeni üretim ve bölüşüm ilişkileri,
yeni bir demokrasi anlayışı ve yeniden kurgulanacak bir aşk dünyasından
bahsediyorsak, bu eski filmin bize söyleyecek çok şeyi var. Kim bilir, belki “biz kazandıktan” sonra da Ülke
ve Özgürlük’ten hala öğreneceklerimiz olacak. Merak etmiyor değilim...
Kahramanımız filmin hemen
başında ölen bir dede... Kişisel eşyalarını toparlarken rasladığı bir kutudaki
mektup ve gazetelerle onun macerasını öğrenen torunu aracılığı ile yaşıyoruz
filmi. Kahramanımız kuşağının bir çok komünisti gibi; İspanya’da faşizme karşı
savaşmak üzere Uluslararası Tugaylar’a katılarak İngiltere’den yola çıkıyor.
Bir Stalinist olarak ayrıldığı İngiltere’den; Troçkistlerin yanında savaşmış,
Anarşistlerle tanışmış, faşizmin sadece “düşmanlar” arasından gelmeyeceğini
deneyimlemiş ve kafası hayli karışmış ve aşkını yitirmiş bir devrimci olarak
geri dönüyor.
Onun yaşadıkları aslında
bir özgürleşme serüveni olarak hepimizi imrendiriyor. Çünkü film boyunca derin
bir şekilde hissedildiği gibi, gerçek özgürlük ancak sağlam bir eşitlikle
birlikte deneyimlenebilir. Ülke ve Özgürlük filminin en güçlü yanı da bu zaten.
Bir yanda her türlü eşitlik ve özgürlüğün inkarı olan faşizm; diğer yanda ise
onunla mücadele ederken eşitliği ihmal eden bir özgürlükle özgürlüğü ihmal eden
bir eşitlik arasında salınan farklı sol gruplar olgusunu epik bir akıcılıkla
zihnimize kazıyor. Hiçbir cümlesinde ve hiçbir sahnesinde geçmese de özgürlük
ve eşitliğin birbirine kopmazcasına bağlı olduğunu bize anlatıyor...
Yenik ve umutlu
zamanlarımızın konuşkan filmi Ülke ve Özgürlük’ün, gelecekteki zaferimiz için
bize önceden verdiği mesaj da belki de bundan oluşuyor: Ne özgürlük için
eşitlikten ne de eşitlik için özgürlükten taviz verin. Çünkü birini
yitirirseniz, diğerini de yitirirsiniz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder