8 Temmuz 1997 Salı

Yeniden “Duruşa Dair”


 Yani" diye devam etti Titorelli, “Sen çökmüş bir davayı savunuyorsun.

Çoktan kaybedilmiş bir davayı savunan adam biraz komik olur. O role soyunan adam için komiklik gerekli bir şeydir. Sen ciddi davranmak için kendini çok zorluyorsun. Kendin ol: Yani gülünç ol!"

Derviş Zaim, Ares

Harikalar Diyarında

 

İnsan yaşamı, onun içinde bulunduğu çevreden etkilenmesinin ve bu etkilenmenin insanın içinde yarattığı yeni bir etkilenim kaynağının ürünü olduğu kadar, insanın kendisinin söz konusu etkilenim kaynaklarına dair geliştirmiş olduğu karşı tezlerin de bir toplamıdır. Bahsettiğimiz üç etkenden hangisinin insanın günlük yaşamında daha çok rol oynadığı insanın yaşam içindeki duruşunun göstergesidir.

Bu yazının yaşadığımız güne ilişkin yapacağı ilk tesbit, insanların "bencil" olduklarıdır. İçinde yaşanılan her dönem, bize hiçbir zaman öyle görünmemesine rağmen, tarihsel bir dönemdir. Geçicidir Ve insanlığın şimdiki tarihsel dönemi de ‘sınıflı toplum’ dur. Bizzat sınıflı toplumun varlığıdır ki insanı bencil yapmıştır. Buna bakarak "insan her zaman bencildi ve her zaman bencil kalacaktır" demek, hasta bir insana bakıp, "aslında o her zaman hastaydı ve hiçbir zaman iyileşmeyecek?” demek kadar saçmadı. Ve aynı şekilde, bugünkü topluma bakarak ‘sınıflı toplumu' veya kapitalizmi mutlaklaştırmak da bundan farklı değildir.

Bu noktaya kadar öne sürülen iddia aslında çok bilinen bir tartışmanın, insanın doğasından gelen nedenlerden dolayı "jyi" veya "kötü" olup olmadığı tartışmasının bir devamından başka bir şey değildi. Her ne kadar iyilik veya kötülük kavramlarının göreceliği konusunu atlamış olacak olsak da belirtmeliyim ki benim görüşüm; belli bir tarihte, belli koşullar altında yaşayan insanın, ancak içinde yaşadığı koşullar kadar "iyi" veya "kötü” olabileceğidir. Yani insanın doğasından gelen bir bencillik, para hırsı, savaş tutkusu veya paylaşım, eşitlik, kardeşçe yaşama talebi olamayacağı gibi, bunlar gerek teker teker gerekse toplu olarak; içinde yaşanılan toplumsal çevre, ekonomik sistem, psikolojik faktörler vb. tarafından belirlenirler.

Konun dışına çıkmayı göze alarak belirtmeliyim ki bu söylenenler asla ekonomik faktörlerle toplumsal yapı arasında mutlak bir belirlenme sürecinin veya tek yönlü bir ilişkinin varlığını iddia etmek olarak algılanamazlar. Söz konusu ilişki mutlak ve kaçınılmaz değildir, sadece belirleyici etmenlerden biridi. Aksi takdirde her emekçinin kendiliğinden bir siyasi - politik kültüre ve 'yaşam içinde duruşa' sahip olması gerekirdi. (2)

İnsan denen varlık, toplumsal yapı ve ilişkiler nedeniyle bencil, iki yüzlü, "kötü"vb. ise söz konusu ilişkilerin ve yapının değişmesi ile insan da değişecektir. Eski toplumun sınırları içerisinde yeni bir insan psikolojisi yaratmak diye bir şey söz konusu olamaz, yeni bir insan psikolojisinin ön şartı yeni koşullardır(3). Bu yazılanların ertelemeci bir mantıkla okunmaması gerektiği uyarısını yapmalıyım. Yeni bir insan psikolojisi ve yeni bir toplum için yaratılacak yeni koşulları bekleyerek veya her şeyi "kutsal" bir ana havale ederek hiçbir yere varılamaz. Hem yeni koşullar için mücadele etmeye onları verili ilişkilerde yaratmaya çalışmak hem de yeni insan psikolojisinin -bir çeşit- habercileri olan; insanın “olumlu” özelliklerini genelleştirmek için uğraşmak ve günlük hayatı her anını, beklenen devrim anı haline getirmek, ertelemecilikten kurtulmanın biricik yoludur.

İşte bu sözü geçen yöntem, birinci paragraftaki "karşı tezlerin" insanın yaşam tarzı haline gelmesinin ve "insann yaşam içindeki duruşu" derken kastettiğimiz şeyin ta kendisidir.

 

"ARAÇ, AMAÇTIR"

Kurulmasını istediğimiz dünyanın tasarımını yaparken bunun bileşenleri aklımıza havadan gelmemektedir. Yeni bir dünyanın nasıl olması gerektiği, var olan ilişkilerin neden "yanlış"oldukları hep günlük hayatın ve egemen ilişkiler bütününün eleştirisinden gelmektedir. Yöntemimiz “var olan her şeyin acımasız eleştirisidir". Hatta var olmayanların ve kendimizin bile. Bize "bilimsel" niteliğini kazandıran şey, kurmak istediğimiz ideal bir dünya için gerçekleri reddedip hayaller dünyasında mücadele veriyor oluşumuz değil, aksine bizzat gerçeklerden yola çıkarak olası olanı var etme kaygısı taşıyor oluşumuzdur.

Kapitalizmin ve hiyerarşik toplumun tarihsel süreç içerisinde geçmişi ve olası geleceği ile sadece bir uğrak noktası olduğu, “tarihin sonu” diye bir şeyin olmadığı, toplumun; içinde barındıdığı sınıflar, çelişkiler, dinamikler ve mücadelelerle birlikte yaşayan bir varlık olduğu gerçekleri, 19. ve 20. yüzyıllarda çürütülmesi çok zor bir şekilde bilimselolarak ispatlanmış, denenmiş ve kabul edilmiş gerçeklikleridir. Tarihsel süreçler tarafından şekil verilen insanın, tarihsel süreçlerin yönünü ve dinamiklerini anlayarak, kendisine şekil veren bu süreçleri etkilemesi, hızlandırması ve yön vermesi hiç de ütopik, hayal, saçma falan değildir. Marx, “tarihi yapan insanlardır, ancak kendilerinin seçmediği koşullar altında” derken tam da buna işaret etmiştir.

Ama, eleştiri felsefesinin dönüp kendi kendini eleştirmesinde de hiçbir çelişki yoktur. Bizzat gerçekliğin eleştirisiyle belirlenen hedef, ona varılması için bazı araçları gerektirir. Belli bir araç kullanılmadan varılabilecek bir amaç, “amaçlanmasa da varolabilirdi” demektir ve bu kaderciliktir.

Her araç ve her yöntem tipkı insan yapısı, sistem, vb gibi belli bir gerçeklikten, hedeften hayat bulur. Araçla amacın çeliştiği noktada, amaç zarar görür ve sürece araç yön verir. Bu yüzden nasıl amacımızı belirlerken bunu bizzat gerçekliğin eleştirisinden temellendiriyorsak kullanacağımız, araçların amacımıza uygunluğuna da aynı özeni ve dikkati göstermeliyiz! Açıktır ki bu bahsettiklerim “amaca ulaşmak iiçin her yol mübahtır” mantığını kesin bir şekilde dıştalamaktadır. Hiyerarşik ve sınıflı toplumun bütün eksiklik ve çarpıklıklarını tespit ettikten, insan özgürlüğü için mücadelenin yaşayan gerekçelerini buldıktan sonra dönüp eleştirdiğimiz toplumun silahlarıyla (araçlarıyla), eleştirdiğimiz ilişkilere karşı mücadele etmek olsa olsa bu ilişkileri yeniden üretmeye yarar. “Bundan böyle,  en azından tüm hiyerarşinin radikal tasfiyesini içermedikçe, hiçbir devrim, devrim adına layık olmayacaktır.(4)”  

 

"İKTİDAR"

Şimdi tüm bu söylediklerimizin ışığında ve tüm bu söylediklerimizi daha somutlaştırmak için, iktidar kavramını ele alabiliriz.

Başlangıçta iktidar yoktu. Başlangıçta sadece doğa ve doğada kendine yaşama şansı bulmaya çalışan insanoğlu vardı. İktidar kavramı hiyerarşi ve hegemonya ile birlikte çok sonraları ortaya çıktı. İnsanlığın yazılı tarihinin tamamı, bütün tarihinin ise ancak onda biri iktidar kavramının egemenliği altında geçmiştir. Yani iktidar denilen “şey” de tarihsel, geçici ve göreli bir ilişkiler bütünüdür. Ve ancak bir boyun eğmenin bedeli olarak vardır. Boyun eğen yoksa iktidar da yoktur.

Pisliklerin su yüzeyinde toplanması gibi, iktidar da toplumun tepesinde durur. Ve ‘ne yazık ki’ toplumu değiştirmeyi hedefleyen tüm harekeler de bu 'amaç'larına ancak iktidar denilen “araç” aracılığıyla ulaşabileceklerini düşününürler.

O, öyle sihirli bir güçtür ki; ezenlerin elinde ezmeye, “kurtarıcıların” elinde kurtarmaya yarar. Tek sorun o’nu ele geçirmektir ve bütün mücadele de bu eksende döner durur. Herkes toplumu “kurtarmak” için yarışmaktadır. Ancak kimse bunu başaramamaktadır. Çünkü iktidarı her ele geçiren TOPLUMU DEĞİL, KENDİNİ kurtarmaya başlar.

“Bir gün iyi insanlar başa gelecek ve her şey düzelecek, sorun baştakilerin kötü olmasından kaynaklanıyor.” Bunlar hergün dinlediğimiz masallar, uydurmalar ve kandırmacalardır. Oysa esas sorun, iktidar denilen aracın, özgürlük amacıyla çelişen bir araç olmasıdır. Esas hedef iktidarı toplumsallaştırmak, onu bütün halk katmanlarına yaymak ve hiyerarşiyi kökten tasfiye etmek olmalıdır.

Bu anlamda baskı amacını özünde taşıyan iktidar, sahip olunacak bir nesne değildir. İktidara sahip olamazsınız, ama iktidar size sahip olur(5). Bu gerçeği görmezden gelen her devrimin başına aynı “kaza” gelir: devrim karşı-devrimcileşir, araç amacı ele geçirir. Bu yüzden 21. Yüzyılda devrimci hareketin sorunu iktidarı ele geçirmek değil, onu yok etmektir. Ancak şeylerin eski düzenini yıkmaya hazırlananlar, onun kendi kafalarına yıkılmasından kaçınmalıdırlar.

 

“Hümanizm İnsanlığı Ezenlere Uygulanamaz”

  Şiddet denilince hemen herkesin aklına, sokaklarda koşuşturan silahlı insanlar, kan, ölüler ve fiziksel çarpışmalar gelmektedir. Oysa şiddet, yaşadığımız çağın temel bileşenidir ve fiziksel gücün olmadığı yerde de vardır.

İnsanların kendi alehlerine olan şeyleri yararlarına zannederek istemeleri, medya bombardımanı altında kişiliksizleştirilmeleri, devamlı yalan, otoriteye baımlılık ve beyinlerimizin içine kadar yerleşen iktidar bin silahın uygulayabileceği şiddetin bin mislini uygulamaktadır. Ama bunu yapan şiddet, kendisini barış, çok seslilik ve demokrasi olarak tanıtmaktadır bizlere. “Anlayış, dosstluk, birlikte mutlu olma, bir yığın ıvır-zıvır. Sömürücüler ve sömürülenler, kandıranlar ve kandırılanlar, yöneticiler ve yönetilenler, başka bir şey göremiyorum ben.”

Eski dünyanın kokuşmuş karanlığını yıkacak olanlar, zalimlikle suçlanmaya hazır olmalıdırlar. Çünkü zalimler, zulmetme haklarının ellerinden alınmasını zalimlik olarak görürler. Victor Serge, Razumovskoye'nin yağmalanması sırasında, bazı devrimcilerin porselenleri kırdıklar için eleştirildiklerini yazar. Onların cevabı şuydu: "Hayatı değiştirmek için dünyanın bütün porselenlerini kıracağız. Eşyaları çok fazla, halkı çok az seviyorsunuz... İnsanları ancak eşyaları sevdiğiniz kadar seviyorsunuz: Onları yeterince sevmiyorsunuz(4).”

Oysa toplumu kurtaracağını iddia eden entellektüel sol laf üretmekte, bar köşelerinde ve panel - konferans salonlarında halkı çekiştirmektedir. “Halk” kavramının dilbilimsel açıklamasını kusursuz bir mükemmellikle yapabilmelerine rağmen halkın kendisiyle karşılaşınca şeytan görmüşe dönmektedirler. Onlar için halk, kurtarılmayı bekleyerek cam bir kutuda yatan Pamuk Prenses`tir, kendileri de Beyaz Atlı Prens. Karşlarında durmakta olan ise yırtık paçavraları içinde, çirkin kamburu ve işlemekten nasır tutmuş elleri ile Quasimodo`dur. (Notre Dame'ın Kamburu)

Onlar günlük hayatı, günlük hayata hiç bulaşmadan paneller, konferanslar, reformlar, yalvarmalar ve dilenmelerle değiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa “özgürlük silahlar ve baltalarla kazanılır, yarasız sızlanmalar ve sümsükce dilenmelerle değil."(6)

"Kahrolsun anlamsız çekişmeler, boş tartışmalar, forumlar, Marxist düşünce haftaları ve panelleri! Akreple yelkovan gerçek özgürleşme saatini gösterdiğinde vurun öldüresiye! Sözcükler öldürmez(4).”

(1) Münür Rahvancıoğlu, Yaşam İçindeki Duruşa Dair, Başka Düşünce Dergisi Sayı 4

(2) Tülin Öngen, Prometheus'un Sönmeyen Ateşi, Alan Yaynları, 1994

(3) Lev Trotskiy, Rusyada Sürekli Devrim, Kardelen Yayınları, 1990

(4) Raoul Vaneigem, Gündelik Hayatta Devrim, Ayrıntı Yayınları,1996

(5) Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1995

(6) Karl Marx, Biyografi, Öncü Kitabevi, 1976

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder