Yani" diye devam etti Titorelli, “Sen çökmüş bir davayı savunuyorsun.
Çoktan kaybedilmiş bir davayı
savunan adam biraz komik olur. O role soyunan adam için komiklik gerekli bir şeydir.
Sen ciddi davranmak için kendini çok zorluyorsun. Kendin ol: Yani gülünç ol!"
Derviş Zaim, Ares
Harikalar Diyarında
İnsan yaşamı, onun içinde bulunduğu çevreden etkilenmesinin ve bu etkilenmenin insanın içinde yarattığı yeni bir etkilenim kaynağının ürünü olduğu kadar, insanın kendisinin söz konusu etkilenim kaynaklarına dair geliştirmiş olduğu karşı tezlerin de bir toplamıdır. Bahsettiğimiz üç etkenden hangisinin insanın günlük yaşamında daha çok rol oynadığı insanın yaşam içindeki duruşunun göstergesidir.
Bu yazının yaşadığımız güne ilişkin
yapacağı ilk tesbit, insanların "bencil" olduklarıdır. İçinde yaşanılan
her dönem, bize hiçbir zaman öyle görünmemesine rağmen, tarihsel bir dönemdir. Geçicidir
Ve insanlığın şimdiki tarihsel dönemi de ‘sınıflı toplum’ dur. Bizzat sınıflı
toplumun varlığıdır ki insanı bencil yapmıştır. Buna bakarak "insan her zaman
bencildi ve her zaman bencil kalacaktır" demek, hasta bir insana bakıp,
"aslında o her zaman hastaydı ve hiçbir zaman iyileşmeyecek?” demek kadar
saçmadı. Ve aynı şekilde, bugünkü topluma bakarak ‘sınıflı toplumu' veya
kapitalizmi mutlaklaştırmak da bundan farklı değildir.
Bu noktaya kadar öne sürülen
iddia aslında çok bilinen bir tartışmanın, insanın doğasından gelen nedenlerden
dolayı "jyi" veya "kötü" olup olmadığı tartışmasının bir
devamından başka bir şey değildi. Her ne kadar iyilik veya kötülük kavramlarının
göreceliği konusunu atlamış olacak olsak da belirtmeliyim ki benim görüşüm;
belli bir tarihte, belli koşullar altında yaşayan insanın, ancak içinde
yaşadığı koşullar kadar "iyi" veya "kötü” olabileceğidir. Yani
insanın doğasından gelen bir bencillik, para hırsı, savaş tutkusu veya
paylaşım, eşitlik, kardeşçe yaşama talebi olamayacağı gibi, bunlar gerek teker
teker gerekse toplu olarak; içinde yaşanılan toplumsal çevre, ekonomik sistem, psikolojik
faktörler vb. tarafından belirlenirler.
Konun dışına çıkmayı göze alarak belirtmeliyim
ki bu söylenenler asla ekonomik faktörlerle toplumsal yapı arasında mutlak bir belirlenme
sürecinin veya tek yönlü bir ilişkinin varlığını iddia etmek olarak
algılanamazlar. Söz konusu ilişki mutlak ve kaçınılmaz değildir, sadece belirleyici
etmenlerden biridi. Aksi takdirde her emekçinin kendiliğinden bir siyasi -
politik kültüre ve 'yaşam içinde duruşa' sahip olması gerekirdi. (2)
İnsan denen varlık, toplumsal
yapı ve ilişkiler nedeniyle bencil, iki yüzlü, "kötü"vb. ise söz konusu
ilişkilerin ve yapının değişmesi ile insan da değişecektir. Eski toplumun sınırları
içerisinde yeni bir insan psikolojisi yaratmak diye bir şey söz konusu olamaz,
yeni bir insan psikolojisinin ön şartı yeni koşullardır(3). Bu yazılanların
ertelemeci bir mantıkla okunmaması gerektiği uyarısını yapmalıyım. Yeni bir
insan psikolojisi ve yeni bir toplum için yaratılacak yeni koşulları bekleyerek
veya her şeyi "kutsal" bir ana havale ederek hiçbir yere varılamaz. Hem
yeni koşullar için mücadele etmeye onları verili ilişkilerde yaratmaya çalışmak
hem de yeni insan psikolojisinin -bir çeşit- habercileri olan; insanın “olumlu”
özelliklerini genelleştirmek için uğraşmak ve günlük hayatı her anını, beklenen
devrim anı haline getirmek, ertelemecilikten kurtulmanın biricik yoludur.
İşte bu sözü geçen yöntem,
birinci paragraftaki "karşı tezlerin" insanın yaşam tarzı haline
gelmesinin ve "insann yaşam içindeki duruşu" derken kastettiğimiz şeyin
ta kendisidir.
"ARAÇ, AMAÇTIR"
Kurulmasını istediğimiz dünyanın
tasarımını yaparken bunun bileşenleri aklımıza havadan gelmemektedir. Yeni bir
dünyanın nasıl olması gerektiği, var olan ilişkilerin neden "yanlış"oldukları
hep günlük hayatın ve egemen ilişkiler bütününün eleştirisinden gelmektedir.
Yöntemimiz “var olan her şeyin acımasız eleştirisidir". Hatta var olmayanların
ve kendimizin bile. Bize "bilimsel" niteliğini kazandıran şey, kurmak
istediğimiz ideal bir dünya için gerçekleri reddedip hayaller dünyasında
mücadele veriyor oluşumuz değil, aksine bizzat gerçeklerden yola çıkarak olası
olanı var etme kaygısı taşıyor oluşumuzdur.
Kapitalizmin ve hiyerarşik
toplumun tarihsel süreç içerisinde geçmişi ve olası geleceği ile sadece bir
uğrak noktası olduğu, “tarihin sonu” diye bir şeyin olmadığı, toplumun; içinde
barındıdığı sınıflar, çelişkiler, dinamikler ve mücadelelerle birlikte yaşayan
bir varlık olduğu gerçekleri, 19. ve 20. yüzyıllarda çürütülmesi çok zor bir şekilde
bilimselolarak ispatlanmış, denenmiş ve kabul edilmiş gerçeklikleridir.
Tarihsel süreçler tarafından şekil verilen insanın, tarihsel süreçlerin yönünü ve
dinamiklerini anlayarak, kendisine şekil veren bu süreçleri etkilemesi, hızlandırması
ve yön vermesi hiç de ütopik, hayal, saçma falan değildir. Marx, “tarihi yapan
insanlardır, ancak kendilerinin seçmediği koşullar altında” derken tam da buna
işaret etmiştir.
Ama, eleştiri felsefesinin dönüp
kendi kendini eleştirmesinde de hiçbir çelişki yoktur. Bizzat gerçekliğin eleştirisiyle
belirlenen hedef, ona varılması için bazı araçları gerektirir. Belli bir araç
kullanılmadan varılabilecek bir amaç, “amaçlanmasa da varolabilirdi” demektir
ve bu kaderciliktir.
Her araç ve her yöntem tipkı insan
yapısı, sistem, vb gibi belli bir gerçeklikten, hedeften hayat bulur. Araçla
amacın çeliştiği noktada, amaç zarar görür ve sürece araç yön verir. Bu yüzden
nasıl amacımızı belirlerken bunu bizzat gerçekliğin eleştirisinden
temellendiriyorsak kullanacağımız, araçların amacımıza uygunluğuna da aynı
özeni ve dikkati göstermeliyiz! Açıktır ki bu bahsettiklerim “amaca ulaşmak
iiçin her yol mübahtır” mantığını kesin bir şekilde dıştalamaktadır. Hiyerarşik
ve sınıflı toplumun bütün eksiklik ve çarpıklıklarını tespit ettikten, insan
özgürlüğü için mücadelenin yaşayan gerekçelerini buldıktan sonra dönüp
eleştirdiğimiz toplumun silahlarıyla (araçlarıyla), eleştirdiğimiz ilişkilere
karşı mücadele etmek olsa olsa bu ilişkileri yeniden üretmeye yarar. “Bundan
böyle, en azından tüm hiyerarşinin
radikal tasfiyesini içermedikçe, hiçbir devrim, devrim adına layık
olmayacaktır.(4)”
"İKTİDAR"
Şimdi tüm bu söylediklerimizin
ışığında ve tüm bu söylediklerimizi daha somutlaştırmak için, iktidar kavramını
ele alabiliriz.
Başlangıçta iktidar yoktu.
Başlangıçta sadece doğa ve doğada kendine yaşama şansı bulmaya çalışan
insanoğlu vardı. İktidar kavramı hiyerarşi ve hegemonya ile birlikte çok
sonraları ortaya çıktı. İnsanlığın yazılı tarihinin tamamı, bütün tarihinin ise
ancak onda biri iktidar kavramının egemenliği altında geçmiştir. Yani iktidar
denilen “şey” de tarihsel, geçici ve göreli bir ilişkiler bütünüdür. Ve ancak
bir boyun eğmenin bedeli olarak vardır. Boyun eğen yoksa iktidar da yoktur.
Pisliklerin su yüzeyinde
toplanması gibi, iktidar da toplumun tepesinde durur. Ve ‘ne yazık ki’ toplumu
değiştirmeyi hedefleyen tüm harekeler de bu 'amaç'larına ancak iktidar denilen “araç”
aracılığıyla ulaşabileceklerini düşününürler.
O, öyle sihirli bir güçtür ki;
ezenlerin elinde ezmeye, “kurtarıcıların” elinde kurtarmaya yarar. Tek sorun o’nu
ele geçirmektir ve bütün mücadele de bu eksende döner durur. Herkes toplumu “kurtarmak”
için yarışmaktadır. Ancak kimse bunu başaramamaktadır. Çünkü iktidarı her ele geçiren
TOPLUMU DEĞİL, KENDİNİ kurtarmaya başlar.
“Bir gün iyi insanlar başa
gelecek ve her şey düzelecek, sorun baştakilerin kötü olmasından kaynaklanıyor.”
Bunlar hergün dinlediğimiz masallar, uydurmalar ve kandırmacalardır. Oysa esas
sorun, iktidar denilen aracın, özgürlük amacıyla çelişen bir araç olmasıdır. Esas
hedef iktidarı toplumsallaştırmak, onu bütün halk katmanlarına yaymak ve
hiyerarşiyi kökten tasfiye etmek olmalıdır.
Bu anlamda baskı amacını özünde
taşıyan iktidar, sahip olunacak bir nesne değildir. İktidara sahip olamazsınız,
ama iktidar size sahip olur(5). Bu gerçeği görmezden gelen her devrimin başına
aynı “kaza” gelir: devrim karşı-devrimcileşir, araç amacı ele geçirir. Bu
yüzden 21. Yüzyılda devrimci hareketin sorunu iktidarı ele geçirmek değil, onu
yok etmektir. Ancak şeylerin eski düzenini yıkmaya hazırlananlar, onun kendi
kafalarına yıkılmasından kaçınmalıdırlar.
“Hümanizm İnsanlığı Ezenlere Uygulanamaz”
Şiddet
denilince hemen herkesin aklına, sokaklarda koşuşturan silahlı insanlar, kan,
ölüler ve fiziksel çarpışmalar gelmektedir. Oysa şiddet, yaşadığımız çağın
temel bileşenidir ve fiziksel gücün olmadığı yerde de vardır.
İnsanların kendi alehlerine olan
şeyleri yararlarına zannederek istemeleri, medya bombardımanı altında
kişiliksizleştirilmeleri, devamlı yalan, otoriteye baımlılık ve beyinlerimizin
içine kadar yerleşen iktidar bin silahın uygulayabileceği şiddetin bin mislini
uygulamaktadır. Ama bunu yapan şiddet, kendisini barış, çok seslilik ve
demokrasi olarak tanıtmaktadır bizlere. “Anlayış, dosstluk, birlikte mutlu
olma, bir yığın ıvır-zıvır. Sömürücüler ve sömürülenler, kandıranlar ve
kandırılanlar, yöneticiler ve yönetilenler, başka bir şey göremiyorum ben.”
Eski dünyanın kokuşmuş
karanlığını yıkacak olanlar, zalimlikle suçlanmaya hazır olmalıdırlar. Çünkü
zalimler, zulmetme haklarının ellerinden alınmasını zalimlik olarak görürler. Victor
Serge, Razumovskoye'nin yağmalanması sırasında, bazı devrimcilerin porselenleri
kırdıklar için eleştirildiklerini yazar. Onların cevabı şuydu: "Hayatı
değiştirmek için dünyanın bütün porselenlerini kıracağız. Eşyaları çok fazla,
halkı çok az seviyorsunuz... İnsanları ancak eşyaları sevdiğiniz kadar
seviyorsunuz: Onları yeterince sevmiyorsunuz(4).”
Oysa toplumu kurtaracağını iddia
eden entellektüel sol laf üretmekte, bar köşelerinde ve panel - konferans
salonlarında halkı çekiştirmektedir. “Halk” kavramının dilbilimsel açıklamasını
kusursuz bir mükemmellikle yapabilmelerine rağmen halkın kendisiyle
karşılaşınca şeytan görmüşe dönmektedirler. Onlar için halk, kurtarılmayı bekleyerek
cam bir kutuda yatan Pamuk Prenses`tir, kendileri de Beyaz Atlı Prens. Karşlarında
durmakta olan ise yırtık paçavraları içinde, çirkin kamburu ve işlemekten nasır
tutmuş elleri ile Quasimodo`dur. (Notre Dame'ın Kamburu)
Onlar günlük hayatı, günlük
hayata hiç bulaşmadan paneller, konferanslar, reformlar, yalvarmalar ve
dilenmelerle değiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa “özgürlük silahlar ve
baltalarla kazanılır, yarasız sızlanmalar ve sümsükce dilenmelerle değil."(6)
"Kahrolsun anlamsız
çekişmeler, boş tartışmalar, forumlar, Marxist düşünce haftaları ve panelleri!
Akreple yelkovan gerçek özgürleşme saatini gösterdiğinde vurun öldüresiye!
Sözcükler öldürmez(4).”
(1) Münür Rahvancıoğlu, Yaşam İçindeki
Duruşa Dair, Başka Düşünce Dergisi Sayı 4
(2) Tülin Öngen, Prometheus'un
Sönmeyen Ateşi, Alan Yaynları, 1994
(3) Lev Trotskiy, Rusyada Sürekli
Devrim, Kardelen Yayınları, 1990
(4) Raoul Vaneigem, Gündelik
Hayatta Devrim, Ayrıntı Yayınları,1996
(5) Paulo Freire, Ezilenlerin
Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1995
(6) Karl Marx, Biyografi, Öncü Kitabevi,
1976
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder