17 Temmuz 2002 Çarşamba

Kim Yapacak, Bunu Kim Yapacak?


“Bilemiyorum” dedi Merry. “...Yavaş, garip, sabırlı, hatta neredeyse mahzun görünüyorlar ama yine de onların ayaklandırılabileceklerine inanıyorum. Eğer bu mümkün olursa, karşı tarafta olmak istemezdim.”
“Evet!” dedi Pippin. “Ne demek istediğini biliyorum. Oturmuş düşünceli düşünceli geviş getiren bir inek ile saldıran bir boğa arasında büyük bir fark olabilir; üstelik değişim ani de olabilir”
J.R.R TOLKIEN, Yüzüklerin Efendisi, İkinci Kısım
Durmuş düşünüyorum... Rahatsızım. Rahatsızlığım, bilgiyi arayan, bilgiye aç bir insanın olumlu rahatsızlığı değil. Rahatsızlığım durmuş düşünüyor oluşumdan kaynaklı... Düşünüyor oluşumdan değil. Durmuş düşünüyor oluşumdan...
“Bir yerde duran, dinelen kişi ile,
bir yola çıkan, yürüyen kişi arasındaki fark,
devinimdir – birinde olmayan, ötekinin de
onsuz olamayacağı, devinim...”
demişti Oruç Aruoba... Devinimi hissedemiyorum. Kızgınlığa kadar götürüyor bu çoğu zaman. Ne zaman oturmuş düşünceli düşünceli geviş getiren bir inek görsem, kızgın bir boğaya dönüyorum.
Kuzey Kıbrıs’ta seçimler yapıldı. Haftalar geçti hatta yapılalı. Ama ne yazık ki beni tatmin edecek bir çözümleme, seçim sonuçlarına dair kapsamlı bir değerlendirme göremedim baktığım yayınlarda.
Kuzey Kıbrıs’ta yapılan seçimlerin, dünyanın geri kalanında yapılan seçimlerden niteliksel bir farkı vardır benim gözümde:
1983 yılında varlığı ilan edilen KKTC, o zamandan beri sol için bir karın ağrısı olmaya devam etti. Haftalarca halka KKTC’ye “Hayır” demesi proboganda edildikten, onlarca insan işini kaybetmek pahasına seferber edildikten ve o güne kadar biriktirilmiş bütün barut bu kampanya ile harcandıktan sonra, solun elitleri “Baktık ilan edecekler, biz de bu geminin dışında kalmamak için evet dedik” diyerek son dakikada akıllara ziyan verecek bir kıvraklıkla çark ettiler. Bu sürecin muhalefet liderleri ve halk arasındaki ilişkiler bağlamında sorgulanması psikiyatristlerin alanına girer. Her ne kadar uzmanlığa kıymet vermesem de bahsetmek istediğim konu bu olmadığı için kısaca geçmek istiyorum. Kendilerinin halk için pek bir gerekli olduklarına karar veren saygıdeğer elitlerimiz, bizi kendilerinden mahrum bırakmamakla (sanki de hayır diyenlere KKTC kimlik kartı verilmeyecekti) aşkımızın karşılıklı olduğunu ilan etmişlerdi. Ama “mücadeleyi bırakmadılar”. Anayasaya hayır dememizi istediler. Seçimlere girerek bu istemedikleri devleti içerden nasıl değiştireceklerini anlattılar bizlere. Ne de olsa gıcık olmuşlardı bir kez ve bizler, her sabırlı aşık gibi onların hezeyanlarına tahammül etmek zorundaydık. Ne demişler “sev seni seveni yer ile yeksan olsa...”
Bu bağlamda KKTC’nin kalıcı olmadığı, marşı olmadığı, doğru dürüst yalnız başına dalgalanan bir bayrağı olmadığı, dünya tarafından tanınmadığı vs. sürekli vurgulandı...
Eğer bir yapı meşru değilse, eğer bir yapı size zorla dayatılıyorsa mücadele etmek, karşı durmak, direnmek en doğal insanlık hakkınızdır. Hatta direnmediğiniz, mücadele etmediğiniz, her türlü kurumunda görev aldığınız, almaya talip olduğunuz takdirde; aslında şikayetçi de olmadığınızı söylemek de başkalarının hakkıdır.
Ne zaman seçimler yapılsa, kulaklarımı tıkayıp geçmesini bekledim bu ülkede. Ne seçim sandığının neye benzediğini bilirim ne de oy pusulalarının.
Ama bu yıl farklı bir şey yaptım ve seçim sohbetlerine katıldım... Kim kazanır, ne olur tarzı muhabbetler... Gördüm ki insanlar, insanımız büyük bir heyecanla tartışıyor. Konuşuyor. Seçimlerden çok şey ümit ediyor... Bazısı kendi adayının seçileceğini ve böylece birçok sorunun çözülme yoluna gireceğini, bazısı adayının ve hareketinin seçimler vasıtasıyla sesini duyuracağını, bazısı bu sürecin örgütlülüğün önündeki engelleri aşmada yardımcı olacağını dile getiriyor. İnsanlar adayları pür dikkat takip ediyor. Ortada hiç de zorla sandık başına görürülen insanlar yok. Meşru, demokratik bir ülkenin, özgürce yarışan adayları, halkı kendi sorunlarını çözmek için vatandaşlık görevini yapmak üzere sandıklara çağırıyor. Hatta parasını alamayan mudiler, dövizle konut alan vs. ‘zedeler’ sistemi oy kullanmayarak cezalandırmayı öneriyor.
“Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demedim. Bu süreci anlamak için kafa yormaya başladım. Benim geviş getire getire vardığım sonuç; öyle veya böyle KKTC’nin halk içinde ve hatta sol partiler ve sendikalar içinde hatırı sayılır bir meşruluğu olduğudur. Boykot çağrısı yapan bir siyasal hareketin Kuzey Kıbrıs genelinde başarıya ulaşma şansı yoktur. İnsanlar sandığa gittiklerinde kime oy verdiklerini bilemezsiniz, ama sandığa gitmediklerinde bunu dünya alem bilir.... Bu tarz bir deşifre olmaya insanımız ne politik olarak ne de ekonomik olarak hazır değildir. Kaldı ki halk bu güne kadar bir çok kritik dönemeçte kendini ortaya koymuş, KKTC’nin ilanında olduğu gibi zarıncayan hep solcular olmuştur. Bu yüzden dürüstlüğümüzü ve içtenliğimizi ispatlamadan insanlardan bedel ödemelerini bekleme hakkımız yoktur. (Belirtmek isterim ki, bireysel dürüstlükten ve içtenlikten değil, örgütsel olanından bahsediyorum)
O zaman, rahatlıkla ilan edebilirim ki bundan böyle seçimlere giren dostları ayıplamayacağım... Benimle rahat rahat seçim sohbeti yapabilirisiniz. Çünkü küçümseyici ve alaycı bakışlarımı üzerinizden uzak tutacağım. Sandığa gitmek düşüncesi hala daha bende mide bulantısı yaptığından ne yazık ki bu sohbetleri sandık başında yapamayacağız.
Katılım oranları (ortalama %80) ve siyasal yapıların seçimlerde taraf olmaları oranı (%100)  göstermiştir ki insanımız ve siyasal yapılarımız başlarındaki devleti, bir şey beklenilebilir bir meşruiyette görmektedir. Bu Kuzey Kıbrıs’taki en geniş katılımlı konsensüstür.
Bu benim hoşuma gitmeyebilir, ama hoşuma gitmemesi gerçeği görmekten kaçmamı gerektirmez. Ben kişisel olarak bu alanın dışında durmaya çalışmaya devam edeceğim. Çünkü kendime olan saygım bunu gerektriyor. Ama bundan böyle bunu da hesaba katarak hareket etmek de bilimselliğin bir gereğidir.
Tüm bunların sorgulanması ve hareket tarzının bunlara göre belirlenmesi belki de insanın aklına bir reklamı getiriyordur. “Kim yapacak, bunu kim yapacak?” Yozlaşan, çürüyen ve her geçen gün yaşamla bağları kopan burjuvazinin sanatla ilişkileri de giderek zayıflıyor. Son dönemlerde sanat ve reklam arasında pek bir fark kalmadı gibi. Ve reklamları da beynimize kazımayı çok iyi beceriyorlar. Eh o zaman, “Kim yapacak, bunu kim yapacak?”
Soruyu soran, cevaptan da sorumludur... Yok eğer cevap için bir kaygı yoksa, soru da yapmacık demektir... O zaman, onlar için kaygılanmayı bırakıp; gerçekten samimi olanlarla hareket etmekte fayda vardır.
Hem Pippin’in de dediği gibi “Değişim ani olabilir”. Hazır olmakta fayda var....
Çünkü “Eğer bu mümkün olursa, karşı tarafta olmak istemezdim....”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder