“Bilemiyorum” dedi Merry. “...Yavaş, garip, sabırlı, hatta
neredeyse mahzun görünüyorlar ama yine de onların ayaklandırılabileceklerine
inanıyorum. Eğer bu mümkün olursa, karşı tarafta olmak istemezdim.”
“Evet!” dedi Pippin. “Ne demek istediğini biliyorum. Oturmuş
düşünceli düşünceli geviş getiren bir inek ile saldıran bir boğa arasında büyük
bir fark olabilir; üstelik değişim ani de olabilir”
J.R.R TOLKIEN, Yüzüklerin Efendisi,
İkinci Kısım
Durmuş düşünüyorum... Rahatsızım. Rahatsızlığım, bilgiyi
arayan, bilgiye aç bir insanın olumlu rahatsızlığı değil. Rahatsızlığım durmuş
düşünüyor oluşumdan kaynaklı... Düşünüyor oluşumdan değil. Durmuş düşünüyor
oluşumdan...
“Bir yerde duran,
dinelen kişi ile,
bir yola çıkan,
yürüyen kişi arasındaki fark,
devinimdir –
birinde olmayan, ötekinin de
onsuz olamayacağı,
devinim...”
demişti Oruç Aruoba... Devinimi hissedemiyorum. Kızgınlığa
kadar götürüyor bu çoğu zaman. Ne zaman oturmuş düşünceli düşünceli geviş
getiren bir inek görsem, kızgın bir boğaya dönüyorum.
Kuzey Kıbrıs’ta seçimler yapıldı. Haftalar geçti hatta
yapılalı. Ama ne yazık ki beni tatmin edecek bir çözümleme, seçim sonuçlarına
dair kapsamlı bir değerlendirme göremedim baktığım yayınlarda.
Kuzey Kıbrıs’ta yapılan seçimlerin, dünyanın geri kalanında
yapılan seçimlerden niteliksel bir farkı vardır benim gözümde:
1983 yılında varlığı ilan edilen KKTC, o zamandan beri sol
için bir karın ağrısı olmaya devam etti. Haftalarca halka KKTC’ye “Hayır”
demesi proboganda edildikten, onlarca insan işini kaybetmek pahasına seferber
edildikten ve o güne kadar biriktirilmiş bütün barut bu kampanya ile
harcandıktan sonra, solun elitleri “Baktık ilan edecekler, biz de bu geminin
dışında kalmamak için evet dedik” diyerek son dakikada akıllara ziyan verecek
bir kıvraklıkla çark ettiler. Bu sürecin muhalefet liderleri ve halk arasındaki
ilişkiler bağlamında sorgulanması psikiyatristlerin alanına girer. Her ne kadar
uzmanlığa kıymet vermesem de bahsetmek istediğim konu bu olmadığı için kısaca
geçmek istiyorum. Kendilerinin halk için pek bir gerekli olduklarına karar
veren saygıdeğer elitlerimiz, bizi kendilerinden mahrum bırakmamakla (sanki de
hayır diyenlere KKTC kimlik kartı verilmeyecekti) aşkımızın karşılıklı olduğunu
ilan etmişlerdi. Ama “mücadeleyi bırakmadılar”. Anayasaya hayır dememizi
istediler. Seçimlere girerek bu istemedikleri devleti içerden nasıl
değiştireceklerini anlattılar bizlere. Ne de olsa gıcık olmuşlardı bir kez ve
bizler, her sabırlı aşık gibi onların hezeyanlarına tahammül etmek zorundaydık.
Ne demişler “sev seni seveni yer ile yeksan olsa...”
Bu bağlamda KKTC’nin kalıcı olmadığı, marşı olmadığı, doğru
dürüst yalnız başına dalgalanan bir bayrağı olmadığı, dünya tarafından
tanınmadığı vs. sürekli vurgulandı...
Eğer bir yapı meşru değilse, eğer bir yapı size zorla
dayatılıyorsa mücadele etmek, karşı durmak, direnmek en doğal insanlık
hakkınızdır. Hatta direnmediğiniz, mücadele etmediğiniz, her türlü kurumunda
görev aldığınız, almaya talip olduğunuz takdirde; aslında şikayetçi de
olmadığınızı söylemek de başkalarının hakkıdır.
Ne zaman seçimler yapılsa, kulaklarımı tıkayıp geçmesini
bekledim bu ülkede. Ne seçim sandığının neye benzediğini bilirim ne de oy
pusulalarının.
Ama bu yıl farklı bir şey yaptım ve seçim sohbetlerine
katıldım... Kim kazanır, ne olur tarzı muhabbetler... Gördüm ki insanlar,
insanımız büyük bir heyecanla tartışıyor. Konuşuyor. Seçimlerden çok şey ümit
ediyor... Bazısı kendi adayının seçileceğini ve böylece birçok sorunun çözülme
yoluna gireceğini, bazısı adayının ve hareketinin seçimler vasıtasıyla sesini
duyuracağını, bazısı bu sürecin örgütlülüğün önündeki engelleri aşmada yardımcı
olacağını dile getiriyor. İnsanlar adayları pür dikkat takip ediyor. Ortada hiç
de zorla sandık başına görürülen insanlar yok. Meşru, demokratik bir ülkenin,
özgürce yarışan adayları, halkı kendi sorunlarını çözmek için vatandaşlık
görevini yapmak üzere sandıklara çağırıyor. Hatta parasını alamayan mudiler,
dövizle konut alan vs. ‘zedeler’ sistemi oy kullanmayarak cezalandırmayı
öneriyor.
“Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demedim. Bu süreci
anlamak için kafa yormaya başladım. Benim geviş getire getire vardığım sonuç;
öyle veya böyle KKTC’nin halk içinde ve hatta sol partiler ve sendikalar içinde
hatırı sayılır bir meşruluğu olduğudur. Boykot çağrısı yapan bir siyasal
hareketin Kuzey Kıbrıs genelinde başarıya ulaşma şansı yoktur. İnsanlar sandığa
gittiklerinde kime oy verdiklerini bilemezsiniz, ama sandığa gitmediklerinde
bunu dünya alem bilir.... Bu tarz bir deşifre olmaya insanımız ne politik
olarak ne de ekonomik olarak hazır değildir. Kaldı ki halk bu güne kadar bir
çok kritik dönemeçte kendini ortaya koymuş, KKTC’nin ilanında olduğu gibi
zarıncayan hep solcular olmuştur. Bu yüzden dürüstlüğümüzü ve içtenliğimizi ispatlamadan
insanlardan bedel ödemelerini bekleme hakkımız yoktur. (Belirtmek isterim ki,
bireysel dürüstlükten ve içtenlikten değil, örgütsel olanından bahsediyorum)
O zaman, rahatlıkla ilan edebilirim ki bundan böyle
seçimlere giren dostları ayıplamayacağım... Benimle rahat rahat seçim sohbeti
yapabilirisiniz. Çünkü küçümseyici ve alaycı bakışlarımı üzerinizden uzak
tutacağım. Sandığa gitmek düşüncesi hala daha bende mide bulantısı yaptığından
ne yazık ki bu sohbetleri sandık başında yapamayacağız.
Katılım oranları (ortalama %80) ve siyasal yapıların
seçimlerde taraf olmaları oranı (%100)
göstermiştir ki insanımız ve siyasal yapılarımız başlarındaki devleti,
bir şey beklenilebilir bir meşruiyette görmektedir. Bu Kuzey Kıbrıs’taki en
geniş katılımlı konsensüstür.
Bu benim hoşuma gitmeyebilir, ama hoşuma gitmemesi gerçeği
görmekten kaçmamı gerektirmez. Ben kişisel olarak bu alanın dışında durmaya
çalışmaya devam edeceğim. Çünkü kendime olan saygım bunu gerektriyor. Ama
bundan böyle bunu da hesaba katarak hareket etmek de bilimselliğin bir
gereğidir.
Tüm bunların sorgulanması ve hareket tarzının bunlara göre
belirlenmesi belki de insanın aklına bir reklamı getiriyordur. “Kim yapacak,
bunu kim yapacak?” Yozlaşan, çürüyen ve her geçen gün yaşamla bağları kopan
burjuvazinin sanatla ilişkileri de giderek zayıflıyor. Son dönemlerde sanat ve
reklam arasında pek bir fark kalmadı gibi. Ve reklamları da beynimize kazımayı
çok iyi beceriyorlar. Eh o zaman, “Kim yapacak, bunu kim yapacak?”
Soruyu soran, cevaptan da sorumludur... Yok eğer cevap için
bir kaygı yoksa, soru da yapmacık demektir... O zaman, onlar için kaygılanmayı
bırakıp; gerçekten samimi olanlarla hareket etmekte fayda vardır.
Hem Pippin’in de dediği gibi “Değişim ani olabilir”. Hazır
olmakta fayda var....
Çünkü “Eğer bu mümkün olursa, karşı tarafta olmak
istemezdim....”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder