27 Temmuz 2002 Cumartesi

Münür Rahvancıoğlu ve Osman Mekansız anlattı: Baraka Kültür Merkezi



“Baraka’nın hedefi bu toplumda muhalif bir duruş ortaya koymaya çalışan herkese kendini evinde gibi hissedebileceği bir ortam yaratmaktır”

Baraka Kültür Merkezi, geçtiğimiz Çarşamba akşamı açıldı... Baraka’dan Münür Rahvancıoğlu ve Osman Mekansız’la bu yeni kültür merkezine neden gerek duyulduğu, hedefleri ve ulaşmak istedikleri noktalar konusunda konuştuk:


SORU: Baraka’nın açılışı galiba “eski” bir süreç... Nasıl ortaya çıktı?
RAHVANCIOĞLU: Aslında bir yıllık bir süreç... Ama fikir olarak belki de iki-üç yıla kadar uzanan bir süreç. Zamanında biz Avrupa gazetesinde çalışırken, o zamanlardan bir şekilde kafamızda şekillenmişti ama somut değildi. Somutlaşması bir yıl...

SORU: Nereden çıktı yani bu fikir ortaya? Veya hangi ihtiyaçtan doğdu?
RAHVANCIOĞLU: Aslında doğrudan bizim kendi ihtiyaçlarımızdan doğan bir süreçtir. Bizim gibi düşündüğüne inandığımız insanların ihtiyaçlarının da aynı yönde olduğunu düşünürüz. Biz nasıl iki-üç yıl önceye kadar bunun farkında değilsek, belki de bunun farkında olmayan insanlar var aynı şekilde...

SORU: Neydi bu ihtiyaç?
RAHVANCIOĞLU: Ülkede belli sorunlar yaşanıyor, bunlar kesin... Bu sorunlara yönelik olarak çeşitli insanların ve çeşitli oluşumların, çeşitli fikirleri var. Ve buna yönelik harekette bulunuyorlar. Ama sanki bu biraz temelsiz ve günlük politikanın hızına yetişmeye çalışan ve bunu yaparken de eli ayağına dolanan bir süreçmiş gibi... Bunu ayakları üstüne oturtmak. Yani bizim kendimizi yeniden üretebilmemiz, mutlu olmamız, ilişkilerimizi paylaşabilmemiz, kendi aramızda samimiyet kurmamız, ihtiyaçlar bunlar. O hızın içerisinde bunlar pek yakalanamıyor. Yani o hızın içerisinde insanlar biraz harcanıyor gibi hatta, o harcanmaya biraz tepki de olabilir aynı zamanda...

SORU: Bir örnek verebilir misiniz harcanır derken?
MEKANSIZ: Günümüze baktığınızda hızlı bir yaşam var, o hızlı yaşam insanları tamamıyla bencilleşmeye doğru itiyor. Daha çok kendini düşünmeye doğru, kendi ihtiyaçlarına kapatan bir sürece doğru gider. İnsanlar tamamıyla kendisi için mücadele eder bir duruma geldi. İkincisi bizim toplumda da biraz sistemden mi yoksa insanların genel psikolojik eğilimlerinden mi kaynaklanır, insanlar bireylere bölündü. Bireylere bölündü derken artık birbirleri arasındaki iletişim çok yüzeysel, çok bayağı ve günlük klişeleşmiş o piyasa ilişkileri, al-ver ilişkileri boyutunda yaşanır olduğu için, bu da bize pek inandırıcı gelmiyor. Bir-iki senelik bir süreç gibi görünür ama aslında onun çok öncesi var,  bizim Çatı Dergisi sürecimiz  var, Bağımsız Gençlik Platformu sürecimiz var, üniversitedeki demokratik gençlik hareketi süreci var, hepsi aslında belli bir felsefe üzerinde, ortak noktaları olan oluşumlardı. Neydi o felsefe? İnsanların birbirleriyle diyaloglarında hoşgörülü, birbirlerine kendi statülerini, elde ettikleri kariyerleri birşeyleri paylaşmak amacıyla biraraya geldikleri ortamlarda, “Daha fazla iktidar, daha fazla kariyer, daha fazla karizma”ya dönüştürmeden ve bunu hep kendine yönelik kanalize etmeden bulundukları ortamlar çok az. Bizim insana bakış açımız, rekabet olmasın, dayanışma olsun, bilgiler paylaşılsın, insanlar birbiriyle karşı karşıya gelirken statüleriyle ya da toplumun onlara çizdiği kariyerleriyle değil, kendi doğal insani halleriyle, bilgileriyle, bunları paylaşabilecekleri değerler olarak ve karşılıklı paylaşma sonucu sürekli çoğalacakları düşüncesiyle... Bu da en başta iletişime geçmekle olacak birşey...

RAHVANCIOĞLU: Özeti şöyle olabilir: genel olarak solda, özellikle ülkemiz solunda bir refleks var: o da kendini karşı olmak temelinde tanımlar herkes. Yani işte ne bileyim Denktaş’a karşıdır, statükoya karşıdır, verili süreçlere karşıdır ve bunlara karşı olmak temelinde kendini tanımlar. Bu karşı olmak temelinde kendini tanımlayanlar ayrıştığı noktada, birleşmeye çalışırken de yine karşı oldukları şeylerin temelinde birleşmeye çalışırlar. İşte Denktaş’a karşı olanlar birleşsin, faşizme karşı olanlar birleşsin tarzı bir yaklaşım egemen. Ne istediğini ortaya koymuyor, neye karşı olduğunu ortaya koyuyor. Nasıl bir yaşam istediğini ortaya koymuyor, bunu günlük hayata uyarlamaya da çalışmıyor. Yapmaya çalıştığı tek şey, bu verili durumu aşmaya çalışmak. Bu verili durumu aşalım, ondan sonrasına bakalım şeklinde bir yaklaşım sözkonusudur. Tabii şimdi çıkıp biz ütopik adalar yaratıp sistemin dışına çıktık gibi birşey sözkonusu olamaz ama yine de biz, bu sistemin içerisinde, belli şeylere karşı mücadele ederken ne istediğimizi de bilebiliriz ve bunları da hayatımıza uyarlamaya çalışabiliriz. Aslında sorun Denktaş’la, statükoyla ya da kapitalizmle biten bir sorun da değil. Çünkü bu sistemin içinde yoğrulan insanlar olarak bize de bunun belli yansımaları sözkonusu... Normal günlük hayatımızda bunu biz kendimiz, kendi ilişkilerimizde sezebiliriz. Bunu sezebiliyoruz, kendi kendimizle başbaşa kaldığımızda bunu konuşabiliyoruz ama en yakınımızda olan ve bizimle birlikte mücadele eden insanla bunu paylaşamıyoruz. Osman’ın söylediği süreçlerde iyi niyetli olmamıza rağmen, tesbit etmiş olduğumuz budur. Ve diyoruz ki bunu biz, birbirimizle olsun paylaşabilmeliyiz. Yani ben Osman’ın üzerindeki verili sistemin yansımalarını görebilmeliyim, o bana bunu sunabilmeli. Ama bunu yapabilmesi için Osman’la benim belli bir aşamada samimileşmemiz gerekir. Osman’dan bir anda bunu bekleyemem, sırf bunu kavradı diye... Sırf bunu bilincine yükseltti diye Osman’ın bunu yapmasını bekleyemem çünkü bu aynı zamanda duygusal bir süreçtir. Osman bunu kendine bile itiraf edememiş olabilir, ben bunu kendime bile itiraf edememiş olabilirim... Bunu nasıl diğer bir arkadaşıma itiraf edebilirim? Ne kadar dürüst olsalar sistem karşıtı yapılar, bu anlamda en azından kendilerine karşı dürüst olmadıklarına inanıyorum. Bu da birçok şeye neden oluyor, bazı şeylerin görmezden gelinmesine... İşte insanlar böyle harcanıyor çünkü bazı insanlar belli yerlerde o statünün getirdiği davranış içerisine girerken, “Ama belli amaçlar için yapıyorum bunu” diye girerken, bazı insanları da bir şekilde harcayabiliyorlar, görmezden geliyorlar, onların sıkıntılarını, en basit problemlerini bile görmezden geliyorlar...

MEKANSIZ: Çevremizde bunun örneklerini çok yaşadık: sanki herşey dayanışma noktasında, görüntü öyle... Toplandığın zaman yüz-yüzelli kişi sanıyorsun ki herşey mükemmel, örgütlenme tamtakır gidiyor, insanlar birbirini anlıyor, belli bir amaç doğrultusunda fikir ayrılıkları olsa bile, onları törpüleyerek, o düşüncelerin aşıldığını zannedersin. Ama en basit, gündelik, birebir ilişkilere baktığında, adamın ne bileyim bir ekonomik sıkıntısı olsa, veya bile bile getirse dolaylı olarak, genel çoğunluk adamın derdini bile duyuyor ama anlamıyor. Veya anlar gibi gözüküyor ama aslında yaşadığı ilişkiler öyle olmadığı için hissetmiyor. Belki de ondandır... Süreçler böyle... Bizim yaşımız çok büyük değil ama yaşadık bazı şeyleri, biliriz, en yakınımızdaki insanın yüreğimizden kayıp gittiğini gördük...

RAHVANCIOĞLU: Bu kesinlikle onların zayıflığını göstermez, genel yaklaşım budur: o insan zayıf düştü, ben nasıl ayakta duruyorum, hep sorulan soru budur. Bu o insanın zayıflığını göstermez, o ortamın zayıflığını gösterir aslında...

MEKANSIZ: İnsanlar sorumluluktan kaçıyor, bir bakıma gerçeğinden kaçıyor. Olması gerekenden kaçıyor. İnsan dediğin zaman o vicdan olayından kaçıyor. Hissetmiyor... Bu yaşandı... Şu anda dört-beş isim sayabilirim, elimizin altından kayıp gitti... Kimisi göçetti, kimisi hiç beklenmedik noktalarda kendini ifade etmeye çalıştı... Birileri gidiyor, bir yerlere tabi oluyor... DP’ye tabi oluyor, kendi başına siyasal süreçlere giriyor, yıpranıyor... Ondan sonra biraraya gelinir, konuşulur, sanki birşeyler düzeltilecekmiş gibi... Beş sene, altı sene öncesinde bırakılmışmış gibi, aynı yerden devam etmek mümkünmüş gibi, hadi biraraya gelelim ve bu süreçleri tartışalım, nerede hata yaptık denilir... Bu da aslında birşeyleri yeniden, yeniden tüketme... Kalanları da tüketme... Getiri olmuyor. Genel olarak kafamızda bizi rahatsız eden, yaşamımıza yansıyan bunlar olduğu için, böyle bir kültür merkezine girişirken de, insanların ilk etapta sorumluluklarını beklemeden önce biz kendimiz, kendi aramızda kurduğumuz o doğal, içten, sıcak, hedeflerimiz ve düşüncelerimiz doğrultusunda projemizi başlattık. Projenin daha birinci aşamasındayız. Öncelikle yer açtık. Aslında olay üç aşamalı... Birincisi yer açmaktı, ikincisi bu yerin özünü oluşturacak bahsettiğimiz değerleri yaşanılır kılınması, gündelik hayatta bunu burada yaşayamayacaksam, televizyon seyredemeyeceksem, Galatasaray’ın kupalardaki uluslararası maçını seyredemeyeceksem... Bunlar yaşanmalı ve gizlememek lazım. Mahzene çekilip kahve köşelerinde maç seyredip yabancılaşmak yerine kendi kendimize burada maç seyredip de bira da içebiliriz...

RAHVANCIOĞLU: Şimdi belli kalıplar var, solcu şöyle yapar, bunları yapmaz... Halbuki gerçek hayatta öyle birşey yoktur... Bunları yapar bunları yapmaz denen kişiler de o yapmaz denen şeyleri yapar. Sadece belli ortamlarda yapmaz. Nedir o ortamlar? Mesela biz solcular olarak hep beraber gidip maç göremeyiz! Ama ben Digitürk’ün olduğu dönemlerde Fikir Kulübü’nde gidip de maç gören çok solcu gördüm çünkü ben de oradaydım, orada Digitürk vardı, ucuzdu ve başka da alternatif bir mekan yoktu... Şöyle bir anım var: Fransız bir takımla Galatasaray oynuyor. Ve mekan Fikir Kulübü, oturduk maçı görüyoruz, kavga çıktı maçta... O dönemde de Fransa’da Ermeni yasa tasarısı onaylanmış parlamentoda, bir gerginlik var. Maçta kavga çıktı, spiker ‘Zaten Fransızlar Ermeni yasa tasarısını da onayladı’ diyor, “Hakem de Alman...” Orada oturan bir çocuk anlamadı, “Abi” dediği başka birinin yanında... “Abi” dediği de çocuğa süreci şöyle açıklıyor: “Bu Fransızlar, zaten böylediler. Bunlar hepsi ırkçıdırlar...” Çocuk da dinliyor. Biz de oradayız, tabii sesimizi çıkaramadık iki üç kişi, bir sürü Fikir Kulübü müdaviminin arasında! Maçı görüyoruz... Veya başka bir gün bir altyazı geçiyor, işte “Manchester United, Galatasaray’a önerdiği kendi ligimizi oluşturalım ve şampiyonlar ligine katılmayalım! önerisiyle ilgili Galatasaray’ın yorumu az sonra”... Yanımdaki arkadaş “Yahu ne güzel oynuyorlar işte Şampiyonlar Ligi’nde, ne diye öneriyor ki Manchester böyle birşey?” diye soruyor bana. Ve benim kafamda bir şimşek çakıyor: diyorum ki biz bu maçları görüyoruz ama bunun başka boyutlarını konuşmuyoruz. Maçları görmek, belki de bu boyutları konuşabilmenin vesilesidir aynı zamanda. Birlikte görürsün, o ortam yaratıldığında, futbolun nasıl bir piyasa haline geldiğini, Şampiyonlar Ligi’nden FİFA’nın ve UEFA’nın ne kadar para kazandığını ve bu pastadan pay almak isteyen liglerin kendi ligini oluşturmak istemesinin ne kadar mantıklı olduğunu, aslında futbolun artık bir oyun değil bir para kazanma yöntemi olduğunu konuşmak... Bunlar konuşulabilinir ve sistemin özüne inilebilir... Ve bu arada futbol izlemekten de zevk almaya devam edinilebilinir. İşte biz bu gibi ortamlardan kaçmış oluyoruz ‘Solcular futbol izlemez’ dediğimiz zaman veya bunu ‘utanarak’ yaptığımız zaman, bu gibi derinliğine inme süreçlerinden kaçmış oluyoruz, aynı zamanda yabancılaşmış oluyoruz. Çünkü toplantı koyuyoruz maç günlerine ve diyoruz ki ‘Nasıl olsa maçlar bizim umurumuzda değildir!’ Ama insanların yüzde ellisi gelmiyor ve o toplantı amacına ulaşmıyor çünkü herkes maç izliyor ama belki de üstüne gidersen işte ‘Eşimin şu problemi vardı, arkadaşımın bu problemi vardı’ diyor, ‘Maçı izliyordum’ demiyor ama her ne hikmetse o maç gününde gelmiyor. Yani öyle de bir süreç var. O zaman bunu kabullenmek gerek. Kabullenmek derken onaylamak anlamında değil ama bu verili bir gerçektir, bu verili gerçeği görmezden gelerek hareket edilemez. Bu verili gerçeği görürsün, ona göre hareket edersin. Bizim amacımız da budur...

SORU: Daha somut konuşacak olursak, Baraka ne yapacak? Tasarladığınız programlar, projeler neler?
RAHVANCIOĞLU: Osman Demokratik Gençlik Hareketi’nden, Bağımsız Gençlik Platformu’ndan, Çatı’dan bahsetti. Bunlar ayrı süreçler. Baraka bunlarına aslında hem devamıdır, hem değildir. Nasıl devamıdır, nasıl değildir? Devamıdır çünkü bu süreçleri yaşayan insanların belli sorgulamaları sonucunda kafalarında oluşan bazı soru işaretleri sonucunda oluşmuştur Baraka. Ama aynı zamanda devamı değildir çünkü o süreçlerden farklıdır ve içindeki insan yapısı da farklıdır. Ne yapacak? Bizim yaşadığımız süreçler sonucunda vardığımız sonuç şudur: Bu toplum içerisinde bizi üreten birşey yoktur, bizim kimliğimizi üreten birşey yoktur. Bu toplumun dinamikleri dinamitlenmiştir. Ve bunun sonucunda da yeni insan katılımı denen olay, o gençlik heyecanından ibarettir ve eskisinden daha da kısa süre sürmektedir o dönem. Bir zamanlar daha uzun süren bir dönemdi o gençlik heyecanı denen, şimdi artık daha da kısa sürüyor. Onu geçtim, varolan insanları da tüketen bir süreç yaşanıyor çünkü bizim kendimizi yeniden üretimimizin de dinamikleri yoktur. O zaman eğer bunlar yoksa, bizim tesbitimiz, bu dinamikleri bizim kendimizin bizzat yaratmak sorumluluğu vardır. Kendimizi yeniden üretmek sorumluluğumuz vardır. Yani ben toplum içerisinde yıpranıp ilişkilerden soğuyup, insanların ne kadar bencilleştiğini görüp, evime gidip bir kaset takıp, ne bileyim şiir okuyup, kedimi köpeğimi severek kendime gelebiliyorsam yalnız başıma, bunu yalnız başıma değil, arkadaşlarımla birlikte de yapabilmeliyim. İhtiyaç bu, en basiti... Çok büyük hedefler yok, büyük hedefler özellikle yok çünkü büyük hedefler, büyük yıkılıyor insanın kafasına... Küçük hedeflerden adım adım büyük hedeflere doğru gitmek ve her attığımız adımda da çok ciddi karşı tepkiler gelmediği sürece sistemden, geri adıma düşmeyecek şekilde. Yani bizden kaynaklanan sebeplerden dolayı bir adım geri gitmeyeceğiz. Bizi birşey zorlar ve bilincimiz ona yeterli gelmezse, o zaman gideceğiz geri, mecburen gideceğiz. Ama bizden kaynaklı olan sebeplerden dolayı olmayacak bu. Yani niyet bu diyeyim... Olay bu... Ama biz bu tesbiti yaptığımız zaman, size biraz önce verdiğim futbolla ilgili örnek, başka örnekler de var, bunları konuştuğumuz zaman, başka arkadaşların da aynı sıkıntıları yaşadığını, bunları dile getirdiğini gördük. Ve onların da belki de aynı dertten muzdarip olduğunu, o zaman bunu ortaklaştırabileceğimizi düşündük. Çünkü bizim ilk başta kendimizi yeniden üretip bir kimlik olarak tekrar ayağa kalkmak gibi bir hedefimiz vardı. Ama belki de bunu ortaklaştırarak, başka bir kimlik olarak daha güzel ayağa kalkabileceğimiz imkanının yaratılabileceğini de gördük. O zaman Baraka’nın hedefi nedir? Baraka’nın hedefi bu toplumda muhalif bir duruş ortaya koymaya çalışan herkese kendini evinde gibi hissedebileceği bir ortam yaratmaktır.

MEKANSIZ: Somut projeler de var, mesela felsefe kursları başlatmayı düşündük. Çünkü esas tartışmaları genel olarak özetlersek, erozyon kültürel süreçte yaşanır toplumumuzda. Yani kafadadır. Yaşadığı bir takım şeyleri insanlar kafalarında daha netleştirmemiştir, bunun için felsefe kursları da belki bir kıvılcım olabilir, o amaçla düşündük. En azından insanlar gelecek buraya, felsefe kurslarına katılacak, kursunu alacak ve belki de ondan sonra kafasında bir takım soru işaretleriyle ya da kafasına gelebilecek bir takım projeleri bize sunabilecek. Ve biz de insan kaybına uğramayacak şekilde, en mantıklı, en kotarabileceğimiz projeleri, insanlarla birlikte hareket ederek hayata geçirmeye çalışacağız. Bunun zemini burası... Onun dışında bilgisayar ortamını oluşturmaya çalışacağız. İki tane bilgisayarımız var, onlar da biraz demode oldu ama, en azından bir internet olayını hayata geçireceğiz. Yani buraya gelecek insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir internet ilk başta. Daha sonra bilgisayar kursları düşündük, öncelikle temel, açıp kapayabilecek, bilgisayarda yaptığı çalışmaları kaydedebilecek ilk baştaki temeli vermek. Ondan sonra tabii ben kendi adıma elimde yapabildiğim bir iş var, şu anda bir gazetenin sayfa tasarımı, grafik olayını yapabiliyorum. Yapabildiğim oranda bunu öğretmeye çalışacağım, etrafta da vardır bunu isteyen, dört-beş kişi de olsa. Bu dört-beş kişiye böyle bir katkı koyacağım. Onun dışında tabii insanlardan da proje bekleriz, eminim insanlardan da projeler de gelecek.

RAHVANCIOĞLU: Elimizde bulunan müzik aletlerini buraya getirdik, bıraktık. Şimdiden işte “Biz grup oluşturmak istiyoruz, gelip çalışma yapmak için yere ihtiyacımız var, burayı kullanabilir miyiz?” diyen insanlar var, bu bizi mutlu ediyor. Onun dışında satranç kursları düşünüldü. Aslında bütün bunların hepsinin temelinde şöyle birşey var: insanlara ‘Bakın biz ne kadar iyiyiz, biz ne kadar güzel düşünüyoruz, burada bulunun’ demenin hiçbir anlamı yoktur. Bugüne kadar hep böyle söylendi. Birşeyler koymak gerekiyor ortaya. Bizim ortaya koyduğumuz, elimizde avucumuzda ne varsa, hepsini kültürel anlamda ortaya koyduk. Nedir bu? Bir ortam yaratmak ve bu ortamda mutlu olmak. Birileri eğer bu kapıdan girdikten sonra, tekrar çıkarken mutlu olarak ayrılıyorsa, tekrar gelme isteği duyuyorsa, burada bulunan insanlarla kurduğu ilişkilerden, yaptığı şeylerden mutlu oluyorsa, tekrar gelecektir. Ama bir kere ilk gelirken bir ortam yaratmak gerekir, bilgisayar kursu amacıyla gelebilir, hiç bilmez bilgisayarı, arkadaşımdır, beni sever, konuşuruz, iyi bir insan olduğumu düşünür ama diğer arkadaşlarımı tanımaz. Bilgisayar kursu olduğunu öğrenir ve gelmeye karar verir, bilgisayar amacıyla gelir ama bir kere geldikten sonra konuşacak tabii insanlarla, ortamı görecek tabii ki... Yapılan bazı şeyleri görecek, dinlenen müziği, yaşanan eğlenceyi, hissedilen duyguları paylaşacak ve o sürecin sonucunda belki bazı soru işaretleri oluşacak kafasında.

MEKANSIZ: Biz dört-beş kişilik bir arkadaş grubu, buraya kadar getirdik ama bu bizi aşan birşey... Baraka Kültür Merkezi’ni sadece açmak değildir mesele, bu bizi de aşar... İleriki süreçte daha da gelişecek ve biz isteriz ki sorumlulukları da paylaşalım. Birilerinin hep yöneten-yönetilen ilişkisi olacağı, öyle bir hegemonya olacağı bir yer olmayacak bu. Gelsinler, sorumlulukları da paylaşalım, yükü de hafifletelim ama yükün altında ezilmeyelim. Aksine, projelerle birlikte bir takım şeyleri kotararak çoğalalım. Ama bu sorumlulukları paylaşmak gerekir, bu da bizi aşacak, bundan eminim.

SORU: Baraka Kültür Merkezi’nin yönetim kurulu falan var mı?
MEKANSIZ: Bir tüzüğü var, bir avukat arkadaşımızın verdiği bir tüzük, açıkçası çok da incelemedik. Yasal olarak zemini dernektir. Dernek olarak kurduk ama tabelasına bile yazmadık dernek olduğunu. Çünkü bizim için o klasik dernek değildir, bizim bildiğimiz, farklı bir süreç geçiriyoruz, dernek olmayacağından da yüzde yüz eminiz. Ama nasıl olacak? Kurucu üyeler vardır ama süreç tamamen işe odaklı olarak yürüyor. Kim paylaşır, kim sorumluluk alır, kim mutlu olur? Kim kendini sürece katar? Bu bizim için daha önemli...

SORU: “Baraka” sözcüğünü soracaktım... Nasıl buldunuz bu sözcüğü? Çok Kıbrıslı bir sözcük...
RAHVANCIOĞLU: Evet... Cengiz Erdem diye bir arkadaş vardı, o bahsettiğim noktada bizim dışımızda bazı insanların da aynı sıkıntılardan muzdarip olduklarını dile getirdiklerini farkettiğimiz noktada, çağrı yaptık bildiğimiz arkadaşlara... Cengiz de geldi bir toplantıya, o zaman Mimar Mühendisler Odası’nda toplanıyorduk, Cengiz ‘Çok güzel olur’ dedi, ‘Çok hoşuma gider böyle bir yer... İhtiyacımızdır ancak ben göçediyorum artık, adını da Baraka koyardık ama ben gidiyorum artık, ben size yardımcı olamayacağım’ dedi. Osman da, ‘Madem öyle, biz de adını Baraka koyarız, Cengiz duyarsa belki bazı şeyleri hatırlar’...

MEKANSIZ: ‘Bizim de bir yerimiz olsun yahu artık’ dedi, ‘Bir mekancığımız olsun, bir barakacığımız olsun’...

SORU: Belki 3-4 bin yıl sömürgeler altında yaşamanın etkisinden midir nedir, yani Kıbrıslının düşleri bile ne kadar mütevazi! Bir barakacık istiyor!... Çok mütevazi, iddiası olmayan, bağırmayan... Bir de sevecenlik var sözcükte...
RAHVANCIOĞLU: Bizim için isimler hiçbir zaman önemli olmadı yaşadığımız hiçbir süreçte... Bu isim hoşumuza gitti... Ama isim önemli değildi gerçekten, Cengiz öyle söylediği zaman, biraz da duygusal bir andı... Adının ‘Baraka’ olmasına herkes uygundur dedi. Önemli olan içeriğidir zaten. Hala daha da önemli olan içeriği... Çünkü olay burayı açmakla bitmiyor, burayı yaşayan bir mekan haline getirmek bence yeteri kadar büyük bir hedef aslında. Farklı bir yaklaşım olduğuna inanıyorum, bugüne kadar ortaya konmuş olan yaklaşımlardan farklı bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Aslında gözümüzün çok yükseklerde olduğuna inanıyorum. O yüzden bir adım önümüzü göremiyoruz, çok uzağa bakıyoruz, bir adım önümüzü göremiyoruz ve takılıp düşüyoruz. Sürekli olarak yaşadığımız bu. Ve bizim yaratmaya çalıştığımız bir direnç noktasıdır. Hangi sürece girerse girsin Kıbrıs sorunu, Kıbrıs, dünya, hangi sürece girerse girsin, bu sürece göre hareket edebilecek olan ve kendinin ne istediğine bakan bir direnç noktası yaratmak. X sürece girer, benim istediğim budur, ben buna devam ederim. Y sürece girer, benim istediğim zaten bellidir, ben yine buna devam ederim. Kendimi X’e veya Y’ye göre tanımlamıyorum çünkü aksi takdirde bugüne kadar olduğu gibi havada kalır. Yani işte Sovyetler Birliği’ne göre tanımlarsam kendimi, Sovyetler Birliği yıkıldığında ben neyim diye kendime sormak zorunda kalırım. Halbuki ben kendimi kendime göre tanımlarım, karşımdaki ya da yanımdaki süreç devam ettiği sürece dayanışırım veya mücadele ederim, o olmadığı zaman da ben mücadeleme devam ederim veya bulabildiğim, dayanışabileceğim süreçlerle dayanışmaya devam ederim. Çünkü burada eğer Kıbrıs’ta yaşıyorsak ve Kıbrıs ekseninde mücadele veriyorsak, o zaman Kıbrıs’ın kendi öz sorunlarından kaynaklı veya öz güzelliklerinden kaynaklı hareket etmek durumundayız. Bizi yeniden üretecek olan budur. Ama işte tabii bu yetersiz geliyor, bunu somutlaştırabilmek gerek. Burasının hedefi de bu...

MEKANSIZ: Taraf olabilmen gerekir, varlık olabilmen gerekir, ben varım onun için seninle eşitim diyebilmen gerekir. Bu birebir bireylerde de böyledir, kurumlarda da böyledir, devletler arasında da böyledir ve toplumlar arasında da böyledir. Sen bir varlık olma sürecini bile tam olarak yaşamıyorsan, kimse seni taraf olarak görmez, sadece senin görüşünü alır... Ama emin ol görüşünü alsa bile yine kendi bildiğini okur... Birileri senin adına karar vermeye devam eder. Tabii kültür merkezi herşey değil, ilk etapta küçük çaplı olarak bireyler kendi kendilerine sahip çıksın, ondan sonra buraya sahip çıksın, bir değer oluştursunlar, o değer inşallah bir kıvılcım olur da daha geniş bir boyuta sıçrar ve bir Baraka sürecini aşan farklı bir boyuta sıçrar, bir varlık oluşur... O varlık da der ki ben varım, ben tarafım, ben barış isterim, ben seninle oturup konuşabilirim. AB’ye evet ya da şuna evet buna hayır, yok federasyon yok konfederasyonu isterim, yok sen onu isten bunu isteyemen, doğru budur... Yani birileri bize birşeyler dayattı ve biz onun içinde boğulduk... Bundan da biraz kurtulmak... Ya da bunun farkına varıp artık gerçekten kendimize dönmek... Somut ne isteriz? Önce varlık olacağız, varlığımızı gerçekleştireceğiz, taraf olacağız... Küçükten başlayıp bu büyüyecek, en azından toplumsal bir güç olacak boyuta ulaşırsa mutlu da olacağız...

SORU: Benim sormadığım, ille söylenmesi gereken başka birşey kaldı mı?
RAHVANCIOĞLU: Biz aslında çok fazla birşey söylemek de istemiyoruz. Yaşanacakların daha kıymetli olduğuna inanırız. Bugüne kadar çok şey söylendi, bizim dışımızda doğru şeyler söylendi, geçmişi yadsıyan veya geçmişte söylenenleri küçümseyen bir yaklaşım yoktur... Sadece geçmişte söylenenlerin yeteri kadar hayata geçirilmediğini ve bazı şeylerin çok fazla gözardı edildiğini düşünüyoruz, bunlardan birincisi de insandır, insanın çok fazla gözardı edildiğini düşünüyoruz. Karşılaştırma yapılacaksa eğer, değerli olan bizim için insandır. Biz her zaman insanın tarafında olacağız ve toplumu değiştirmek, süreçlere yön vermek gibi kaygılardan önce kendimizi değiştirmek ve kendimize yön vermek gibi kaygılarımız var. Gerçekten eğer toplum dönüşecekse, olumlu bir dönüşümüne vesile olacağına inanıyoruz insanın. İnsanın kendini değiştirebilmesi ve kendine yön verebilmesi, hedeflediği veya doğru olduğu, güzel olduğunu söylediği şeyleri kendi yaşamında uygulayabilmesi, kendi yaşamına dökebilmesi... 


YENGEÇ SEPETİ

Sevgül Uludağ
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder