“Yani” diye devam etti Titorelli, “Sen çökmüş bir davayı
savunuyorsun.
Çoktan
kaybedilmiş bir davayı savunan adam biraz komik olur. O role soyunan adam için
komiklik gerekli birşeydir. Sen ciddi davranmak için kendini çok zorluyorsun.
Kendin ol: Yani gülünç ol!”
Derviş Zaim, Ares Harikalar Diyarında
Kıbrıs’ta yaşıyoruz.
Bölünmüş Kıbrıs’ın TC devleti tarafından idare edilen tarafında sosyalist
olmak, hele hele Marxist olmak ne demektir? Koşullar nedir ve bu koşullarda
sosyalistlerin görevleri nelerdir?
Sadece bunlara cevap
vermeye çalışan ampirik ve bilimsel bir yazı ortaya koymaya çalışmak bile
birkaç ciltlik bir kitap ortaya çıkarabilir. Bir makale ise bu sorulara ne
kadar sağlıklı bir yanıt verebilir? Bu tartışılabilecek bir şeydir. Ancak
düşünmeye başlamak açısından kimi zaman bir makale de yeterli olabilmektedir.
İşte okuyacağınız
satırlar bunun bilinciyle ve başta sorulan sorulara yanıt verme amacıyla
yazılmışlardır.
Özne var mı? Özne Nerde? Özne Yok!
Öncelikle kabaca da
olsa bir durum tespiti yapmalıyız. Kıbrısın Kuzeyinde bugün KKTC adı verilen TC
alt-emperyalizminin uzantısı niteliğinde halktan kopuk bir devlet vardır.
Seçimler göstermeliktir ve demokrasi ordunun postalları altında kalmış bir masaldır.
Bu konu ile ilgili ve bunu tespit eden çok kapsamlı kitaplar, makaleler,
röportajlar ve gazete haberleri olduğundan bu konuya derinlemesine girmiyorum.
Ama seçim zamanları taşınan nüfus, askerin limanlarda, polis üzerinde ve
hükümetle ilgili anormal etkinliği, TC Dışişleri Bakanının KKTC
Cumhurbaşkanı’ndan daha etkili bir pozisyonda oluşu yeterli örneklerdir.[1]
Ayrıca kuzey kıbrıs’ta
Marxistlerin politikalarını üzerine dayayacakları bir sanayi ploreteryası
yoktur. Hafif sanayinin varlığından ötürü bir işçi sınıfı mevcuttur ancak bu da
son 27 yıllık üretimden koparma politikaları neticesinde büyük ölçüde
azalmıştır. Bu anlamda işçi sınıfı diyebileceğimiz kesim sanayi bölgelerinde
sıkışmış 10-20 kişilik üretim merkezlerinde, kapitalistlerin değil de daha çok
esnaf ve zanaatkarın yanında çalışan örgütsüz bir azınlıktır.[2]
Bu durum zaten başlı başına bir sorunken bir de kaçak işçi denilen Türkiye’den
taşıma ucuz emek gücünü de düşündüğümüzde içinden çıkılmaz hale gelmektedir.
İşçi sınıfının durumu
böyleyken geriye kalan kesimlere de bakmakta fayda var. İşçi sınıfı yok denecek
kadar azdır dediysek kapitalist de yoktur sanılmasın. Her ne kadar kelimenin
Avrupa anlamında bir kapitalist sınıftan bahsedemesek de, gelirini legal
ve/veya illegal yollardan belli işler yaparak elde eden bir zenginler
zümresinin varlığı kesindir.
Halk kesimlerine
bakacak olursak: memurlar, öğrenci ve çalışan(işsiz) gençlik, esnaf ve
öğretmenlerden bahsedebiliriz. Ve tabii bunun yanında örgütsüz, dağınık bir
durumdaki özel sektör çalışanları yani hizmet proleteryası.
Bu
kesimlerin her biri için uzun ve ayrıntılı değerlendirmeler yapılabir. Ancak
kısaca söylenecek olursa bunların her birinin eylemliğinin yükseldiği, sarsıcı
hareketlere giriştiği dönemlerden bahsedilebilse de, hiçbirisi yeni bir toplum
projesine dayanaklık edebilecek süreklilikte aktivizme veya sosyal-kültürel bir
alternatif ekonomik pozisyona sahip değildirler. Bu anlamda bilimsel
sosyalizmin “kendi özel çıkarlarını
savunurken aslında toplumun genel çıkarlarını savunan” sınıf olma
ayrıcalığına sahip olmadıkları gibi, “toplumun
tüm diğer kesimlerini de özgürleştirmeden kendileri özgürleşemeyecek olan
sınıf” da değildirler.
Bu durum verili bir
gerçektir. Yani Kuzey Kıbrıs asalak bir kapitalist kesim tarafından idare
edilen, küçük, zayıf ve örgütsüz bir işçi sınıfına sahip, en genel anlamıyla
bir küçük burjuvalar ülkesidir. Kültür düzeyinin görece yüksekliği de
bundandır.
Bunu “somut koşullar”
diye niteleyip, bir de bu “somut koşulların somut tahlilini” yapan birçok
sol-sosyalist kesim doğrudan ve dolaysız bir şekilde küçük burjuva
sosyalizminin batağına saplanmakta, Proudonculuk yaparak, “yaraların sarılması”
söylemi altında kısmi ve geçici çözüm önerileriyle verili düzenin
restorasyonuna girişmektedir. Halkla içiçe olmak, haklı anlamak söylemi her ne
kadar gerçek anlamı bu olmasa da, Kıbrıs pratiğinde buraya vardırılmakta
esnafcı, öğrencici, memurcu versiyonlarıyla pek de birbirinden farklılık
göstermeyen küçük burjuva sosyalizminin fraksiyonlarına ayrılmaktadır.[3]
Bu durumda yapılması
gereken “ne olursa olsun sosyalizm” diyerek intihara kalkışmak olmadığı gibi,
“verili durum budur, öyleyse biz de bir tanesini seçmeliyiz” yanlışına düşmek
de değildir.
Kuzey Kıbrıs’ta
Marxsit olmak bu koşulların içerisinde Marxsist duruşunu koruyabilmek demektir.
Tamam da bu ne demektir?
Kıbrıs, hemen hemen
tüm tarih kitaplarında rastlanabilecek bir ifade ile, tarih boyunca işgaller,
ve dış güçlerin karışmaları sonucunda bu günlere gelmiş bir coğrafyadır. Yani
Kıbrıs’ta dış koşulların belirleyiciliği herhangi bir dünya ülkesinde olduğundan çok daha fazladır.
Ancak bu demek değildir ki iradenin ve voluntarizmin Kıbrıs özelinde hiçbir
manası yoktur.
Koşullar karşısında
irade her zaman belli bir özerkliğe sahiptir. Ancak ne yazık ki verili iç ve
dış koşullarda “marxsist irade”nin özerkliği sınırlıdır. Bunun için bunu
bilerek hareket etmek zorunludur.
AB, ABD, Yunanistan,
TC, İngiltere ve hatta İsrail gibi global ve bölgesel güçlerin Kıbrısla ilgili
planları söz konusudur. Ve bunlar yetmezmiş gibi dünya çapında marxism gerek
teorik gerekse pratik anlamda daha yeni yeni toparlanmaktadır. Ve bu toparlanma
henüz daha enternasyonal dayanışma noktasına gelmediği gibi devrimci
kaynamaların olduğu ülkeler de (henüz) yoktur. Bu durumun bizi ilgilendiren
yanı enternasyonal dayanışma boyutudur.
Verili dışa bağımlı,
dünyadaki gelişmelerden etkilenen yapımız bu olumsuz durumla daha da
kötüleşmekte, yozlaşmaktadır. TC alt emperyalizmine entegre olmayı savunan
solcularımız olduğu gibi, AB emperyalizmine yaltaklık etmeyi sosyalizm sayan,
veya “emperyalistler arası çelişkiden faydalanıp, emperyalistleri
kullanabileceğini” zanneden solcularımız da vardır. Özne işçi sınıfının
yokluğunda ilerlemenin motorunu dış dünyaya atfetmek marxism midir?
Bu koşullarda Marxsist
olmak bir kabus gibidir…
Bu durumu bilen, gören
ve anlayan; gerek AB-TC, gerek Federasyon-Konfederasyon-Entegrasyon, gerek
özelleştirme-kamulaştırma, gerekse Kıbrıslılık-Türkiyelilik dayatmalarına boyun
eğmeyen marxist-sosyalist-solcu bireyler olduğu gibi, marxsizmi seçmemiş
varlığından habersiz ancak verili seçenek(dayatma)lerle tatmin olmayan bir
kesim de mevcuttur.
Ayrıca verili
statükonun halk genelinde yarattığı sıkıntı ve hoşnutsuzluktan dolayı çeşitli
kesimler üzerinde kitle çalışması yapmak da mümkündür.
Bu bağlamda
marxsitlerin Kuzey kıbrıs’taki konumlanışı ekonomik içeriği asla göz ardı
edilemese de asıl olarak kültüreldir. Ve kültürel olduğu kadar da siyasidir.
Yani hoşnutsuz kesimler üzerinde kitle çalışması yapabilmenin ön koşulu
ekonomik konumlanış değil, kültürel ve
siyasi bir netleşmeden geçer.
Marxsit sol, veya
oluştuğu zaman kendisine vereceği isim her ne ise, kültürel farklılığını tüm
diğer sol kesimlere karşı netleştirmeli ve kendisini ortaya koymalıdır.
Marxsist sol kültürel
ve yaşamsal (günlük pratik) konulardaki duruşundan dolayı diğer sosyalist
kesimlerden farklıdır. Ve bu farklılığını gözle görülür bir duruma getirebilmek
için kültürel ve yaşamsal (günlük pratik) anlamda bir netleşmeye mecburdur.
Altını çizerek belirtmek
zorundayım bu farklılık halktan kopmak ve halka karşı netleşmek anlamında
alınamaz. Ve böyle anlaşılamaz. Bu marxsit sol ve tüm diğer sol kesimler
arasındaki farklılıktır. Bu, ikisinin ayrı yolların yolcusu olduğu anlamında
bir netleşmedir. Ve Marxsist solla halk arasındaki ilişkiler konusuyla uzaktan
yakından alakası yoktur.
Söz konusu kültürel
netleşme tek tek bireylerin altından kalkabilecekleri bir görev değildir. Bu
daha genel anlamıyla; var olan sol kurumlarla ilişkilerinde eğreti duran, geçmişte
bazı yaşanmışlıkları (deneyimleri) bulunan ancak tüm olumsuz yaşanmışlıklara
rağmen kimliğini ve onurunu koruyabilmiş bireylerle, verili alternatifleri
(dayatmaları) içine sindiremeyen ve yeni arayışlar içindeki genç solcuların
birlikte başarabilecekleri birşeydir. Bu bir kez başarıldığında özne işçi
sınıfının yokluğundan dolayı çalışma alanı olarak seçilecek yer tüm toplum
olmalıdır.
Tüm toplum söylemini
açmamız gerekir. Tüm toplum üzerinde aynı anda ancak tek tek kesimlere yönelik,
koordineli ve örgütlü bir özel çalışmadan bahsediyorum. Yani gençlik, esnaf,
öğretmen ve memur üzerinde, hizmet sektörü üzerinde ayrı ayrı ama aynı anda ve
tek elden yürütülecek özel çalışma alanları. Bir zamanların ifadesiyle “en dar
kesimler üzerinde en genel kitle çalışması.”
Bunu başaracak olan
kadro biraraya gelmelidir. Bunun araçları düşünülebilir ve uygulanabilir. Bir
dergi ve/veya bir kültürel ortam bu aşamada başlangıç da olabilir. Gerekli
olgunluğa erişildiğinde özel kesimlere yönelik kitle çalışmaları bir harekete
veya partiye de dönüşebilir…
Ama acil olan ve tüm
bu noktalara gelinmeden başarılması gereken Marxsist solun kendi arasında bir araya gelme, kültürel ve pratik; bu
anlamda ve bu başarıldığı oranda da siyasi ve ekonomik netleşmesidir. Ve bu
esas gerekliliktir.
Son olarak
kültürel-yaşamsal (günlük pratik) bir kalkışma demek, yüksek politika (high
politics) yapmak demek değildir. Bilindiği gibi high politics partiler,
örgütler, devletler düzeyinde yapılan veya yapılmayı hedefleyen makro
politikalarla ilgili bir kavramdır. Siyasi-ekonomik veya kültürel oluşu değil
makro düzeyde oluşudur önemli olan. Sol kesimin makro politikalara daha çok
ilgili olması da anlaşılır birşeydir. Bütünü değiştirmeden parçaların
değişemeyeceği, sistemsel yapısal sorunların aşılması gerektiği ve verili
statükonun tüm olumsuzluklarla oluştuğu ama aynı zamanda dönüp bu
olumsuzlukları yeniden ve sil baştan ürettiği bir gerçektir.
Ama low politics
demek, kendini mikro düzeyde ufak soruncuklarla ve bu sorunları onları yaratan
en genel ilişkilerden soyutlayarak ilgilenmek üzere sınırlamak demek değildir.
Parçanın bütünle ilişkisi gözetilerek somut ve küçük hedefler doğrultusunda
büyük başarılar kazanılması hedeflenmelidir.
Marxsizmi marxsizm
yapan, solu sol yapan adalet, ahlak, onur ve namusa verdiği özel önemdir. Evet
eşitlik ve özgürlük de vardır. Ama adalet, ahlak ve onur yani en genel ve en
özel anlamıyla insan. Birey.
Bu yüzden sol adına
konuşan veya sol için politika üretmeye çalışan herkes kendisini bu ölçütler
ışığında sınamalı ve yeni kültürün yaratılması ve savunulması birincil amaç
olmalıdır. Bu koşullarda yapılabilecek olan da budur. Zaten yapılması gereken
de budur.
Kültürel ve günlük
anlamda içi doldurulmamış bir sol ya iflah olmaz maceraperestlerin bir
kuruntusu ya da şaşaa isteyen budalaların avuntusu olur.
[1] Kıbrıs’ta İç ve Dış Etkenler (Niyazi
Kızılyürek), Yanılmayı Çok İsterdim (Özker Özgür), Dünyada Bir Ada (Alpay
Durduran), Geçmişi Unutmadan Geleceğe Bakmak (A. H. Tahsin), Dizleri Titreyenler
(Fuat Veziroğlu). Ayrıca bkz. Avrupa, Radikal ve Evrensel Gazetelerinin K.
Kıbrıs’la ilgili haberleri.
[2] Bu noktada iki şeyi belirtmemiz
gerekiyor:
(a)
“Kuzey Kıbrıs’ta Marxistlerin politikalarını üzerine dayayacakları bir
sanayi ploreteryası yoktur” dedik. Bu “Kuzey Kıbrıs’ta Marxistlerin somut
politikaları olduğu” anlamına gelmez. Yani Kuzey kıbrıs’ta Marxistler hedef ve
politika eksikliğinden de muzdariptirler.
(b) Kuzey kıbrıs’ta hafif sanayide çalışan, daha genel
anlamda ve hizmet sektörünü de kapsayacak şekilde özel sektörde çalışan
emekçiler sendikasız ve örgütsüzdürler. Bu durum sendikların ayıbı olduğu kadar
Marxsitlerin de zaafıdır. Ve sendikaların ne kadar havada kalan bürokratik
yapılar olduğunu görmemizi gerektirmektedir.
[3] Tabii “inadım inat
işçi sınıfı vardır” diyen “esas marxistleri” de unutmamak lazım. Onlar var
olmayan birşeyi varmış gibi kabul etmekle bu işi doruğuna vardırmış gerçek
hayalcilerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder