Geçtiğimiz günlerde sevdiğim bir arkadaşım bana şöyle dedi; “başkalarının fikirlerini eleştirmesen, sadece kendi düşüncelerini ifade etsen daha iyi olmaz mı? Sen kendi fikirlerini söyle, başkaları da kendi fikirlerini söylesin. İnsanlar da kendilerine göre en mantıklı olanı seçsinler. Böylece tartışma, polemik ve gerginlik de olmaz. Herkes için en iyi ve huzurlusu bu olmaz mı?”
Başta kulağa çok makul, barışçıl ve dostane gelen bu yaklaşıma katılmıyorum. Makul, barışçıl ve dostane bir insan olmayı doğru bulmadığım için değil; bu fikrin kendini göstermeye çalıştığı gibi makul, barışçıl ve dostane bir fikir olmamasından dolayı…
Neden böyle düşündüğümü
açıklayacağım ama önce iki şeyi netleştirmemiz lazım:
Birincisi ifade ettiğimiz
fikirlerle bu fikirleri ifade eden kişiler olarak karakterimizi birbirinden
ayırabilmeliyiz. Yani bir fikrin barışçıl olmadığını söylediğimizde, o fikri
ifade eden kişinin barışçıl olmadığını söylemiş olmayız. Ya da bir fikri
eleştirdiğimizde, o fikri ifade eden kişiyi eleştirmiş olmayız. Velev ki o kişi
kendini fikrinden ayıramasın!
İkincisi bir fikrin çoğumuza
makul duyulması, o fikrin içerisinde yaşadığımız toplumda baskın bir değer
olduğu anlamına gelir. “Her toplumda egemen sınıfın düşünceleri, egemen
düşüncelerdir” sözü boşuna söylenmemiştir. Eğer toplumun içinde bulunduğu durumdan
memnun değilsek, onu mevcut hali içerisinde yeniden üretmekte olan egemen
düşünceleri de sorgulamamız gereklidir. Fikirleri sabit tutarak, toplumu
dönüştürmek mümkün değildir.
***
Şimdi gelelim “başkalarının
fikirlerini eleştirmeyelim, sadece kendi fikirlerimizi ifade edelim” fikrini
neden makul bulmadığıma…
Eleştiri kurumu, modern çağın en
merkezi kurumlarından birisidir. Modern çağ
derken; Rönesans, Reform ve Aydınlanma’yı da içine alan, sanat, din, bilim ve
hukukla bugün yaşadığımız dünyanın ana hatlarını şekillendiren çağı
kastediyorum. Biraz yakından bakıldığında akıl yoluyla uygulanan eleştiri,
yukarıda sayılan tüm disiplinlerin temelini oluşturur. Birçoğunda kurumsal bir
mekanizma olarak sürecin parçasıdır.
Reform zaten başlı başına din
eleştirisi anlamına geliyor. O güne kadar sorgulanamaz ve tartışılamaz olan
dinlerin, kendi içinden acımasız bir eleştiriye tabi tutulduğu bir sürecin
adıdır Reform... 16. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Protestanlık bu sürecin
bir sonucuysa, 17. Yüzyılda tartışılmaya başlayan ve 18. Yüzyılda ilk
örneklerini vermeye başlayan laiklik de başka bir sonucudur.
Aydınlanma aynı sürecin bilim
alanındaki tezahürüdür. Bilindiği gibi bilim kendi kendini eleştirerek ilerler.
Bir bilim insanı bir hipotez ortaya attığında, bunu kanıtlayacak örnekleri
değil tam aksine çürütecek örnekleri arar. Bir hipotez eleştiriden sağlam
çıktığı oranda bilimsel bir teori olarak kabul edilir. Üstelik bu mekanizma,
sadece bilim insanının kendi hipotezini eleştirmesi yolu ile ilerlemez. Bir
teori ortaya atıldığı anda, bu aynı zamanda teorinin o alandaki tüm bilim
insanları tarafından çürütülmek üzere sorgulanması için bir davettir. Yani
eleştiri ve bilim üretimi birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar.
Sanat için de aynısı geçerlidir.
Edebiyatta, tiyatroda, müzikte, resimde, sinemada kısacası aklınıza gelebilecek
tüm sanat dallarında eleştiri merkezi bir önem arz eder. Bir ülkede sanat ne
kadar gelişmişse, eleştirmenlik ve eleştiri kurumu da o kadar gelişmiştir.
Bilinçli sanat severler elbette kendi kişisel zevklerini de dahil ederek ancak
eleştirmenlerin ne söylediğine de bakarak hareket ederler. Modern sanat ve
modern sanat eleştirisi neredeyse eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır.
Gastronomide kullanılan bir
kavram olarak Gurme de, beğendiği yemekleri listeleyen bir reklamcı değil; çoğu
zaman restorantların kabusu olan eleştirmenin kendi alanındaki ismidir. Tüm bu
disiplinler son dört yüz yıl içerisinde gelişip, serpilirken bunu “bana göre
öyle sana göre böyle” veya “o senin fikrin bu benim fikrim” prensipleri ile
başarmamışlardır. Eleştiri tüm disiplinlerin temel unsuru, onları ileriye
taşıyan ve halkla buluşturan temel kaldıraçtır. Hangi alandan konuşursak
konuşalım, halkın biliçli olması için kurumsal bir eleştiri mekanizması olmadan
başarı da olmaz.
Hukuk da bilim gibi kendi
eleştiri mekanizmasını kendi içerisinde barındıran, hakikati bulmak için farklı
fikir ve yaklaşımları birbiri ile çarpıştıran bir disiplinidir. Öncelikle iddia
makamı iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür, herkesin kendini savunma hakkı ve
aleyhinde öne sürülen iddiaları sorgulama hakkı vardır ve tüm bunlar “usül” adı
verilen bir akışın içerisinde yargıcın gözetimi altında yürütülür. Taraflar
birbirlerinin argümanlarını kıyasıya sorgular, eleştirir, itham eder ve gerçeğe
bu şekilde ulaşmaya çalışırlar.
Basın, kendisine yasama, yürütme,
yargı dışından, eleştiri aracılığı ile halkın bilincine seslenmesi nedeniyle
“dördüncü kuvvet” denilecek kadar önemli bir güçtür. Olanı biteni aktarmanın
ötesinde, ancak araştırmacı gazetecilik, sorgulayan ve eleştiren bir yaklaşım
söz konusu ise bu nitelemenin hakkının verilmiş olacağı ise konuya hakim
herkesin bildiği bir olgudur.
Tüm bu sayılanlar siyaset için de
geçerlidir. Bir siyasal görüşün başka siyasal görüşler tarafından
eleştirilmesi, olası sonuçlarına dair uyarılar yapılması, ifade edilen fikrin
gerçek hayatta nasıl bir karşılık bulacağına dair öngörülerde bulunulması, fikirlerin
hangi sınıfların çıkarına hangi sınıfların zararına olduğunun sorgulanması
olmadan siyaset de olmaz. Hukukta, bilimde, sanatta olduğu gibi siyasette de
eleştiri olmadan bilinç ve aydınlanmadan söz edilemez.
Toplum yararına olan tüm
disiplinlerde, eleştiri kurumu geliştirici ve yararlı bir işlev görür. Tarih
bunun örnekleri ile doludur.
***
Ancak yukarıda saydığımız tüm
örneklere rağmen eleştirinin olumlu karşılanmadığı, “herkes kendi işine baksın,
diğerine bulaşmasın” denilen bir alan da vardır: Ticaret!
Eleştiri ticarette hiç hoş
görülen bir şey değildir. Her tüccarın kendi malını anlatması, kendi malının
özelliklerini sayıp dökmesi, kendi ürününü “tüketiciye” övmesi ama diğerlerinin
ürünlerini eleştirmemesi genel bir prensip olarak kabul edilir.
Makul tüccar, başka tüccarların
ürünlerini kötülemeyen kişidir. Kendi işine bakar, kendi ürününe odaklanır,
diğer ürünün eksiklerini anlatmaz ve “tüketicinin” kendi kendine en kaliteli,
en ucuz ve ihtiyacına uygun ürünü bulacağını varsayar!
Aslında süreç tam olarak öyle
işlemez. Makul tüccarımız dedikodu yolu ile rakiplerini kötülese de bunu
açıktan açığa yapmaz. Bir pazar yerindeki tüm tüccarlar, arkadan rakiplerinin
kuyusunu kazarken, birbirlerinin yüzüne gülen barışçıl ve makul kişilerdirler.
Ticaret eleştiri mekanizmasını
dışlayarak iki sonuç yaratır: Birincisi samimiyet ve açıklığı öldürür; ikincisi
gerçeğe ulaşmayı, hakikati bulmayı imkansız hale getirir.
Üstelik nasıl diğer disiplinlerde
eleştiri kurumsal bir rol oynarsa; eleştiri yasağı da ticareette kurumsal bir
role sahiptir. Kötüleme birçok ülkede sadece “yasak” değil “suç” olarak da
kabul edilir. Kötülenen tüccar şikayet etmese bile, devlet söz konusu “suça”
sevhen müdahale etme hakkına sahiptir.
Kısacası toplumsal hayata değer
katan, halkın bilinçlenmesini sağlayan, hakikate bizi yaklaştıran tüm
disiplinlerden farklı olarak; ticarette ve sadece ticarette, eleştiri yalnızca
kınanan bir davranış değil, alenen yasaktır!
***
Bezirganlar sınıfı, aristokrasi
tarafından yönetilen dünyayı kendi iktidarları altına almak için geçmişte
Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Demokrasi ile kurumsal, acımasız ve keskin bir
eleştiriye yaslandı. Eleştirinin hiçbir zaman girmediği tek disiplin,
bezirganın kalbinin attığı, ruhunun saklandığı, hem bedeni hem de aklını emanet
ettiği ticaret olmuştur.
Şimdi tüm dünyada tartışmasız bir
iktidar kurmuş olan sermaye; tüm alanlarda akla ve eleştiriye savaş açmış, onu
boğmak için seferber olmuş durumdadır. Bilimde, sanatta, hukukta, basında,
dinde ve siyasette eleştiriyi yok etmeden bu bezirgan saltanatı sürdürülemez!
İşte “Sen kendi fikirlerini söyle, başkaları da kendi fikirlerini söylesin.
İnsanlar da kendilerine göre en mantıklı olanı seçsinler” fikrinin beslendiği
kaynak burasıdır: Ticaret!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder