21 Ocak 2003 Salı

Ya İmzalmazsa - Napacaklar? Napacayık?


“Her durumda dikkat etmem gereken şey, lanetlediğim kötülüğün aracı olmamaktır.
Bir insanı haksız yere içeri tıkan bir yönetimde onurlu her insanın olması gereken yer cezaevidir.” Henry David Thoreau[1]

Son bir ayda memlekette yaşananları anlatmaya gerek yok. Toplumun hemen her kesimi sokakta ve gerek kendiliğinden gerekse örgütlü bir faaliyetle kollektif bir çaba ortaya konuyor.
Gencinden yaşlısına, işçisinden memuruna, tüccarından esnafına kadar yoğunlaşmış bir eylem/duygu patlamasına sahne oluyor çevremiz. Tüm yaşamı boyunca hiçbir toplantı, miting veya yürüyüşe katılmamış insanlar, bir anda açlık grevlerinde, barış ateşlerinde veya mum kampanyalarında organizatör oluyor, aktif bir şekilde günlük politikada taraf oluyor. Radyo ve TV’lerde halkın çeşitli kesimlerinin öfkeli veya neşeli, umutlu veya karamsar ama mutlaka kararlı ve inatçı seslerini dinliyoruz. Gazetelerde okuyucu mektuplarında keskin bir artış var ve gerek şiir gerekse de düz yazı ile Kıbrısın Kuzeyinde bir kendiliğinden halk hareketi yaşanıyor.
Ülkede daha önce emsali bulunmayan bir yığınsal hareketlenme söz konusu; 50-60 bin kişilik mitingler ve 7-8 bin gencin katıldığı gençlik kortejleri oluşuyor. Ve bu devinim, bu hareketlenme karşısında beton bir duvar gibi duran yozlaşmış rejimin tüm göz dağlarına, tehdit, küfür ve engellemelerine rağmen büyüyerek, katlanarak ISINARAK neredeyse dayanılmaz bir çekim gücü yaratıyor.
Doğal olarak bu sadece rejimin bel kemiği olan partilerin tabanının zaptedilemez bir şekilde kaymasını getirmiyor, ayni zamanda buna hazırlıksız yakalanmış geleneksel “sol” yapıları da peşi sıra sürükleyerek rejimin çizdiği sınırları zorluyor.
Bu kurallarını her gün değiştiren ve yeniden yazan devinim ortamında; strateji belirlemek ne kadar zorsa öngörüde bulunmak da o kadar imkansız hale geliyor.
Denktaş rejiminin ve statükodan çıkarı olan çevresindeki hazır yiyici takımının şaşkınlığı ne kadar gerçekse, kafasına halk düşen sol yapıların güvenilmezliği de o kadar aşikardir.
Şu bir gerçektir ki geleneksel olarak ülkemizde toplumsal mücadele pratiği basın ve el bildirisi, yürüyüş ve mitinglerden ibarettir. Son dönemde bunlara trafiğin yoğun olduğu yerlerde pankart tutmak da eklenmiştir. Ancak toplumun neredeyse % 30’unun aktif olarak politikanın içine daldığı bugünkü ortamda ne egemenler ne de muhalifler eski tarzları ile politika yapmakta ısrar etme şansına sahip değildirler. Bu, onların kendi insiyatifina kalmış birşey, kendi tercihlerinden ibaret bir olgu olmaktan çıkmış, (ne kadar süreceği meçhul de olsa) toplumun aktif katılımının ve kollektif vicdanının tercihi haline gelmiştir. Böylesi bir katılımcılık ortamında egemenlerin yapabileceği sinip kalmak (ya da Denktaş’a mahsus bir yöntemle demeçler vermek), muhaliflerin tek seçeneği ise toplumu takip etmektir.

“Direnişin en gerekli olduğu yer, pratiğe uygulanma şansının en az olduğu yerdir; pratik olarak en kolay uygulanabileceği yer ise, en az gerekli olduğu yerdir” Hans Saner[2]
Ancak, 28 Şubata doğru evrilen süreçte veya ondan sonra karşımıza çıkacak çeşitli tarihlerde Denktaş Bey’in ve T.C. egemenlerinin bugüne dek davrandığından daha farklı davranacağını gösteren herhangi bir işaret de mevcut değildir. Zaten olmasını beklemek de ne kadar doğru olurdu bilmem. Biz 60 bin insan sokaklara çıktık veya toplum radyolardan televizyonlardan statükoya olan bıkkınlığını dilegetiriyor diye egemen çevrelerin “özür dileriz” diyerek 40 yıllık politikalarından vazgeçmesi şaşırtıcı olurdu. Bugüne kadarki varlıkları zaten halka rağmendi. Ve bunca insanın bir gecede fikir değiştiridiğini de sanırım hiçbirimiz düşünmüyoruz. O halde, Denktaş ve çevresi elinden geldiğince bu süreci kazasız belasız atlatmaya çalışacak ve herkesçe beklenen imza tarihi geldiğinde de son kozunu oynayarak statükonun devamından yana tavır alacaktır.
Sorun, bizim geleneksel ve rejimle karşılıklı paslaştığını tarihsel, güncel gerekçelerle bildiğimiz “sol” yapılarımızın böyle bir rest karşısında ne yapacağıdır.
Görür gibi oluyorum;
“Ne yani silahlanıp dağa mı çıkalım?”
“Partilerimizin kapatılmasına göz mü yumalım?”
“Bu halkın bize ihtiyacı var...”
“Bıçağa yumruk atılmaz.”
“Zaman uygun fırsatı tekrar yakalamak için beklemek zamanıdır, maceracılığın zamanı değil...”
Söylediklerim eğer bir önyargı ise, yaşanmış deneyimlerden beslenen bir ön yargıdır. Denktaş rejiminin statüko körlüğü ile “HAYIR” diyeceği ne kadar kesine, bizim uzlaşmacı solumuzun da var olan mücadeleyi bir adım dahi ileriye götürmeye cesareti olmadığı ve kendi varoluşunu; eleştirdiği rejime sesini duyurmak ve önerilerini kabul ettirmekle sınırladığı da o kadar gerçektir.[3]

“Eğer ülkenin yasalarına itaat ediyorsam, gerçeklikte onun anayasasını destekliyorum. Suskun kabulden vazgeçip, itaat etmeyi reddeden isyancı ve devrimcilerin tavırları, olayın gerçek yüzünü, yani itaatin aslında DESTEKLEMEK demek olduğunu açığa çıkarmaktadır.” Hannah Arendt[4]
Denktaşın “imzalamam, imzalamıyorum” dediği noktada, hangi gerekçe ile olursa olsun boyun eğmek ve rejimin dümen suyuna girerek beklemek, halkı da bu yönde davranmaya teşvik ederek “siz yapacağınızı yaptınız, şimdi zaman bekleme zamanı, hadi evinize” demek, tam bir travma yaratacaktır. “İşte uğraştık, hiçbirşey olmadı” moral bozukluğu ve bunun aktif politikaya etkileri kolay kolay kırılamaz. Böylesi süreçler, yığınların politikadan soğumasına, moralsizliğine ve evine kapanmasına (göç etmesine) yol açarken, siyaseti birkaç profesyonelin faaliyeti noktasına getirir ki bu KABUL EDİLEMEZDİR.
O halde; bu sürecin önüne geçmek için somut adım atılmalıdır.
Sivil İtaatsizlik kampanyalarının örgütlenmesi bu yönde yaratıcı ve yapıcı bir sürecin yaşanmasına katkıda bulunacaktır. Sivil İtaatsizlik gibi yasal olmayan ancak toplumun gözünde meşru faaliyetlerin yukarda sözü geçen sorunlara somut katkısı şöyle özetlenebilir:

1- Tıkanmış toplumsal mücadele perspektifi aşılabilir ve yaratıcılığa açık bir şekilde geliştirilebilir. Bildiri dağıtmanın ve yürüyüş organize etmenin ötesinde meşru ancak sistemi zor durumda bırakacak eylemler, hem sivil insiyatifin güçlenmesine hem de rejimin (sol veya sağ olsun) geleneksel ilişki biçimlerinin kırılmasına yol açacaktır.
2- Egemen kesim yolda yürüyen insanlardan rahatsız olsa da bire-bir bu durumdan etkilenmez ve günlük hayatına devam etmesi zor olmaz. Ancak sistemin işleyişini sağlayan ve onun devamını garanti kılan en temel ilişki biçimleri, basit ancak etkili eylemlerle sarsılabilirse, işte o zaman egemenler rahatça koltuklarında oturamayacaklardır. Bu da “imzalamam, imzalamıyorum” tavrını güçleştirecektir.,
3- Bir kez şimdiden başlatılan sivil itaatsizlik toplum tarafından benimsenir ve kendi insiyatifi ile kullanılırsa, olası bir imzalamama durumunda, toplumun yaratıcılığı ile kat kat büyüyen eylemler organize etmek mümkün olacaktır. Bu da “hadi evinize gidin, delilik etmeyin” solcularının türemesine engel olacak bir ortam yaratacaktır.
Sivil İtaatsizlik tarzı bir eylemliliğin nasıl ve kimin tarafından oraganize edilebileceği, bu eylemlerin neler olacağı gibi sorunlar vardır. Ve bunları düşünmeye başlamak için zaten yeteri kadar geç kalınmıştır. Uygulamanın başarılı olup olmayacağı da tahmin edersiniz ki garanti değildir.
Ancak yine de gerçek odur ki; toplumumuzun demokratik ve sivil bir şekilde rejime karşı muhalefetini net olarak yükselttiği bu günkü koşullarda dahi Denktaş Bey anlaşmaya (ya da çogunluğun görüşüne göre Çözüm’e) imza atmayacaktır.
Rejim son kozunu oynadığı zaman ve “imzalamıyoruz.. Hamle sizde” dediği zaman, şu anda halkın sözcüsü durumunda olan BMBP ve Ortak Vizyon’un şu ana kadar yaptıklarından daha fazlasını yapmaya cesaret edemeyeceğini tahmin etmek ise zor değildir.
Bu yazı, toplumumuzun yükselen muhalefetinin demokratik bir kültüre dönüştürülerek kalıcı kılınmasının  imkanlarını zorlamak düşüncesiyle yazılmıştır. Sivil İtaatsizliğe yönelik gerek teorik gerekse pratik tartışmalar ve BMBP ile Ortak Vizyon’un bu çerçevede ne kadar taşıyıcı olabileceğinin değerlendirmesini bir sonraki yazıya bırakıyorum.



[1] Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 1997
[2] agy
[3] Bu yazı ve içerisindeki görüşler, “içinden geçtiğimiz bu dönemde aramıza nifak tohumları sokmaya yönelik bilinçsiz/kasıtlı bir yanlış” olarak okunmasın ve böyle anlaşılmasın. Çünkü gerek KKTC’nin ilanında bir gecede süt dökmüş kedi masumluğuna bürünen pratikleri, gerekse de kendi yaratmadıkları bu toplumsal devinimi (ki hepimizin kafasına düşmüştür) seçimlerde oya çevrime niyetlerinin gün geçtikçe açığa çıkması; süreç tersine dönmeden birşeyler yapmayı gerektirmektedir. Bu da ancak durumu tahlil ederek mümkün olabilir.
[4] Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder