“Her durumda dikkat etmem gereken şey, lanetlediğim
kötülüğün aracı olmamaktır.
Bir insanı haksız yere içeri tıkan bir yönetimde onurlu her
insanın olması gereken yer cezaevidir.” Henry David Thoreau[1]
Son bir ayda memlekette yaşananları
anlatmaya gerek yok. Toplumun hemen her kesimi sokakta ve gerek kendiliğinden
gerekse örgütlü bir faaliyetle kollektif bir çaba ortaya konuyor.
Gencinden
yaşlısına, işçisinden memuruna, tüccarından esnafına kadar yoğunlaşmış bir
eylem/duygu patlamasına sahne oluyor çevremiz. Tüm yaşamı boyunca hiçbir
toplantı, miting veya yürüyüşe katılmamış insanlar, bir anda açlık grevlerinde,
barış ateşlerinde veya mum kampanyalarında organizatör oluyor, aktif bir
şekilde günlük politikada taraf oluyor. Radyo ve TV’lerde halkın çeşitli
kesimlerinin öfkeli veya neşeli, umutlu veya karamsar ama mutlaka kararlı ve
inatçı seslerini dinliyoruz. Gazetelerde okuyucu mektuplarında keskin bir artış
var ve gerek şiir gerekse de düz yazı ile Kıbrısın Kuzeyinde bir kendiliğinden
halk hareketi yaşanıyor.
Ülkede daha önce emsali bulunmayan bir
yığınsal hareketlenme söz konusu; 50-60 bin kişilik mitingler ve 7-8 bin gencin
katıldığı gençlik kortejleri oluşuyor. Ve bu devinim, bu hareketlenme karşısında
beton bir duvar gibi duran yozlaşmış rejimin tüm göz dağlarına, tehdit, küfür
ve engellemelerine rağmen büyüyerek, katlanarak ISINARAK neredeyse dayanılmaz
bir çekim gücü yaratıyor.
Doğal olarak bu sadece rejimin bel
kemiği olan partilerin tabanının zaptedilemez bir şekilde kaymasını getirmiyor,
ayni zamanda buna hazırlıksız yakalanmış geleneksel “sol” yapıları da peşi sıra
sürükleyerek rejimin çizdiği sınırları zorluyor.
Bu kurallarını her gün değiştiren ve
yeniden yazan devinim ortamında; strateji belirlemek ne kadar zorsa öngörüde
bulunmak da o kadar imkansız hale geliyor.
Denktaş rejiminin ve statükodan çıkarı
olan çevresindeki hazır yiyici takımının şaşkınlığı ne kadar gerçekse, kafasına
halk düşen sol yapıların güvenilmezliği de o kadar aşikardir.
Şu bir gerçektir ki geleneksel olarak
ülkemizde toplumsal mücadele pratiği basın ve el bildirisi, yürüyüş ve
mitinglerden ibarettir. Son dönemde bunlara trafiğin yoğun olduğu yerlerde
pankart tutmak da eklenmiştir. Ancak toplumun neredeyse % 30’unun aktif olarak
politikanın içine daldığı bugünkü ortamda ne egemenler ne de muhalifler eski
tarzları ile politika yapmakta ısrar etme şansına sahip değildirler. Bu,
onların kendi insiyatifina kalmış birşey, kendi tercihlerinden ibaret bir olgu
olmaktan çıkmış, (ne kadar süreceği meçhul de olsa) toplumun aktif katılımının
ve kollektif vicdanının tercihi haline gelmiştir. Böylesi bir katılımcılık
ortamında egemenlerin yapabileceği sinip kalmak (ya da Denktaş’a mahsus bir
yöntemle demeçler vermek), muhaliflerin tek seçeneği ise toplumu takip
etmektir.
“Direnişin en gerekli olduğu yer, pratiğe uygulanma şansının
en az olduğu yerdir; pratik olarak en kolay uygulanabileceği yer ise, en az
gerekli olduğu yerdir” Hans Saner[2]
Ancak, 28 Şubata doğru
evrilen süreçte veya ondan sonra karşımıza çıkacak çeşitli tarihlerde Denktaş
Bey’in ve T.C. egemenlerinin bugüne dek davrandığından daha farklı
davranacağını gösteren herhangi bir işaret de mevcut değildir. Zaten olmasını
beklemek de ne kadar doğru olurdu bilmem. Biz 60 bin insan sokaklara çıktık
veya toplum radyolardan televizyonlardan statükoya olan bıkkınlığını
dilegetiriyor diye egemen çevrelerin “özür dileriz” diyerek 40 yıllık
politikalarından vazgeçmesi şaşırtıcı olurdu. Bugüne kadarki varlıkları zaten
halka rağmendi. Ve bunca insanın bir gecede fikir değiştiridiğini de sanırım
hiçbirimiz düşünmüyoruz. O halde, Denktaş ve çevresi elinden geldiğince bu
süreci kazasız belasız atlatmaya çalışacak ve herkesçe beklenen imza tarihi
geldiğinde de son kozunu oynayarak statükonun devamından yana tavır alacaktır.
Sorun, bizim geleneksel ve rejimle
karşılıklı paslaştığını tarihsel, güncel gerekçelerle bildiğimiz “sol”
yapılarımızın böyle bir rest karşısında ne yapacağıdır.
Görür gibi oluyorum;
“Ne yani silahlanıp dağa mı çıkalım?”
“Partilerimizin kapatılmasına göz mü
yumalım?”
“Bu halkın bize ihtiyacı var...”
“Bıçağa yumruk atılmaz.”
“Zaman uygun fırsatı tekrar yakalamak
için beklemek zamanıdır, maceracılığın zamanı değil...”
Söylediklerim eğer bir önyargı ise,
yaşanmış deneyimlerden beslenen bir ön yargıdır. Denktaş rejiminin statüko
körlüğü ile “HAYIR” diyeceği ne kadar kesine, bizim uzlaşmacı solumuzun da var
olan mücadeleyi bir adım dahi ileriye götürmeye cesareti olmadığı ve kendi
varoluşunu; eleştirdiği rejime sesini duyurmak ve önerilerini kabul ettirmekle
sınırladığı da o kadar gerçektir.[3]
“Eğer ülkenin yasalarına itaat ediyorsam, gerçeklikte onun
anayasasını destekliyorum. Suskun kabulden vazgeçip, itaat etmeyi reddeden
isyancı ve devrimcilerin tavırları, olayın gerçek yüzünü, yani itaatin aslında
DESTEKLEMEK demek olduğunu açığa çıkarmaktadır.” Hannah Arendt[4]
Denktaşın “imzalamam, imzalamıyorum”
dediği noktada, hangi gerekçe ile olursa olsun boyun eğmek ve rejimin dümen
suyuna girerek beklemek, halkı da bu yönde davranmaya teşvik ederek “siz
yapacağınızı yaptınız, şimdi zaman bekleme zamanı, hadi evinize” demek, tam bir
travma yaratacaktır. “İşte uğraştık, hiçbirşey olmadı” moral bozukluğu ve bunun
aktif politikaya etkileri kolay kolay kırılamaz. Böylesi süreçler, yığınların
politikadan soğumasına, moralsizliğine ve evine kapanmasına (göç etmesine) yol
açarken, siyaseti birkaç profesyonelin faaliyeti noktasına getirir ki bu KABUL
EDİLEMEZDİR.
O halde; bu sürecin önüne geçmek için
somut adım atılmalıdır.
Sivil İtaatsizlik kampanyalarının
örgütlenmesi bu yönde yaratıcı ve yapıcı bir sürecin yaşanmasına katkıda
bulunacaktır. Sivil İtaatsizlik gibi yasal olmayan ancak toplumun gözünde meşru
faaliyetlerin yukarda sözü geçen sorunlara somut katkısı şöyle özetlenebilir:
1- Tıkanmış toplumsal mücadele
perspektifi aşılabilir ve yaratıcılığa açık bir şekilde geliştirilebilir.
Bildiri dağıtmanın ve yürüyüş organize etmenin ötesinde meşru ancak sistemi zor
durumda bırakacak eylemler, hem sivil insiyatifin güçlenmesine hem de rejimin
(sol veya sağ olsun) geleneksel ilişki biçimlerinin kırılmasına yol açacaktır.
2- Egemen kesim yolda yürüyen
insanlardan rahatsız olsa da bire-bir bu durumdan etkilenmez ve günlük hayatına
devam etmesi zor olmaz. Ancak sistemin işleyişini sağlayan ve onun devamını
garanti kılan en temel ilişki biçimleri, basit ancak etkili eylemlerle
sarsılabilirse, işte o zaman egemenler rahatça koltuklarında
oturamayacaklardır. Bu da “imzalamam, imzalamıyorum” tavrını güçleştirecektir.,
3- Bir kez şimdiden başlatılan sivil
itaatsizlik toplum tarafından benimsenir ve kendi insiyatifi ile kullanılırsa,
olası bir imzalamama durumunda, toplumun yaratıcılığı ile kat kat büyüyen
eylemler organize etmek mümkün olacaktır. Bu da “hadi evinize gidin, delilik
etmeyin” solcularının türemesine engel olacak bir ortam yaratacaktır.
Sivil İtaatsizlik tarzı bir
eylemliliğin nasıl ve kimin tarafından oraganize edilebileceği, bu eylemlerin
neler olacağı gibi sorunlar vardır. Ve bunları düşünmeye başlamak için zaten
yeteri kadar geç kalınmıştır. Uygulamanın başarılı olup olmayacağı da tahmin
edersiniz ki garanti değildir.
Ancak yine de gerçek odur ki;
toplumumuzun demokratik ve sivil bir şekilde rejime karşı muhalefetini net
olarak yükselttiği bu günkü koşullarda dahi Denktaş Bey anlaşmaya (ya da
çogunluğun görüşüne göre Çözüm’e) imza atmayacaktır.
Rejim son kozunu oynadığı zaman ve
“imzalamıyoruz.. Hamle sizde” dediği zaman, şu anda halkın sözcüsü durumunda
olan BMBP ve Ortak Vizyon’un şu ana kadar yaptıklarından daha fazlasını yapmaya
cesaret edemeyeceğini tahmin etmek ise zor değildir.
Bu yazı, toplumumuzun yükselen
muhalefetinin demokratik bir kültüre dönüştürülerek kalıcı kılınmasının imkanlarını zorlamak düşüncesiyle
yazılmıştır. Sivil İtaatsizliğe yönelik gerek teorik gerekse pratik tartışmalar
ve BMBP ile Ortak Vizyon’un bu çerçevede ne kadar taşıyıcı olabileceğinin
değerlendirmesini bir sonraki yazıya bırakıyorum.
[1]
Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 1997
[2] agy
[3] Bu yazı ve
içerisindeki görüşler, “içinden geçtiğimiz bu dönemde aramıza nifak tohumları
sokmaya yönelik bilinçsiz/kasıtlı bir yanlış” olarak okunmasın ve böyle
anlaşılmasın. Çünkü gerek KKTC’nin ilanında bir gecede süt dökmüş kedi
masumluğuna bürünen pratikleri, gerekse de kendi yaratmadıkları bu toplumsal
devinimi (ki hepimizin kafasına düşmüştür) seçimlerde oya çevrime niyetlerinin
gün geçtikçe açığa çıkması; süreç tersine dönmeden birşeyler yapmayı
gerektirmektedir. Bu da ancak durumu tahlil ederek mümkün olabilir.
[4] Kamu
Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 1997
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder