“Gülünç gözükme riskini göze alarak şunu söylemek istiyorum
ki, gerçek devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgidir. Gerçek bir devrimciyi bu
niteliği olmadan düşünemezssiniz. Liderin belkide en büyük dramlarından biri;
tutkulu bir ruhu, soğuk bir zeka ile birleştirip kılı bile kıpırdamadan acı
dolu kararlar almasıdır. Bizim devrimcilerimiz, bu halk sevgisini, bu kutsal
davayı idealize edip onu bölünmez bir bütün haline getirmelidirler.”
Che Guevera Speaks, Der. George Lavan
Toplumsal mücadeleler, insanların iç
dünyalarını ve bu iç dünyanın aradığı huzur ortamını göz ardı ettikleri oranda
yenilmeyi hakederler. Çünkü her ne kadar, ekonomiden, tarihten, eğitimden de
dem vurulsa aslolan insandır ve insanı merkeze almayan bir toplumsal mücadele
anlayışı olmasa da olur.
Kendimi neden hala, tarih boyunca yenilmeyi
defalarca haketmiş ve bunu hakkıyla yaşamış bir toplumsal mücadele anlayışına
ait gördüğümü merak edebilirsiniz...
Uzunca bir süre sonra döndüm aranıza.
Ama sanki siz burda yoksunuz...
Gerçi sözleşmemiştik buluşacağız diye...
Ama ben sanmıştım ki, burda olursunuz.
Piyasa rekabeti öngörür. Piyasa büyüğün
küçüğü yutmasını haklı kılar, kazananı (bazen küçük de kazanabilir) alkışlar.
Ta ki kaybedene kadar, karşısında mahzun bir edayla, el pençe divan durur.
Gurur, onur, tavır veya ilke denen şeyler gereksiz bir yük, taşınamaması
gereken feodal, geri ve anlamsız zırvalıklardır onun için...
Kapitalizm, yarattığı bilimsel, ampirik
ve de teknolojik devasa yapısıyla ve muazzam toplumsal örgütlenmesiyle;
anarşik, kaotik ekonomik örgütlenmesini birleştirmiştir. Tüm alternatif
hareketleri bünyesine dahil edebilen ve onları uyumlulaştırırken kendisini de
evrilten, yaşayan bir canlıdır kapitalizm. Ve her canlı gibi, yaşamını devamlı
kılmak istemektedir. Tek tanrılı dinlerin egemenliğini yıkmış, günlük pratik
anlamda onları anlamsız kılmıştır. Hristiyanlığın, Müslümanlığın veya
Yahudiliğin bugünün dünyasında; günlük yaşama tercümesi yoktur ve bilimin korkunç
gerçekliği karşısında da olması mümkün değildir.
Metropollerde veya kısmen moderniteyi
belli bir aşamaya kadar yaşamış bizimkisi gibi ülkelerde, bireyin ruhuna
ihtiyacı olan huzuru verecek olan nedir? Birey huzur arar. Uyum arar. Şevkat
arar. Dinlerin yokluğunda insana bunu bilim veremez.
Özellikle de yıkıcı ve vahşi kapitalizm
ortamında; bu devasa toplumsal örgütlenme karşısında insanın kendisini küçücük
hissetmesinin önüne ne geçebilir?
Yaygınlaşan ruhsal arayışları başka
türlü izah etmek mümkün müdür. (Altın çağın başladığı dışında). Kaçışlar,
kaçışın olumlanması, ruhun ve metafiziksel arayışların su yüzüne çıkması başka
nasıl izah edilebilir?
Tarih boyunca metafizik çeşitli
dönemlerde ziyaretçimiz olmuştur. Bu dönemlerin en yoğun olduğu zamanlara dikkat
edersek; yıkılmakta olan bir toplumsal sınıfa karşılık, gücünün pek de fakında
olmayan bir başka toplumsal sınıf buluruz. Bir taraf ezilmekten ve baskı altına
alınmaktan o kadar yıpranmıştır ki kendi gücü dışında bir güç arar, bireysel
anlamda rahatlayacak bir kaçış arar hale gelmiştir. Öteki yanda gerileyen
sınıf; uyguladığı devasa baskıya rağmen onu ayakta tutacak tüm toplumsal
koşulların birer birer kayıp gittiğini, yeninin tüm şiddetiyle ve uzlaşmazlığı
ile kendini dayattığını sezmektedir. 1700’lü yıllarda bu “gerileyen aristokrasi
kendine ruhlar dünyasında sığınak arıyor” şeklinde ifade edilmiştir.
Yani, bugün neredeyse her köşe başında
karşılaştığımız reiki guruplarının, meditasyon furyasının ve iç dünyaya kaçış
da denebilecek olan sürecin izahı yapılabilir. Nedenleri, toplumsal koşulları
ve sosyolojik açılımları tek tek ele alınabilir ve anlaşılabilir[i]...
Ama benim ilgimi çeken yön, Diyalektik
Materyalizm (veya Marx’ın pek sevmediği tabirle Marxizm) ve ondan türeyen,
modern toplumsal süreçlere yön vermeye çalışan çeşitli yaklaşımların,
mücadelenin tinsel yönünü (pratikte) eksik bırakmalarıdır.[ii]
Neşenin, dayanışmanın, kollektivitenin,
birey olmayı aşıp en-birey olabilmenin tüm imkanlarını barındıran sosyalizm,
toplumsal olduğu kadar kişisel alana da hitap eder. Ancak ne yazık ki bu güne
değin, bireysellik o kadar inkar edilmiş ve belli kalıplar içerisine sokularak
şekillendirilmeye çalışılmıştır ki; herhangi bir solcu “kendi bireyselliğine
kaçmaktan” bahsedebilmektedir. Oysa bireysellik de toplumsal bir süreçtir ve
toplumdan bağımsız düşünülemez.
Bir imkanın değerlendirilememiş olması,
onun imkansız olduğunu göstermez.
Rekbetin vahşi sadırıları karşısında,
kapitalizmin sıkıcı ve bunaltıcı tedüzeliğinin karşısında, hala daha sosyalimin
yaratıcılık ve neşe ile dolu, sorumluluk, bireysellik ve toplumsallığın sentezi
ile örülebilecek bir yaşam imkanı bulunmaktadır. Ve bu imkan modern toplum var
olduğu sürece de olacaktır.
Benim ruhumu rahatlatan, başka
insanlarla birlikte, hiç tanımadığım insanlarla birlikte, insan yiyen bu
sistemin karşısına aşkın bir neşeyle çıkma imkanım olduğunu bilmektir. Ve bu
imkanı yaratmanın zor olduğu kadar, yaratıcı, yaratıcı olduğu kadar heyecanlı
ve heyecanlı olduğu kadar da zevkli boyutları iştahımı kabartıyor hala...
“Acılı günler geliyor, acılı olduğu
kadar, neşeli kavga günleri” demişlerdi. Ne kavga edebildiler ne de neşelerini
çoğaltabildiler. Ama günler hala o günler. Acılı olduğu kadar da neşeli günler.
Mücadelenin neşesini yaşatmak, mücadele
edenin boynunun borcudur. Dayanışma arttıkça metafizik azalır. Bu da benim
mütevazi katkım olsun toplumsal bilgi birikimimize...
Neden hala kendimi, tarih boyunca
yenilmeyi defalarca haketmiş ve bunu hakkıyla yaşamış bir toplumsal mücadele
anlayışına ait gördüğümü merak ediyor musunuz?
[i] Bir televizyon dizisinin bir anda tüm
toplumu kapsaması veya bir halkın topyekün bir olay karşısında ağlaması/gülmesi
gibi... “Küreselleşme” çağında artık ne televizyon dizilerinin üzerimizde
bıraktığı duygulanım ne de spor denince aklımıza ilk gelen kelime (futbol!!)
“ulusal” sınırlarla tarif edilemiyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan
farklı sınıflardan milyarlarca insana aşkı aynı kelimelerle tarif ettiren
kültürel hegomonyanın derecesini düşünebilirsiniz... O halde kitaplarıyla,
gazeteleriyle, “sanatçı”larıyla, felsefecileriyle, sporuyla, yemeğiyle, doğum,
yaşam ve ölüm anlayışıyla, filmleri, müzikleri ve her türlü yazılı, görsel,
işitsel, düşünsel malzemesiyle saldırıya geçen idealizmin bunca yaygın olması
bir tesadüf mü? Bu moda haklının hakkını alması mı yoksa çürümenin doruğu mu?
Bunca aynı fikir, bunca farklı yaşama sahip insanın kafasına kendiliğinden mi
girdi, yoksa organize bir suçun masum mağdurları mıyız!!!
[ii] Denilebilir ki; “o kadar da haksızlık
etme”... Akın var güneşe akın, güneşi zabdedeceğiz/Güneşin zabtı yakın...
dizeleri tinsel değilse ne tinseldir? Veya “Ey güneş, eğer hergün burjuvazi
için doğup, burjuvazi için batacaksan seni de fethederiz...” Yada yazının
başında Che’den yapılan alıntı... Evet, hepsine evet... Ama sol, sosyalizm,
materyalizm dendiğinde/dediğimizde hatırlamak istediklerimiz bunlar da olsa,
bir de sağduyulu/akıllı/mantıklı bürokrasi, soğukkanlı merkez komite ve
istikrarlı “devrim yürüyüşümüz” vardır. Toplama kampları, karşı devrimcilerin
kurşuna dizilmesi, hayalci, ütopyaci ve lümpen unsurların katline fetva veren
devletlü Stalinizm; biz istemesek de anlımızda derin bir çizgi, ruhumuzda
çıkmaz bir kirdir... O kadar “var”dır ki, “biz” bir istisna bile kabul
edilebiliriz. “Biz”; yağlı bir direkte denge bulmaya çalışarak yürüyen ve
kaymamak için attığı her adıma dikkat etmek durumunda olan bir canbaz, ama ayni
zamanda da her adıma dikkat edilmesini yadırgayan/yargılayan, doğallık ve
içtenlik olmadıkça ne olursa olsun yapay ve sahte olacağını bilen ve bunu savlayan
bir canbaz!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder