3 Ocak 2003 Cuma

Yenilmeyi Haketmek Yada Kaçmak Mevzusuna Giriş


“Gülünç gözükme riskini göze alarak şunu söylemek istiyorum ki, gerçek devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgidir. Gerçek bir devrimciyi bu niteliği olmadan düşünemezssiniz. Liderin belkide en büyük dramlarından biri; tutkulu bir ruhu, soğuk bir zeka ile birleştirip kılı bile kıpırdamadan acı dolu kararlar almasıdır. Bizim devrimcilerimiz, bu halk sevgisini, bu kutsal davayı idealize edip onu bölünmez bir bütün haline getirmelidirler.”
Che Guevera Speaks, Der. George Lavan



Toplumsal mücadeleler, insanların iç dünyalarını ve bu iç dünyanın aradığı huzur ortamını göz ardı ettikleri oranda yenilmeyi hakederler. Çünkü her ne kadar, ekonomiden, tarihten, eğitimden de dem vurulsa aslolan insandır ve insanı merkeze almayan bir toplumsal mücadele anlayışı olmasa da olur.
Kendimi neden hala, tarih boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve bunu hakkıyla yaşamış bir toplumsal mücadele anlayışına ait gördüğümü merak edebilirsiniz...

Uzunca bir süre sonra döndüm aranıza.
Ama sanki siz burda yoksunuz...
Gerçi sözleşmemiştik buluşacağız diye...
Ama ben sanmıştım ki, burda olursunuz.
Piyasa rekabeti öngörür. Piyasa büyüğün küçüğü yutmasını haklı kılar, kazananı (bazen küçük de kazanabilir) alkışlar. Ta ki kaybedene kadar, karşısında mahzun bir edayla, el pençe divan durur. Gurur, onur, tavır veya ilke denen şeyler gereksiz bir yük, taşınamaması gereken feodal, geri ve anlamsız zırvalıklardır onun için...
Kapitalizm, yarattığı bilimsel, ampirik ve de teknolojik devasa yapısıyla ve muazzam toplumsal örgütlenmesiyle; anarşik, kaotik ekonomik örgütlenmesini birleştirmiştir. Tüm alternatif hareketleri bünyesine dahil edebilen ve onları uyumlulaştırırken kendisini de evrilten, yaşayan bir canlıdır kapitalizm. Ve her canlı gibi, yaşamını devamlı kılmak istemektedir. Tek tanrılı dinlerin egemenliğini yıkmış, günlük pratik anlamda onları anlamsız kılmıştır. Hristiyanlığın, Müslümanlığın veya Yahudiliğin bugünün dünyasında; günlük yaşama tercümesi yoktur ve bilimin korkunç gerçekliği karşısında da olması mümkün değildir.
Metropollerde veya kısmen moderniteyi belli bir aşamaya kadar yaşamış bizimkisi gibi ülkelerde, bireyin ruhuna ihtiyacı olan huzuru verecek olan nedir? Birey huzur arar. Uyum arar. Şevkat arar. Dinlerin yokluğunda insana bunu bilim veremez.
Özellikle de yıkıcı ve vahşi kapitalizm ortamında; bu devasa toplumsal örgütlenme karşısında insanın kendisini küçücük hissetmesinin önüne ne geçebilir? 
Yaygınlaşan ruhsal arayışları başka türlü izah etmek mümkün müdür. (Altın çağın başladığı dışında). Kaçışlar, kaçışın olumlanması, ruhun ve metafiziksel arayışların su yüzüne çıkması başka nasıl izah edilebilir?
Tarih boyunca metafizik çeşitli dönemlerde ziyaretçimiz olmuştur. Bu dönemlerin en yoğun olduğu zamanlara dikkat edersek; yıkılmakta olan bir toplumsal sınıfa karşılık, gücünün pek de fakında olmayan bir başka toplumsal sınıf buluruz. Bir taraf ezilmekten ve baskı altına alınmaktan o kadar yıpranmıştır ki kendi gücü dışında bir güç arar, bireysel anlamda rahatlayacak bir kaçış arar hale gelmiştir. Öteki yanda gerileyen sınıf; uyguladığı devasa baskıya rağmen onu ayakta tutacak tüm toplumsal koşulların birer birer kayıp gittiğini, yeninin tüm şiddetiyle ve uzlaşmazlığı ile kendini dayattığını sezmektedir. 1700’lü yıllarda bu “gerileyen aristokrasi kendine ruhlar dünyasında sığınak arıyor” şeklinde ifade edilmiştir.
Yani, bugün neredeyse her köşe başında karşılaştığımız reiki guruplarının, meditasyon furyasının ve iç dünyaya kaçış da denebilecek olan sürecin izahı yapılabilir. Nedenleri, toplumsal koşulları ve sosyolojik açılımları tek tek ele alınabilir ve anlaşılabilir[i]...
Ama benim ilgimi çeken yön, Diyalektik Materyalizm (veya Marx’ın pek sevmediği tabirle Marxizm) ve ondan türeyen, modern toplumsal süreçlere yön vermeye çalışan çeşitli yaklaşımların, mücadelenin tinsel yönünü (pratikte) eksik bırakmalarıdır.[ii]
Neşenin, dayanışmanın, kollektivitenin, birey olmayı aşıp en-birey olabilmenin tüm imkanlarını barındıran sosyalizm, toplumsal olduğu kadar kişisel alana da hitap eder. Ancak ne yazık ki bu güne değin, bireysellik o kadar inkar edilmiş ve belli kalıplar içerisine sokularak şekillendirilmeye çalışılmıştır ki; herhangi bir solcu “kendi bireyselliğine kaçmaktan” bahsedebilmektedir. Oysa bireysellik de toplumsal bir süreçtir ve toplumdan bağımsız düşünülemez.
Bir imkanın değerlendirilememiş olması, onun imkansız olduğunu göstermez.
Rekbetin vahşi sadırıları karşısında, kapitalizmin sıkıcı ve bunaltıcı tedüzeliğinin karşısında, hala daha sosyalimin yaratıcılık ve neşe ile dolu, sorumluluk, bireysellik ve toplumsallığın sentezi ile örülebilecek bir yaşam imkanı bulunmaktadır. Ve bu imkan modern toplum var olduğu sürece de olacaktır.
Benim ruhumu rahatlatan, başka insanlarla birlikte, hiç tanımadığım insanlarla birlikte, insan yiyen bu sistemin karşısına aşkın bir neşeyle çıkma imkanım olduğunu bilmektir. Ve bu imkanı yaratmanın zor olduğu kadar, yaratıcı, yaratıcı olduğu kadar heyecanlı ve heyecanlı olduğu kadar da zevkli boyutları iştahımı kabartıyor hala...
“Acılı günler geliyor, acılı olduğu kadar, neşeli kavga günleri” demişlerdi. Ne kavga edebildiler ne de neşelerini çoğaltabildiler. Ama günler hala o günler. Acılı olduğu kadar da neşeli günler.
Mücadelenin neşesini yaşatmak, mücadele edenin boynunun borcudur. Dayanışma arttıkça metafizik azalır. Bu da benim mütevazi katkım olsun toplumsal bilgi birikimimize...
Neden hala kendimi, tarih boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve bunu hakkıyla yaşamış bir toplumsal mücadele anlayışına ait gördüğümü merak ediyor musunuz?




[i] Bir televizyon dizisinin bir anda tüm toplumu kapsaması veya bir halkın topyekün bir olay karşısında ağlaması/gülmesi gibi... “Küreselleşme” çağında artık ne televizyon dizilerinin üzerimizde bıraktığı duygulanım ne de spor denince aklımıza ilk gelen kelime (futbol!!) “ulusal” sınırlarla tarif edilemiyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan farklı sınıflardan milyarlarca insana aşkı aynı kelimelerle tarif ettiren kültürel hegomonyanın derecesini düşünebilirsiniz... O halde kitaplarıyla, gazeteleriyle, “sanatçı”larıyla, felsefecileriyle, sporuyla, yemeğiyle, doğum, yaşam ve ölüm anlayışıyla, filmleri, müzikleri ve her türlü yazılı, görsel, işitsel, düşünsel malzemesiyle saldırıya geçen idealizmin bunca yaygın olması bir tesadüf mü? Bu moda haklının hakkını alması mı yoksa çürümenin doruğu mu? Bunca aynı fikir, bunca farklı yaşama sahip insanın kafasına kendiliğinden mi girdi, yoksa organize bir suçun masum mağdurları mıyız!!!
[ii] Denilebilir ki; “o kadar da haksızlık etme”... Akın var güneşe akın, güneşi zabdedeceğiz/Güneşin zabtı yakın... dizeleri tinsel değilse ne tinseldir? Veya “Ey güneş, eğer hergün burjuvazi için doğup, burjuvazi için batacaksan seni de fethederiz...” Yada yazının başında Che’den yapılan alıntı... Evet, hepsine evet... Ama sol, sosyalizm, materyalizm dendiğinde/dediğimizde hatırlamak istediklerimiz bunlar da olsa, bir de sağduyulu/akıllı/mantıklı bürokrasi, soğukkanlı merkez komite ve istikrarlı “devrim yürüyüşümüz” vardır. Toplama kampları, karşı devrimcilerin kurşuna dizilmesi, hayalci, ütopyaci ve lümpen unsurların katline fetva veren devletlü Stalinizm; biz istemesek de anlımızda derin bir çizgi, ruhumuzda çıkmaz bir kirdir... O kadar “var”dır ki, “biz” bir istisna bile kabul edilebiliriz. “Biz”; yağlı bir direkte denge bulmaya çalışarak yürüyen ve kaymamak için attığı her adıma dikkat etmek durumunda olan bir canbaz, ama ayni zamanda da her adıma dikkat edilmesini yadırgayan/yargılayan, doğallık ve içtenlik olmadıkça ne olursa olsun yapay ve sahte olacağını bilen ve bunu savlayan bir canbaz!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder