Yıllarca yaprak
kımıldamayan Kıbrıs politik hayatında, Kuzey’deki kitlesel mobilizasyon ve
kapıların açılması ile başlayan hareketlilik dinmek bilmiyor. Bu dönem önümüze,
yıllardan beridir neredeyse ilk kez, gerçek sosyal güçlere dayanan gerçek bir
politika bir politika yapma imkanı sunmasına rağmen; günlük politikanın anlık
mevzilenmeleri şu anda seçim sürecine yönelik strateji, taktik ve manevralara
endekslenmiş görünüyor.
Kuzey’de ve Güney’de düşünsel hegomonyayı (insanların neleri dert
edineceğini) tekelinde tutan politik güçler (sol olsun, sağ olsun) bizlere dert
edinilecek konu olarak 14 Aralık seçimlerini belirlemiş durumda. Ancak ne yazık
ki bu belirlenmiş ve bizler için düşünülüp tayin edilmiş sözde gündem,
geleceğimizi şekillendirmek yolunda gayet etkisiz.
İster seçimlerde bir taraf tutun, isterseniz de bizat seçimlerin kendisine
karşı olun hayatın kendisini dönüştürmek yolunda bir konumlanış içinde
olmadığınızı fark edeceksiniz.
Dünyanın bugün içerisinde bulunduğu süreçte küresel kapitalizmin üretimden
kaçışı gece ile gündüz kadar nettir. Sermaye, üretim alanından çekilerek reklam
ve imaj üretimi, kısaca marka yönetimine odaklanmaktadır. Bu da pazarda
(borsada!) yaşama şansı bulmak isteyen şirketlerin; bir isim, logo ve bunları
yönetecek bir beyin takımı dışında hiçbir alana para yatırmaması ve istihdamdan
kaçışı ile sonuçlanmaktadır.
Üretim denilen “pis iş” tedarikçiler vasıtası ile Güney ülkelerinin ucuz
işgücüne havale edilirken, Nike, Coca-Cola, Nokia vb. küresel şirketler
üretimlerinin sorumluluğunu hiçbir şekilde üstlenmemektedirler. Örneğin
Swatch’a sorarsanız, o bir saat üreticisi değildir, “zaman felsefesi ile”
ilgilenmektedir.[1]
Bu, üretilen nesne, üretim koşuları, istihdam edilen iş gücünün çalışma
koşulları, üretim dolayısıyla oluşan çevre maliyeti vb. hiçbir alanda
sorumluluk kabul etmeyen bir şirketler dünyası ile yüzyüze kalmamıza neden
olmuştur. Coca-cola’nın Kolombiya’da bulunan tedarikçilerinin paramiliter
güçlerle işbirliği halinde sendikacı avları ile ilgili son yaşanan gelişmeler
Logo ile meta’nın ayrışmasına verilebilecek en güzel örnektir.[2]
Küresel şirketler, tedarikçileri ile kurdukları ilişkiyi ofislerine
aldıkları fax mürekkebi ile aynı tanımlamaktadırlar. İhtiyaçları oldukça sipariş
vermektedirler ve ellerine gelen ürün dışında hiçbir süreçle
ilgilenmemektedirler. En ufak bir aksaklık durumunda, başka bir tedarikçiye
sipariş vererek işlerine devam etmektedirler. Tedarikçi firmlar ve şirketler
arasında hiçbir bağlayıcı sözleşme yoktur. Siparişin miktarı, teslim tarihi ve
yoğunluğu, piyasanın durumuna göre değişebilmektedir. Bu koşullar altında
kendilerini güvence altına almaya çalışan tedarikçiler ucuz iş gücünün olduğu;
iş güvencesi, sosyal güvenlik ve sendikal hakların bulunmadığı üretim
ortamlarıa kaymakta ve küresel kapitalizmin çeşitli anlaşmalar, sözleşmelerle
kendilerine hazırladığı Serbest Ticaret Bölgeleri’nde üretim yapmaktadırlar.
Bugün dünyada yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde
istihdam edilmiştir. Ve bu bölgeler içinde kurulu oldukları ülkenin işçi
çalıştırma ile ilgili bütün düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret
yoktur, sendikalar yasaktır, emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence
yoktur ve sözleşmeler duruma göre mevsimlik, aylık bazen haftalıktır.[3]
Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleriiçinde kurulu bulunan fabrikalaren ufak bir
örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla hareket
etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün içinde üretimini
Taiwan’a taşıyabilmektedir.
Almanya, Fransa, Amerika
vb. Kuzey ülkelerinde her yıl yüzlerce fabrika kapanmakta ve AB, DTÖ, NAFTA
anlaşmaları çerçevesinde kurulmakta olan Serbest Ticaret Bölgeleri’ne
kaymaktadırlar. Kuzey ülkelerinde işsizlik ve geçici işçilik sorunları her
geçen gün artmaktadır. Tam zamanlı, iş garantili istihdam; yerini saatlik,
günlük geçici işçiliğe ve sendikasız, esnek iş saatleri ile izlenen görünmez
işsizliğe bırakmaktadır. Bu koşullar altında küreselleşme, dünyanın çehresini
yeniden ve ödenmemiş emeğin teri ile, kanı ile şekillendirmektedir.
Kıbrıs Sorunu ile, Denktaş Rejimi’nin yıkılması ile boğuşan bizler, bugüne
kadar statükonun yarattığı yapay havayı soluyarak, bu yarı-coğrafyanın
sınırlarını aşmayan politikalar çerçevesinde mücadele ettik. Statükonun
sürdürülemezliği ortadadır. Dünyadan soyutlanmış, ufuksuz, gerek Akdeniz
gerekse Ortadoğu içerisinde dünyanın
yeniden şekillendirildiği bir coğrafyada kendi iç sorunları ile boğuşan, dışa
kapalı bir toplum haline geldik.
Denktaş-Eroğlu düzeni ve bu düzenin yarattığı ufuksuzluksadece seçim ile
aşılacak bir olgu değildir. Bugün Kıbrıs’ta siyasal konumlanışlar yalnızca
Kıbrıs Sorunu ile tanımlanmakta sol olsun sağ olsun neo-liberalizm,
özlleştirme, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşme saldırıları ile sil
baştan tanımlanan siyaset arenasında hiçbir açılım, politika, anlayış veya
mevzilenme gerçekleştirilmemektedir.
Irak işgali, Filistin Direnişi ve küreselleşme ile ilgili hiçbir konuda
aktif tavır alamayan, almayan, bu konulardan haberdar olmayan ve daha da vahimi
bunlarla ilgilenmeyen bir siyaset hayatımız var.
Ne yazık ki en az sağımız kadar solumuz da statüko ile beslenmekte ve onun
yarattığı steril koşullarda büyümektedir. Oysa Kıbrıs Sorunu’na çözüm diye
önerilen Annan Planı ve içinde bulunduğumuz dinamik süreç; kitlelerin
mobilizasyonu kadar, hatta ondan daha da fazla dünyanın bu yeniden paylaşımı ve
sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gelişmekte ve şekillenmektedir.
Statükodan kurtulduğumuzda; bizler, yıllardır çözülmeyen bir sorundan
kurtulduğumuzu düşünebiliriz. Oysa asıl sorun, ertelemekte olduğumuz ve
kaçınılmaz bir şekilde yüzleşeceğimiz gerçek hayat, en hazırlıksız, bilinçsiz
ve örgütsüz olduğumuz bu anda karşımıza dikiliverecektir. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nde kurulacak olan Serbest Ticaret Bölgesi’nin yeri belirlenmiştir
ve faaliyete geçmek için Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne gireceği günü
beklemektedir. Demek ki, bizler için hazırlanan gelecekte ya Serbest Ticaret
Bölgeleri’nde kölelik koşullarında istihdam edileceğiz, ya da Almanya, Fransa
ve diğer Kuzey ülkelerinin nitelikli/niteliksiz iş gücü gibi; esnek çalışma
koşulları altında yarı zamanlı, geçici işlerle, gerçekte ise işsizlik ve
örgütsüzlük ile baş başa kalacağız. Belki de her ikisi ile birlikte...
Tabii ki hiç bir zaman geç değildir. Bugün geç olmadığı gibi; Maocu,
Stalinist gelenekten miras “temel çelişki”miz Kıbrıs Sorunu’muz çözüldüğünde de
geç olmayacaktır. Sadece biraz daha zor olacaktır. Oysa temel çelişkiden
kurtulmak adına bayraklarının üzerine “Avrupa Birliği” yazan, sosyal gelişmeyi
ve toplumsal mücadeleyi aşamalar ve basamaklarla ifade eden dar ve kısır
politik tavrımızı hem-şimdi bir kenara koyabiliriz. İşte o zaman bizler için
hazırlanan gelecek yerine, bizim alternatif küreselleşme mücadelesi veren dünya
solu ile birlikte, kendimiz için bir gelecek kurmamızın mümkün olduğunu
görürüz. Bu, statükoya ve Denktaş-Eroğlu iktidarına başkaldırı kadar, dünyanın
yeni düzenine, sermayenin küreselleşmesine, çevrenin tahribine, savaşlara,
yoksulluğa, ırkçılığa ve barbarlığa karşı bayraklarımızın üzerine “Başka Bir
Dünya Mümkün, O Dünya Kapitalist Özel Mülkiyetin Olmadığı Bir Dünyadır” yazarak
ve bunun mücadelesi ile kazanılacak bir gelecektir.
Bugün yada yarın, seçimlerden önce veya sonra yüzlşeceğimiz gerçek dünya bu
olacaktır. Ve geleceğimizi tayin edecek olan gerçek ufuk; dayanışma, örgütlülük
ve direniş azmimiz kadar umutur.
[1] No Logo, Naomi Klein, Bilgi Yayınevi, 2000
[2] Kolombiya'da fabrikaları
bulunan Coca Cola tekeli çok sayıda insan hakkı ihlaliyle suçlanıyor. Coca Cola
paramiliter güçlere sendikacıları öldürtüyor. Kolombiya Yiyecek ve İçecek
İşçileri Sendikası (Sinantrainal)’in 8 üyesinin öldürülmesinden Coco Cola
sorumlu. Porto Alegre'de yapılan Dünya
2. Sosyal Forumu'nun (DSF) aldığı karar doğrultusunda "Coca Cola'yı boykot
kampanyası" bir yıl sürecek.
Kampanya, Kolombiya Yiyecek ve İçecek İşçileri Sendikası (Sinaltrainal) ile
dayanışma amacı taşıyor. Boykot yalnızca Coca Cola ürünlerini tüketmemekten
ibaret olmayacak, aynı zamanda politikalarına karşı mücadele biçiminde sürecek.
[3] Siparişin yoğun olduğu dönemlerde uyarıcı haplarla 48
saat uyumadan üretim yaptırıldığı, kadınların hamile kalma durumlarına önlem
alabilmek için 24-26 günlük sözleşmeler yapıldığı vb. Rapor edilmiştir. Bkz No
Logo, Naomi Klein
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder