1 Aralık 2006 Cuma

Küresel Direniş İçin Mücadele Stratejileri Ya Da Bütün Yumurtaları Bir Sepete Koymak Doğru Mudur?



Bu birleşim bayrağımız altında toplananların tamamını gösteriyor: Akıntı yönünde gitmeyi sevmeyen cesur insanlar var, bu onların karakteridir. Hiçbir zaman disipline edilememiş zeki insanlar vardır ve daima daha radikal ya da bağımsız bir eğilimi aramış; onlar bizim yolumuzu buldular.
Ama, her iki grup da işçi hareketinin genel akıntısı açısından “dış”unsurlardır. Bu kişilerin değerlerinin olumsuz bir noktası vardır. çünkü akıntıya karşı yüzmeyi ilke haline getirenler, kitlelerle bağ kuramaz!
Örgütümüzün toplumsal bileşimini eleştirmeli ve dönüştürmeliyiz, ama aynı zamanda bunun gökten zembille inmediğini, tersine nesnel durum kadar bu dönemdeki tarihsel misyonumuzun karakteriyle de belirlendiğini anlamalıyız...
Leon Troçki, 1939


KRİZ VAR KRİZ VAR
1980’li yıllardan itibaren küresel kapitalizmin (emperyalizm diye de okunabilir) gerek tek tek ülkelerde, gerekse de dünya ölçeğinde bir krize girdiği hepimizin malumu... Esas olarak kar oranlarında bir duraklama (düşüş)dan kaynaklanan bu krizden çıkış için; küresel sermaye kendisine yeni kar alanları aramak zorunda kalmıştır.
Bu süreçte sermaye stratejistleri tarafından belirlenen yeni kar alanları kabaca şu şekilde oluşmuştur:
1) Bürokratik revizyonizmden (reel sosyalizm) yeni çıkmış Doğu Bloku ülkeleri
2) Batı (kuzey) ülkelerinde 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşmuş refah devleti uygulamalarının eritilmesi
3) Henüz piyasaya açılmamış alanların piyasalaştırılması (su, doğalgaz, eğitim, sağlık vb temel hizmetler)
4) 3. Dünya ülkelerinde özelleştirmeler
Tüm bu alanlarda yürütülen sermaye saldırısının esas yürütücüsü Çok Uluslu Şirketler (küresel markalar) olmuştur. Gerek eski “sosyalist” ülkelerin küresel kapitalizme entegrasyonunda, gerek kuzey ülkelerinde emeğin kazanılmış haklarına karşı yürütülen saldırıda, gerek eğitimin-sağlığın-suyun vb. alınır satılır bir meta haline dönüştürülmesinde, gerekse de 3. dünya ülkelerinde sanayi ve diğer itahl ikame sistemine dayalı yatırımların özelleştirilmesinde küresel markalar başrolu oynamışlardır.
Klasik emperyalizmin ulus devletler üzerinden yürüttüğü saldırıdan farklı olarak, yeni dönemde küresel şirketler dünya politikasına daha aktif olarak katılmakta, ekonominin seyrinde etkili olmaya başlamaktadırlar.
Bu sürecin emek cephesindeki sonuçları deregülasyon, piyasalaştırma, işsizlik, sendikasızlaşma, esnek çalışma ve özelleştirmedir.
Yukarda özetlenen tüm bu olguların toplamı neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılır. Ve neo-liberalizm, sermayenin küresel krizine karşı yürütülen küresel saldırı harekatının genel adıdır.

MARKALAR YÜKSELİYOR
Küresel Şirketler son yirmi yılda hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başladılar. Sadece giydiğimiz (kıyafet, ayakkabı), yediğimiz (kahve, kola, fast food), izlediğimiz (televizyon), konuştuğumuz (telefon), okuduğumuz (internet, kitap), ulaştığımız (araba) ve günlük ihtiyacımız için tükettiğimiz metaların üzerindeki logolarıyla değil...
Küresel Markalar sponsor oldukları ve hatta giderek sahibi oldukları televizyon programları, rock konserleri, okullar ve hatta şehirlerle birlikte toplumsal yaşamımızın temel belirleyeni olmak yolunda hızla ilerliyorlar. Kamusal fonların ve gönüllü çalışmanın yerini alan sponsorluk anlaşmaları, şirketlerin eğitim, kültür ve sanatın kontrolünü ellerine almasına hizmet ediyor.
Bunun da ötesinde markalar, gelecek endişesi taşıyan yeni kuşaklara, yeni kimlikler inşa ediyorlar. Nike ayakkabısıyla kendini sınıf atlamış hisseden Harlemli zenci genç ile, Girne Limanında yeni Levi’s pantolonunu gururla sergileyen Kıbrıslı gencin ortak noktası, her ikisinin de “markalanmış” olmalarıdır.
Doğu Bloku ülkelerinde sözde sosyalizmin sona erişini McDonald’s önünde oluşan uzun kuyruklar ilan etmişti. Şimdi hava alanlarından, telefon şirketlerine, yiyecekten, elektriğe kadar tüm alt yapı küresel şirketler tarafından ele geçirilerek yeniden oluşturuluyor. Almanya, ABD ve İngiltere gibi emekçi hareketinin çok ciddi kazanımlarının olduğu ülkelerde sigorta, emeklilik gibi sosyal kazanımlar özel şirketler tarafından üstlenilirken, iş bulma, ev vb. vatandaşlık hakları şirketler tarafından para karşılığı sağlanan bir hizmete dönüşüyor. Dünyanın genelinde eğitim, sağlık vb. temel hizmetler şirketlerin yatırım alanlarına dönüşürken, ulus devletlerin bu alanlarda yapmış oldukları yatırımlar yok parasına özel şirketlere devrediliyor.
Tabii bu yeni kar alanlarının 1980’lerden beri devam eden kar oranlarındaki düşüşü yavaşlattığını söylememize gerek bile yok. Ancak bu süreçte asıl çarpıcı olgu, toplumsal yaşamın neredeyse her alanında belirleyici hale gelen markaların toplumlar nezdinde ciddi beklentiler yaratmaya başlamasıdır.
Eğitim, sağlık, müzik, spor, sigorta, emeklilik, yemek, giyim vb. tüm alanlarda tek söz sahibi hale gelen küresel markalar, yeni nesil tarafından öncelikle bir havalılık nesnesi olarak algılandılar. Nike ilk başlarda, giyildiği zaman çevrede hava atmaya yarayan bir nesneydi. Ancak daha sonra; güvenli bir gelecek, iş, kariyer vb. ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunu üstlenmesi beklenen bir toplumsal aktöre dönüştü.
Küresel şirketler o kadar büyümüş, devletlerin geleneksel alanlarına o kadar müdahale etmişler, sponsorluk anlaşmalarında ve reklamlarda sosyal sorumluluktan o kadar çok söz etmişlerdi ki; toplumlarda doğal olarak kamusal beklentiler oluşturmaya başladılar.
Ancak  bu beklentilerin karşılanması imkansızdır.

ÖFKE!
Toplumlar reklamlarda gördükleri gibi bir hayatı, reklam sahiplerinin kendilerine sunmasını bekler duruma gelmektedirler. Oysa Küresel Şirketler, üretim alanından çekilerek reklam, sponsorluk ve imaj üretimine, kısaca marka yönetimine odaklanmaktadır. Bu da pazarda (borsada!) yaşama şansı bulmak isteyen şirketlerin; bir isim, logo ve bunları yönetecek beyin takımı dışında hiçbir alana para yatırmaması ve istihdamdan kaçışı ile sonuçlanmaktadır. Küresel piyasanın bu tartışılmaz kanununa uymayan markaların yaşama şansı yoktur.
Üretim denilen “pis iş” tedarikçiler vasıtası ile Güney ülkelerinin ucuz işgücüne havale edilirken, Nike, Coca-Cola, Nokia vb. küresel şirketler üretimlerinin sorumluluğunu hiçbir şekilde üstlenmemektedirler. Örneğin Swatch’a sorarsanız, o bir saat üreticisi değildir, “zaman felsefesi ile” ilgilenmektedir. Bu, üretilen nesne, üretim koşuları, istihdam edilen iş gücünün çalışma koşulları, üretim dolayısıyla oluşan çevre maliyeti vb. hiçbir alanda sorumluluk kabul etmeyen bir şirketler dünyası ile yüzyüze kalmamıza neden olmuştur. Coca-cola’nın Kolombiya’da bulunan tedarikçilerinin paramiliter güçlerle işbirliği halinde sendikacı avları Logo ile meta’nın ayrışmasına verilebilecek en güzel örnektir. Coca Cola sendikacı avlarının kendi logosu ile bir ilgisi olmadığını, tedarikçilerin üretim süreci sırasındaki uygulamalarının kendilerini ilgilendirmediğini söylemektedir.
Küresel şirketler, tedarikçileri ile kurdukları ilişkiyi ofislerine aldıkları fax mürekkebi ile aynı tanımlamaktadırlar. İhtiyaçları oldukça sipariş vermektedirler ve ellerine gelen ürün dışında hiçbir süreçle ilgilenmemektedirler. En ufak bir aksaklık durumunda, başka bir tedarikçiye sipariş vererek işlerine devam etmektedirler. Tedarikçi firmlar ve şirketler arasında hiçbir bağlayıcı sözleşme yoktur. Siparişin miktarı, teslim tarihi ve yoğunluğu, piyasanın durumuna göre değişebilmektedir. Bu koşullar altında kendilerini güvence altına almaya çalışan tedarikçiler ucuz iş gücünün olduğu; iş güvencesi, sosyal güvenlik ve sendikal hakların bulunmadığı üretim ortamlarına kaymakta ve küresel kapitalizmin çeşitli anlaşmalar, sözleşmelerle kendilerine hazırladığı Serbest Ticaret Bölgeleri’nde üretim yapmaktadırlar.
Bugün dünyada yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde istihdam edilmiştir. Ve bu bölgeler içinde kurulu oldukları ülkenin işçi çalıştırma ile ilgili bütün düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret yoktur, sendikalar yasaktır, emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence yoktur ve sözleşmeler duruma göre mevsimlik, aylık bazen haftalıktır. Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleri’nde bulunan fabrikalar, en ufak bir örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla hareket etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün içinde üretimini Taiwan’a taşıyabilmektedir. Bu uygulama küresel pazarda kendine yer açmak isteyen ülkelerde, aşağıya doğru bir yarışa neden olmakta çalışma koşullarını kötüleştirip yabancı sermayeye çekici kılmak için müthiş bir küresel yarış devam etmektedir.
Almanya, Fransa, Amerika vb. Kuzey ülkelerinde her yıl yüzlerce fabrika kapanmakta ve AB, DTÖ, NAFTA anlaşmaları çerçevesinde kurulmakta olan Serbest Ticaret Bölgeleri’ne kaymaktadırlar. Kuzey ülkelerinde işsizlik ve geçici işçilik sorunları her geçen gün artmaktadır. Tam zamanlı, iş garantili istihdam; yerini saatlik, günlük geçici işçiliğe ve sendikasız, esnek iş saatleri ile gizlenen görünmez işsizliğe bırakmaktadır. Bu koşullar altında küresel şirketler, dünyanın çehresini yeniden ve ödenmemiş emeğin teri ile, kanı ile şekillendirmektedir.
Özelleştirmeler sonucu oluşan işsizlik hiçbir yeni iş olanağı ile telafi edilmemektedir. Sendikaların ortadan kaldırılması, zayıflatılması alım gücünü daha da düşürmektedir. Yoğun işsizlik uygulamalarının ortasında esnek çalışma, iş garantisiz istihdam ve part-time çalışma yaygın hale gelmektedir. McDonald’s ın gururla açıkladığı son buluşu; “tek bir iş için tüm bir aileyi istihdam etme” uygulaması gibi uygulamalarla işsiz yığınlar daha yoğun bir sömürüye maruz bırakılmaktadırlar.
Küresel şirketlerin toplumsal hayatta kapladıkları yer, reklamlar ve oluşturdukları sosyal beklentiler ile bu beklentileri karşılamaktan kaçmaları arasında ki önlenemez gerilim, kitlelerde derin bir hayal kırıklığına neden oluyor. Her gün binlerce genç insan, parlak ve cilalı markaların yalanları ile yüzleşmekte, hayranlık öfkeye dönüşmektedir.
Duygular tehlikelidir! Çünkü duygular bilim ve akıl gibi adım adım ilerlemezler. Bir uçtan bir uca hızla hareket edebilme özelliği ile duygular, kontrolü en güç, bu yüzden de en tehlikeli insani özelliğini içlerinde barındırırlar. İşte bu yüzden hayranlıkları öfkeye dönüşen onbinlerce genç insan, dünyanın her yerinde bir zamanlar hayran oldukaları markaların yalanlarını daha derin araştırma ihtiyacı duymaktadırlar.
Her biri kendi gibi düşünen onlarcası ile araştırma grupları oluşturmakta ve ilgi alanları doğrultusunda küresel şirketlerin icraatlarını mercek altına almaktadırlar. İnternet ve iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklar sayesinde küresel ölçekte birbirinden haberdar olan bu yeni aktivistler kuşağı, çalışma koşullarından doğa kirliliğine, çocuk emeği sömürüsünden hayvan hakları ihlallerine kadar tüm kirli çamaşırları araştırmaktadırlar. Küresel şirketlerin sendikacı avları, 5 yaşında çocukaları futbol topu yapımında kullanmaları, nehirleri ve gölleri kirletmeleri, Amazon ormanlarını kesmeleri, hayvanları canlı canlı sosis haline getirmeleri, kadın emeğini yoğun taciz altında kullanmaları ve daha yüzlerce kabahati belgeleri ile tanıkları ile bilgimize sunulmaktadır.
Bu yeni kuşak aktivistler, her biri kendi alanında uzmanlaşmış araştırmacılar gibi çalışmaktadırlar. Kimisi Coca Cola şirketinin, kimisi McDonald’sın kimisi Shell’in kirli çamaşırlarını belgeleyerek vicdanlarımıza seslenmekte ve bu markaları kullanmamamız için bizi ikna etmeye çağırmaktadırlar. Son yılların aktivistler kuşağı bizi küresel kapitalizmi boykot etmeye çağırmaktadır ve ellerinde bir dolu ikna edici gerekçe vardır.

BOYKOT’A KARŞI DEVRİM!
Özellikle 1990’lı yılların sonundan itibaren şekillenmeye başlayan boykotçu aktivizm, karşısında ilk olarak klasik sol bakış açısını buldu. Bu görüşten insanlar, boykotçu aktivistler gibi duyguları ile değil daha çok akıl ve mantıkları ile kapitalizmin karşısına dikilmiş ve teker teker şirketlerle değil genel olarak özel mülkiyet ile hesaplaşmak gerektiğini düşünen bir akımın temsilcileridirler.
Varlıkları kapitalizmin son krizinden ve bu krizin yanıtı olarak ortaya çıkmış neo-liberal politikalardan çok öncelere gider. Doğru ve bilimsel bir çözümleme ile markaların, şirketlerin, küreselleşmenin ana kaynağının kapitalizm olduğunu ve kapitalizm ortadan kalkmadıkça da olumsuz sonuçlarından kurtulmanın mümkün olamayacağını vurgularlar.
Örneğin Coca Cola’nın Kolombiya’da sendikacıları öldürmek için para harcaması karşısında, Coca Cola boykotu örgütleyen yeni kuşak bir aktivistle karşılaştıklarında; Coca Cola ile Pepsi veya başka bir küresel cola tekeli arasında özünde bir fark olmadığını anlatırlar. Coca Cola Kolombiya’da sendikacı öldürmektedir, Pepsi ise başka bir ülkede çocuk işçi çalıştırmaktadır. Belki Nike Pakistan’da 5 yaşındaki çocukaları yok parasına çalıştırmaktadır ancak Adidas da aynısını başka bir ülkede yapmaktadır. Karını arttırmak için doğayı, hayvanları, çocukları, işçileri, kadınları sömürmek kapitalizmin yapısında olan birşeydir. Bugün bir şirket bunu yaparken yarın başka bir şirket yapabilir. Sorunu kökünden çözmediğimiz sürece de, nedenlerle değil sonuçlarla boğuşuruz. Bu yüzden tek tek şirketlerle uğraşmak yerine, sistemin kendisi ile uğraşmak, özel mülkiyetin kaldırılacağı toplumsal bir devrim için çalışmak gerekmektedir. Boykot yapmak saçmadır çünkü bir şirketin karını azaltırken diğer bir şirketin karını arttırırız oysa yapılması gereken şey sorunu kökünden çözmek yani devrimdir!
Ancak akıl ve duygu arasındaki bu diyalog ne yazık ki ortak dili yakalayamadığından ortak bir sonuca varamamaktadır.

DEVRİM’E KARŞI BOYKOT!
Boykotçu aktivistler, çeşitli nedenlerle devrim için çalışmayı anlamsız bulmaktadırlar.
Öncelikle önlerinde bulunan ve onlar için acil bir önem arzeden sorunların çözümünü belirsiz bir devrime ertelemeyi istememektedirler. Sendikacıların öldürülmesi, çocukların sömürülmesi, hayvanların işkence görmesi, ağaçların kesilmesi ve nehirlerin kirlenmesi devrimi bekleyemeyecek kadar acil bir sorundur.
Ayrıca devrim hedefi ile tarihte girişilmiş çeşitli girişimlerin, özellikle de SSCB’nin yıkılması ile sonuçlanmış “reel sosyalizm” girişiminin, baskıcı bir bürokratik diktatörlükle sonuçlanması, toptan bir devrim için çalışmayı tehlikeli bulmalarına yol açmaktadır. Tek bir devrim yerine, onlarca alanda yaratılacak küçük devrimler daha somut, kazanılabilir ve tehlikesiz gelmektedir onlara.
Boykotçular kuşağının binbir rengi içinde, politik değil ama vicdani nedenlerle küresel şirketlerin karşısına dikilenler çoğunlukta olduğundan, ellerindeki somut işten (boykottan) vazgeçip politik iktidar mücadelesine dahil olmak samimiyetsiz bir duruş olarak algılanmaktadır.
Ayrıca bazı aktivistler, yürüttükleri kampanyalarla küresel şirketleri olumsuz uygulamalardan vazgeçirebileceklerine gerçekten inanmaktadırlar. Süreç içinde bunun mümkün olmadığını yaşayarak öğrenmektedirler ancak birçoğu herhangi bir toplumsal kazanıma olan inancını da yitirmektedir.
Gene de dünyanın heryanında birbirinden haberli/habersiz yüzbinlerce aktivist binlerce şirketin, onbinlerce suçunu ilan etmekte ve bu şirketleri boykot etmesi için küresel kamuoyuna çağrıda bulunmaktadır. Kola, kahve, fast food, ayakkabı, giyim, ulaşım, bilgisayar vb. binlerce şirket için hali hazırda yürütülen binlerce boykot, tutarlı bir boykotçunun uygulamasını imkansız kılacak derecede geniş bir alana yayılmıştır. Öyle ki boykot çağrısı yapılmış her ürünü boykot etmeye karar veren vicdanlı bir kişi, insani ihtiyaçlarını karşılayamayacak denli zor durumda kalma tehlikesi ile yüz yüzedir.
Bu yüzden boykot edilecek nesnelerin, şirketlerin bir hiyerarşisi oluşmaya başlamakta, boykotçular hangi şirketin daha eli kanlı, hangi şirketin daha kirli olduğu konusunda kendi aralarında tartışmaktadırlar. Her grup kendi boykotunun haklılığını yeni kanıtlarla ispatlamaktadır.

NE YAPMALI?
Neo-liberal uygulamalar karşısında kitlelerde, özellikle de genç kuşaklarda oluşmuş olan haklı öfkeyi gözardı etmek mümkün değildir. Bu öfke, sosyalist harekete yıllardan beridir eksik kalan duygusal damarı katma potansiyeli yanında, on yıllardır akademik bir literatür tartışmasına dönen devrimcilik tartışmalarını somut bir temel üzerinden yeniden tanımlama imkanı sunmaktadır.
Küresel şirketlerin somut uygulamalarının somut sonuçları, boykotçu aktivistler tarafından göz önüne serilmekte, kitleler bu mesajları tam da gerekli olduğu şekilde alarak kapitalizmin olumsuz sonuçları ile vicdanen yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar. Sonuçları gördüğünüz zaman, nedenleri sorgulamaya daha açık olursunuz. Bu da, bu sonuçları yaratan küresel şirketlerin ve onları yaratan neo-liberalizmin sorgulanmasına, kapitalizmin reddedilmesine dek varabilecek bir potansiyel yaratmaktadır.
Duygudan hareket eden boykot ile akıldan hareket eden anti-kapitalizm birbirinin zıddı değildir. Aksine, aynı olgunun farklı yüzleri, aynı mücadelenin farklı görünümleridir. Akıl ve duygunun birlikteliği üzerinden yürütülecek bir strateji, küresel kapitalizmin canalıcı düşmanı haline getirilebilir.
Özel mülkiyete dayalı kapitalizmin, küresel anlamda yarattığı yıkımın kesin ve kökten çözümünün, üretim araçlarının özel mülkiyetine son veren bir toplumsal devrim olacağı bilimsel bir gerçektir. Ancak devrim mücadelesi sürerken, kapitalizmin olmusuz sonuçlarına ilişikin yürütülecek kitlesel boykotların moral ve somut etkisi de yadsınamaz.
Boykotu reddetmek de devrimi reddetmek de yanlıştır. Salt boykot ve boykotculuk üzerinden hareket etmek de salt devrim üzerinden hareket etmek de sonuç alıcı değildir. Daha doğrusu her ikisinin de kendine göre sonuçları vardır mutlaka, ancak bütünsel bir sonuca varmak ikisinin tutarlı bir sentezi ile mümkündür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder