Bu birleşim bayrağımız altında
toplananların tamamını gösteriyor: Akıntı yönünde gitmeyi sevmeyen cesur
insanlar var, bu onların karakteridir. Hiçbir zaman disipline edilememiş zeki
insanlar vardır ve daima daha radikal ya da bağımsız bir eğilimi aramış; onlar
bizim yolumuzu buldular.
Ama, her iki grup da işçi hareketinin
genel akıntısı açısından “dış”unsurlardır. Bu kişilerin değerlerinin olumsuz
bir noktası vardır. çünkü akıntıya karşı yüzmeyi ilke haline getirenler,
kitlelerle bağ kuramaz!
Örgütümüzün toplumsal bileşimini
eleştirmeli ve dönüştürmeliyiz, ama aynı zamanda bunun gökten zembille
inmediğini, tersine nesnel durum kadar bu dönemdeki tarihsel misyonumuzun
karakteriyle de belirlendiğini anlamalıyız...
Leon Troçki, 1939
KRİZ VAR KRİZ VAR
1980’li yıllardan
itibaren küresel kapitalizmin (emperyalizm diye de okunabilir) gerek tek tek
ülkelerde, gerekse de dünya ölçeğinde bir krize girdiği hepimizin malumu... Esas
olarak kar oranlarında bir duraklama (düşüş)dan kaynaklanan bu krizden çıkış
için; küresel sermaye kendisine yeni kar alanları aramak zorunda kalmıştır.
Bu süreçte sermaye
stratejistleri tarafından belirlenen yeni kar alanları kabaca şu şekilde oluşmuştur:
1) Bürokratik
revizyonizmden (reel sosyalizm) yeni çıkmış Doğu Bloku ülkeleri
2) Batı (kuzey)
ülkelerinde 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşmuş refah devleti uygulamalarının
eritilmesi
3) Henüz piyasaya
açılmamış alanların piyasalaştırılması (su, doğalgaz, eğitim, sağlık vb temel
hizmetler)
4) 3. Dünya
ülkelerinde özelleştirmeler
Tüm bu alanlarda
yürütülen sermaye saldırısının esas yürütücüsü Çok Uluslu Şirketler (küresel
markalar) olmuştur. Gerek eski “sosyalist” ülkelerin küresel kapitalizme entegrasyonunda,
gerek kuzey ülkelerinde emeğin kazanılmış haklarına karşı yürütülen saldırıda,
gerek eğitimin-sağlığın-suyun vb. alınır satılır bir meta haline
dönüştürülmesinde, gerekse de 3. dünya ülkelerinde sanayi ve diğer itahl ikame
sistemine dayalı yatırımların özelleştirilmesinde küresel markalar başrolu
oynamışlardır.
Klasik emperyalizmin
ulus devletler üzerinden yürüttüğü saldırıdan farklı olarak, yeni dönemde
küresel şirketler dünya politikasına daha aktif olarak katılmakta, ekonominin
seyrinde etkili olmaya başlamaktadırlar.
Bu sürecin emek
cephesindeki sonuçları deregülasyon, piyasalaştırma, işsizlik, sendikasızlaşma,
esnek çalışma ve özelleştirmedir.
Yukarda özetlenen tüm
bu olguların toplamı neo-liberal küreselleşme olarak adlandırılır. Ve neo-liberalizm,
sermayenin küresel krizine karşı yürütülen küresel saldırı harekatının genel
adıdır.
MARKALAR YÜKSELİYOR
Küresel Şirketler son
yirmi yılda hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başladılar. Sadece giydiğimiz
(kıyafet, ayakkabı), yediğimiz (kahve, kola, fast food), izlediğimiz
(televizyon), konuştuğumuz (telefon), okuduğumuz (internet, kitap), ulaştığımız
(araba) ve günlük ihtiyacımız için tükettiğimiz metaların üzerindeki
logolarıyla değil...
Küresel Markalar
sponsor oldukları ve hatta giderek sahibi oldukları televizyon programları,
rock konserleri, okullar ve hatta şehirlerle birlikte toplumsal yaşamımızın
temel belirleyeni olmak yolunda hızla ilerliyorlar. Kamusal fonların ve gönüllü
çalışmanın yerini alan sponsorluk anlaşmaları, şirketlerin eğitim, kültür ve
sanatın kontrolünü ellerine almasına hizmet ediyor.
Bunun da ötesinde
markalar, gelecek endişesi taşıyan yeni kuşaklara, yeni kimlikler inşa
ediyorlar. Nike ayakkabısıyla kendini sınıf atlamış hisseden Harlemli zenci
genç ile, Girne Limanında yeni Levi’s pantolonunu gururla sergileyen Kıbrıslı
gencin ortak noktası, her ikisinin de “markalanmış” olmalarıdır.
Doğu Bloku
ülkelerinde sözde sosyalizmin sona erişini McDonald’s önünde oluşan uzun
kuyruklar ilan etmişti. Şimdi hava alanlarından, telefon şirketlerine,
yiyecekten, elektriğe kadar tüm alt yapı küresel şirketler tarafından ele
geçirilerek yeniden oluşturuluyor. Almanya, ABD ve İngiltere gibi emekçi
hareketinin çok ciddi kazanımlarının olduğu ülkelerde sigorta, emeklilik gibi
sosyal kazanımlar özel şirketler tarafından üstlenilirken, iş bulma, ev vb.
vatandaşlık hakları şirketler tarafından para karşılığı sağlanan bir hizmete
dönüşüyor. Dünyanın genelinde eğitim, sağlık vb. temel hizmetler şirketlerin
yatırım alanlarına dönüşürken, ulus devletlerin bu alanlarda yapmış oldukları
yatırımlar yok parasına özel şirketlere devrediliyor.
Tabii bu yeni kar
alanlarının 1980’lerden beri devam eden kar oranlarındaki düşüşü yavaşlattığını
söylememize gerek bile yok. Ancak bu süreçte asıl çarpıcı olgu, toplumsal
yaşamın neredeyse her alanında belirleyici hale gelen markaların toplumlar
nezdinde ciddi beklentiler yaratmaya başlamasıdır.
Eğitim, sağlık,
müzik, spor, sigorta, emeklilik, yemek, giyim vb. tüm alanlarda tek söz sahibi
hale gelen küresel markalar, yeni nesil tarafından öncelikle bir havalılık
nesnesi olarak algılandılar. Nike ilk başlarda, giyildiği zaman çevrede hava
atmaya yarayan bir nesneydi. Ancak daha sonra; güvenli bir gelecek, iş, kariyer
vb. ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunu üstlenmesi beklenen bir toplumsal
aktöre dönüştü.
Küresel şirketler o
kadar büyümüş, devletlerin geleneksel alanlarına o kadar müdahale etmişler,
sponsorluk anlaşmalarında ve reklamlarda sosyal sorumluluktan o kadar çok söz
etmişlerdi ki; toplumlarda doğal olarak kamusal beklentiler oluşturmaya
başladılar.
Ancak bu beklentilerin karşılanması imkansızdır.
ÖFKE!
Toplumlar reklamlarda
gördükleri gibi bir hayatı, reklam sahiplerinin kendilerine sunmasını bekler
duruma gelmektedirler. Oysa Küresel Şirketler, üretim alanından çekilerek
reklam, sponsorluk ve imaj üretimine, kısaca marka yönetimine odaklanmaktadır.
Bu da pazarda (borsada!) yaşama şansı bulmak isteyen şirketlerin; bir isim,
logo ve bunları yönetecek beyin takımı dışında hiçbir alana para yatırmaması ve
istihdamdan kaçışı ile sonuçlanmaktadır. Küresel piyasanın bu tartışılmaz
kanununa uymayan markaların yaşama şansı yoktur.
Üretim denilen “pis
iş” tedarikçiler vasıtası ile Güney ülkelerinin ucuz işgücüne havale edilirken,
Nike, Coca-Cola, Nokia vb. küresel şirketler üretimlerinin sorumluluğunu hiçbir
şekilde üstlenmemektedirler. Örneğin Swatch’a sorarsanız, o bir saat üreticisi
değildir, “zaman felsefesi ile” ilgilenmektedir. Bu, üretilen nesne, üretim
koşuları, istihdam edilen iş gücünün çalışma koşulları, üretim dolayısıyla
oluşan çevre maliyeti vb. hiçbir alanda sorumluluk kabul etmeyen bir şirketler
dünyası ile yüzyüze kalmamıza neden olmuştur. Coca-cola’nın Kolombiya’da
bulunan tedarikçilerinin paramiliter güçlerle işbirliği halinde sendikacı
avları Logo ile meta’nın ayrışmasına verilebilecek en güzel örnektir. Coca Cola
sendikacı avlarının kendi logosu ile bir ilgisi olmadığını, tedarikçilerin
üretim süreci sırasındaki uygulamalarının kendilerini ilgilendirmediğini
söylemektedir.
Küresel şirketler, tedarikçileri
ile kurdukları ilişkiyi ofislerine aldıkları fax mürekkebi ile aynı
tanımlamaktadırlar. İhtiyaçları oldukça sipariş vermektedirler ve ellerine
gelen ürün dışında hiçbir süreçle ilgilenmemektedirler. En ufak bir aksaklık
durumunda, başka bir tedarikçiye sipariş vererek işlerine devam etmektedirler.
Tedarikçi firmlar ve şirketler arasında hiçbir bağlayıcı sözleşme yoktur.
Siparişin miktarı, teslim tarihi ve yoğunluğu, piyasanın durumuna göre
değişebilmektedir. Bu koşullar altında kendilerini güvence altına almaya
çalışan tedarikçiler ucuz iş gücünün olduğu; iş güvencesi, sosyal güvenlik ve
sendikal hakların bulunmadığı üretim ortamlarına kaymakta ve küresel
kapitalizmin çeşitli anlaşmalar, sözleşmelerle kendilerine hazırladığı Serbest
Ticaret Bölgeleri’nde üretim yapmaktadırlar.
Bugün dünyada
yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde istihdam edilmiştir. Ve
bu bölgeler içinde kurulu oldukları ülkenin işçi çalıştırma ile ilgili bütün
düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret yoktur, sendikalar yasaktır,
emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence yoktur ve sözleşmeler duruma göre
mevsimlik, aylık bazen haftalıktır. Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleri’nde
bulunan fabrikalar, en ufak bir örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine
kolaylıkla hareket etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün
içinde üretimini Taiwan’a taşıyabilmektedir. Bu uygulama küresel pazarda
kendine yer açmak isteyen ülkelerde, aşağıya doğru bir yarışa neden olmakta
çalışma koşullarını kötüleştirip yabancı sermayeye çekici kılmak için müthiş
bir küresel yarış devam etmektedir.
Almanya, Fransa, Amerika vb. Kuzey ülkelerinde her yıl yüzlerce fabrika
kapanmakta ve AB, DTÖ, NAFTA anlaşmaları çerçevesinde kurulmakta olan Serbest
Ticaret Bölgeleri’ne kaymaktadırlar. Kuzey ülkelerinde işsizlik ve geçici
işçilik sorunları her geçen gün artmaktadır. Tam zamanlı, iş garantili
istihdam; yerini saatlik, günlük geçici işçiliğe ve sendikasız, esnek iş
saatleri ile gizlenen görünmez işsizliğe bırakmaktadır. Bu koşullar altında küresel
şirketler, dünyanın çehresini yeniden ve ödenmemiş emeğin teri ile, kanı ile
şekillendirmektedir.
Özelleştirmeler sonucu oluşan işsizlik hiçbir yeni iş olanağı ile
telafi edilmemektedir. Sendikaların ortadan kaldırılması, zayıflatılması alım
gücünü daha da düşürmektedir. Yoğun işsizlik uygulamalarının ortasında esnek
çalışma, iş garantisiz istihdam ve part-time çalışma yaygın hale gelmektedir.
McDonald’s ın gururla açıkladığı son buluşu; “tek bir iş için tüm bir aileyi
istihdam etme” uygulaması gibi uygulamalarla işsiz yığınlar daha yoğun bir
sömürüye maruz bırakılmaktadırlar.
Küresel şirketlerin
toplumsal hayatta kapladıkları yer, reklamlar ve oluşturdukları sosyal
beklentiler ile bu beklentileri karşılamaktan kaçmaları arasında ki önlenemez
gerilim, kitlelerde derin bir hayal kırıklığına neden oluyor. Her gün binlerce
genç insan, parlak ve cilalı markaların yalanları ile yüzleşmekte, hayranlık
öfkeye dönüşmektedir.
Duygular
tehlikelidir! Çünkü duygular bilim ve akıl gibi adım adım ilerlemezler. Bir
uçtan bir uca hızla hareket edebilme özelliği ile duygular, kontrolü en güç, bu
yüzden de en tehlikeli insani özelliğini içlerinde barındırırlar. İşte bu
yüzden hayranlıkları öfkeye dönüşen onbinlerce genç insan, dünyanın her yerinde
bir zamanlar hayran oldukaları markaların yalanlarını daha derin araştırma
ihtiyacı duymaktadırlar.
Her biri kendi gibi
düşünen onlarcası ile araştırma grupları oluşturmakta ve ilgi alanları
doğrultusunda küresel şirketlerin icraatlarını mercek altına almaktadırlar.
İnternet ve iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklar sayesinde küresel ölçekte
birbirinden haberdar olan bu yeni aktivistler kuşağı, çalışma koşullarından
doğa kirliliğine, çocuk emeği sömürüsünden hayvan hakları ihlallerine kadar tüm
kirli çamaşırları araştırmaktadırlar. Küresel şirketlerin sendikacı avları, 5
yaşında çocukaları futbol topu yapımında kullanmaları, nehirleri ve gölleri
kirletmeleri, Amazon ormanlarını kesmeleri, hayvanları canlı canlı sosis haline
getirmeleri, kadın emeğini yoğun taciz altında kullanmaları ve daha yüzlerce
kabahati belgeleri ile tanıkları ile bilgimize sunulmaktadır.
Bu yeni kuşak
aktivistler, her biri kendi alanında uzmanlaşmış araştırmacılar gibi
çalışmaktadırlar. Kimisi Coca Cola şirketinin, kimisi McDonald’sın kimisi
Shell’in kirli çamaşırlarını belgeleyerek vicdanlarımıza seslenmekte ve bu
markaları kullanmamamız için bizi ikna etmeye çağırmaktadırlar. Son yılların
aktivistler kuşağı bizi küresel kapitalizmi boykot etmeye çağırmaktadır ve
ellerinde bir dolu ikna edici gerekçe vardır.
BOYKOT’A KARŞI DEVRİM!
Özellikle 1990’lı
yılların sonundan itibaren şekillenmeye başlayan boykotçu aktivizm, karşısında
ilk olarak klasik sol bakış açısını buldu. Bu görüşten insanlar, boykotçu
aktivistler gibi duyguları ile değil daha çok akıl ve mantıkları ile
kapitalizmin karşısına dikilmiş ve teker teker şirketlerle değil genel olarak
özel mülkiyet ile hesaplaşmak gerektiğini düşünen bir akımın
temsilcileridirler.
Varlıkları
kapitalizmin son krizinden ve bu krizin yanıtı olarak ortaya çıkmış neo-liberal
politikalardan çok öncelere gider. Doğru ve bilimsel bir çözümleme ile
markaların, şirketlerin, küreselleşmenin ana kaynağının kapitalizm olduğunu ve
kapitalizm ortadan kalkmadıkça da olumsuz sonuçlarından kurtulmanın mümkün
olamayacağını vurgularlar.
Örneğin Coca Cola’nın
Kolombiya’da sendikacıları öldürmek için para harcaması karşısında, Coca Cola
boykotu örgütleyen yeni kuşak bir aktivistle karşılaştıklarında; Coca Cola ile
Pepsi veya başka bir küresel cola tekeli arasında özünde bir fark olmadığını
anlatırlar. Coca Cola Kolombiya’da sendikacı öldürmektedir, Pepsi ise başka bir
ülkede çocuk işçi çalıştırmaktadır. Belki Nike Pakistan’da 5 yaşındaki
çocukaları yok parasına çalıştırmaktadır ancak Adidas da aynısını başka bir
ülkede yapmaktadır. Karını arttırmak için doğayı, hayvanları, çocukları,
işçileri, kadınları sömürmek kapitalizmin yapısında olan birşeydir. Bugün bir
şirket bunu yaparken yarın başka bir şirket yapabilir. Sorunu kökünden
çözmediğimiz sürece de, nedenlerle değil sonuçlarla boğuşuruz. Bu yüzden tek
tek şirketlerle uğraşmak yerine, sistemin kendisi ile uğraşmak, özel mülkiyetin
kaldırılacağı toplumsal bir devrim için çalışmak gerekmektedir. Boykot yapmak
saçmadır çünkü bir şirketin karını azaltırken diğer bir şirketin karını
arttırırız oysa yapılması gereken şey sorunu kökünden çözmek yani devrimdir!
Ancak akıl ve duygu
arasındaki bu diyalog ne yazık ki ortak dili yakalayamadığından ortak bir
sonuca varamamaktadır.
DEVRİM’E KARŞI
BOYKOT!
Boykotçu aktivistler,
çeşitli nedenlerle devrim için çalışmayı anlamsız bulmaktadırlar.
Öncelikle önlerinde
bulunan ve onlar için acil bir önem arzeden sorunların çözümünü belirsiz bir
devrime ertelemeyi istememektedirler. Sendikacıların öldürülmesi, çocukların
sömürülmesi, hayvanların işkence görmesi, ağaçların kesilmesi ve nehirlerin
kirlenmesi devrimi bekleyemeyecek kadar acil bir sorundur.
Ayrıca devrim hedefi
ile tarihte girişilmiş çeşitli girişimlerin, özellikle de SSCB’nin yıkılması ile
sonuçlanmış “reel sosyalizm” girişiminin, baskıcı bir bürokratik diktatörlükle
sonuçlanması, toptan bir devrim için çalışmayı tehlikeli bulmalarına yol
açmaktadır. Tek bir devrim yerine, onlarca alanda yaratılacak küçük devrimler
daha somut, kazanılabilir ve tehlikesiz gelmektedir onlara.
Boykotçular kuşağının
binbir rengi içinde, politik değil ama vicdani nedenlerle küresel şirketlerin
karşısına dikilenler çoğunlukta olduğundan, ellerindeki somut işten (boykottan)
vazgeçip politik iktidar mücadelesine dahil olmak samimiyetsiz bir duruş olarak
algılanmaktadır.
Ayrıca bazı
aktivistler, yürüttükleri kampanyalarla küresel şirketleri olumsuz
uygulamalardan vazgeçirebileceklerine gerçekten inanmaktadırlar. Süreç içinde
bunun mümkün olmadığını yaşayarak öğrenmektedirler ancak birçoğu herhangi bir
toplumsal kazanıma olan inancını da yitirmektedir.
Gene de dünyanın
heryanında birbirinden haberli/habersiz yüzbinlerce aktivist binlerce şirketin,
onbinlerce suçunu ilan etmekte ve bu şirketleri boykot etmesi için küresel
kamuoyuna çağrıda bulunmaktadır. Kola, kahve, fast food, ayakkabı, giyim, ulaşım,
bilgisayar vb. binlerce şirket için hali hazırda yürütülen binlerce boykot,
tutarlı bir boykotçunun uygulamasını imkansız kılacak derecede geniş bir alana
yayılmıştır. Öyle ki boykot çağrısı yapılmış her ürünü boykot etmeye karar
veren vicdanlı bir kişi, insani ihtiyaçlarını karşılayamayacak denli zor
durumda kalma tehlikesi ile yüz yüzedir.
Bu yüzden boykot
edilecek nesnelerin, şirketlerin bir hiyerarşisi oluşmaya başlamakta,
boykotçular hangi şirketin daha eli kanlı, hangi şirketin daha kirli olduğu
konusunda kendi aralarında tartışmaktadırlar. Her grup kendi boykotunun
haklılığını yeni kanıtlarla ispatlamaktadır.
NE YAPMALI?
Neo-liberal
uygulamalar karşısında kitlelerde, özellikle de genç kuşaklarda oluşmuş olan
haklı öfkeyi gözardı etmek mümkün değildir. Bu öfke, sosyalist harekete
yıllardan beridir eksik kalan duygusal damarı katma potansiyeli yanında, on
yıllardır akademik bir literatür tartışmasına dönen devrimcilik tartışmalarını
somut bir temel üzerinden yeniden tanımlama imkanı sunmaktadır.
Küresel şirketlerin
somut uygulamalarının somut sonuçları, boykotçu aktivistler tarafından göz
önüne serilmekte, kitleler bu mesajları tam da gerekli olduğu şekilde alarak
kapitalizmin olumsuz sonuçları ile vicdanen yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar.
Sonuçları gördüğünüz zaman, nedenleri sorgulamaya daha açık olursunuz. Bu da,
bu sonuçları yaratan küresel şirketlerin ve onları yaratan neo-liberalizmin
sorgulanmasına, kapitalizmin reddedilmesine dek varabilecek bir potansiyel
yaratmaktadır.
Duygudan hareket eden
boykot ile akıldan hareket eden anti-kapitalizm birbirinin zıddı değildir.
Aksine, aynı olgunun farklı yüzleri, aynı mücadelenin farklı görünümleridir.
Akıl ve duygunun birlikteliği üzerinden yürütülecek bir strateji, küresel
kapitalizmin canalıcı düşmanı haline getirilebilir.
Özel mülkiyete dayalı
kapitalizmin, küresel anlamda yarattığı yıkımın kesin ve kökten çözümünün,
üretim araçlarının özel mülkiyetine son veren bir toplumsal devrim olacağı
bilimsel bir gerçektir. Ancak devrim mücadelesi sürerken, kapitalizmin olmusuz
sonuçlarına ilişikin yürütülecek kitlesel boykotların moral ve somut etkisi de
yadsınamaz.
Boykotu reddetmek de
devrimi reddetmek de yanlıştır. Salt boykot ve boykotculuk üzerinden hareket
etmek de salt devrim üzerinden hareket etmek de sonuç alıcı değildir. Daha
doğrusu her ikisinin de kendine göre sonuçları vardır mutlaka, ancak bütünsel
bir sonuca varmak ikisinin tutarlı bir sentezi ile mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder