Geçtiğimiz
haftalarda Finlandiya, yazılı olmayan ancak iki tarafın da anlaşarak uygulayabileceğini
iddia ettiği önerileri ile Kıbrıs Sorunu’nda yeni bir öneriler dizisine imza
attı. Kıbrıs’ta süregelen çözümsüzlüğün çeşitli öneriler, planlar, fikirler ve
paketler yoluyla çözümlenme girişimleri yabancı olmadığımız bir durumdur.
Tarihsel
olarak Makarios ve Denktaş arasında imzalanan 1977 tarihli anlaşmadan
başlayarak, Annan Planı’na kadar onlarca döküman ve anlaşma belgesi Kıbrıs
Halkları’na umut diye ortaya çıkmış, belli bir süre tartışılmış ve sonunda
yerini hayal kırıklığı, umutsuzluk ve biraz daha yükselen bir şövenizme
bırakarak akademik literatürdeki yerini almıştır. Her defasında “taraflardan”
birinin reddettiği ve “kötü çocuk” olduğu bu oyunda; “aramızı bulmaya çalışan”
iyi niyetli batı ve onun görevlilerinin nezdinde, “hayır” diyen taraf
azarlanmış, ancak sonuçta verili statüko hiçbir değişikliğe uğramadan devam
etmiştir.
Süreç öyle
bir noktaya gelmiştir ki 32 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu plan ve
önerilerin çözüm üretmek için mi yoksa verili çözümsüzlüğü devam ettirmek için
mi ortaya sürüldüğü dahi net değildir. “Çözüm üretmek amacıyla” ortaya konan
önerilerin dönüp çözümsüzlüğü, halklar arası güvensizliği, statükoyu ve
şövenizmi yükselttiği her defasında bunun müsebbibi olarak “hayır” diyen
“taraf”ı suçladık. Tüm bu 32 yıl boyunca bize söylenen; çözüm öneren batının
barış istediği, ama her defasında ya Kıbrıslı Elenlerin ya da Kıbrıslı
Türklerin bu barışı istemediği idi. Yani bizim dışımızda (Kıbrıs Halkları
dışında) herkes barış istiyordu da birtek biz istemiyorduk. Verili statükodan
dolayı yurdu bölünen, emperyalist İngiltere’nin Ortadoğu’yu kontrol eden nükleer
silahlarından kanser oranı tavana vuran, doğduğu yeri turist gibi ziyaret eden,
sürekli bir faşizm ve savaş tehdidine maruz kalan, yani çözümsüzlükten asıl
zarar gören Kıbrıs Halkları (her defasında bir tanesi) barış istememektedir.
Ancak, bölünmüşlükten kaynaklı olarak Kuzeyin el değmemiş doğasını parsel
parsel hem de çok ucuza kapatan, topu ile tankı ile batmayan bu uçak gemisinden
tüm Ortadoğu’yu dinleyen, bombalayan, kontrol altında tutan, gerek Türkiye
gerekse de Yunanistanı elinde oyuncak gibi oynatan, son 30 yılın en sakin
yeni-sömürge ülkesine sahip olan devletler, yani çözümsüzlükten asıl faydayı
sağlayan emperyalist devletler barış istemektedir. Bize söylenen ve kabul
etmemiz istenen şey budur.
Finlandiya
tarafından yazılı hale getirilmeyeceği vurgulanarak yapılan öneriler de tıpkı
bundan öncekiler gibi barış isteyen batının yeni bir hamlesi olarak sunuluyor.
Papadopullos ve Talat ise “hayır” deme sırasının kimde olduğunu şaşırmış
oyuncular gibi, topu taca atıp oyalama taktikleri ile seyirciye farkettirmeden
repliklerini hatırlamaya çalışıyorlar. Acaba bu defa kim hayır diyecek?
Samimiyetle barış isteyen kesimlerse bundan önceki her öneride olduğu gibi
önerinin içeriğini ve uygulanabilir olup olmadığını tartışmaya çalışıyorlar. Bu
nafile çaba, Kıbrıs’ta sorunu yaratanların, sorundan çıkar sağlayanların, altın
yumurtlayan tavuğu kaybetmek istemeyecekleri ve onlardan gelecek her barış
girişiminin barışı daha da zor ulaşılır hale getireceği ampirik bilgisini
duymak dahi istemiyor. Oysa bu, diyalektik herhangi bir soyutlama yapmadan
sadece ampirik gözlem yolu ile bile edinilebilecek bir bilgidir. Gene de
sorunun özüne dair “sıkıcı” sözlerimizi söylemeden Finlandiya önerilerini
kısaca tartışmakta fayda vardır sanırım.
Finlandiya
tarafından dile getirilen öneriler öz olarak bir al-ver karakterine
dayanmaktadır. Türkiye’den istenen; Kıbrıs Cumuhuriyeti’ne limanlarını açması
ve Kapalı Maraş’ın BM kontrolünde asıl sahiplerinin kullanımına
devredilmesidir. Buna karşılık taahüd edilen ise izolasyonların (ambargoların)
kaldırılmasıdır. Kolayca görülebileceği gibi bu, Kıbrıs halklarının barıştan
anladığı şey ile ilgisi olmayan tam aksine devletler arası bazı prüzlerin
emperyalizm lehine düzeltilmesi girişiminden ibarettir. AB içi bazı
yasal-pratik sorunları çözecek olan limanların açılması ve Kıbrıs’ın en sermaye
yoğun bölgesi olan ve uluslararası turizm şirketlerinin kanayan yarasına merhem
olacak olan Maraş konusu gündeme getiriliyor. Öte yandan ambargoların
kaldırılması diyerek zaten olmayan ve Türk Dış Politikası aracılığı ile
yaratılmış bir “sorunu” çözme sözü veriliyor. Burada ufak bir parantez açalım
ve ekleyelim, Kıbrıs’ın Kuzeyine uygulanan ambargolar aslında KKTC Yönetici
Elitinin kendi kendine uyguladığı bir dizi ambargodan ibarettir. Kuzey
Kıbrıs’ta 1974’ten KKTC’nin de varlığını devam ettirdiği 1988‘e kadar ambargo
diye bir sorun olmamıştır. Yerli Yönetici Elit önce dünya ile her türlü
bağlantıda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin değil KKTC’nin resmi ambleminin kullanılması
şartını getirmiştir. Sonra da hiçbir uluslararası belgede tanınmayan bu amblem
kabul edilmeyince, ne ürettiğini satabilmiş ne de herhangi bir sosyal/sportif
faaliyete dahil olabilmiştir. Aslında gerçekte olan, Yönetici Elit içinde etkin
Ticaret Burjuvazisinin, Sanayi Burjuvazisine ambargo uygulamasıdır.
Kıbrıs
Sorunu diye bilinen sorun 1945’lerden sonra gündeme gelen yeni-sömürgecilik
politikalarının ABD ve İngiltere arasında yarattığı gerilime bulunan sürekli ve
geçici çözümler zinciridir. İngiltere 1950’lerin sonuna kadar ABD’nin yeni
sömürgecilik siyasetine direnerek, klasik bir sömürge olarak elde tuttuğu
Kıbrıs’tan vazgeçmek istememiştir. EOKA’nın CIA eliyle kurdurulması ve
İngilizlere sorun yaratmaya başlaması ile, İngiltere masaya Türk kartını sürmüş
ve binlerce Kıbrıslı Türk’ü geçici polis yazarak Kıbrıslı Elenlerin karşısına
dikmiştir. Halklar arasına derin ayrılık tohumları eken bu faaliyet
İngiletere’nin kısa vadeli sorunlarına derman olamasa da, günümüzde halen
emperyalizme karşı birleşemeyen iki halkı birbirinden uzaklaştırmanın ilk adımı
olmuştur. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı ABD’nin ve dolayısıyla yeni-sömürgeciliğin
zaferi olmuştur. Kıbrıs’ın sözde bağımsızlığını kazandığı bu tarihte klasik
sömürgecilik tasfiye olurken ekonomik anlamda bağımlılığı ve yerli işbirlikçi
bir oligarşiyi pekiştirmek üzere girişimler yoğunlaşmıştır. Bu tarihe kadar
Kıbrıs’ın sömürge olarak anlamı daha çok stratejiktir ve işbirlikçiliği ümit
edilen yeni burjuva kesim üretime dayalı politikalarla yeni yeni
serpilmektedir. Ancak işler beklendiği gibi gitmez ve Makarios (Kıbrıslı Elen Burjuvazisi)
Bağlantısızlarla gereğinden fazla içli dışlı olmaya başlar. 1974’e gelindiğinde
tezgahlanan CIA destekli EOKA darbesinin gerçek nedeni de burada aranmalıdır.
Çok daha uzun tahliller gerektiren bu olaydan sonra Kıbrıslı Elenler;
bölünmüşlük, Türkiye tehtidi gibi gerekçelerle emperyalizmin dümen suyunda
hakimiyet altına alınır. Bu tarihlerde Kıbrıslı Türkler arasında zaten
anti-emperyalizm diye bir olgu yoktur.
1974
Türkiye işgali ayni zamanda ada halklarının ayrı ayrı yaşamaya başladıkları
tarihtir. Tarihi boyunca stratejik sömürge olan Kıbrıs’ın Kuzey yarısı işgal
sonrası ganimet ve el konan fabrikalar aracılığıyla çok kısa süreli bir üretim
dönemi yaşar. Bu dönem hem üretim dolayısıyla filiz vermeye başlayan işçi
sınıfı ve sendikacılık hem de Türkiye’de öğrenim gören gençlerin taşıdığı
sosyalist fikirler aracılığıyla yoğun mücadelelerle geçer. 1974’ten sonra
kuzeyde hakimiyeti ele geçiren Yönetici Elit (TC Elçiliği, Yardım Heyeti,
asker-sivil bürokrasi ve Ticaret Odası) üretime dayalı her türlü örgütlenmeyi
ortadan kaldırarak, ithalata ve TC yardımlarına dayalı bir düzen kurar.
1980’lerde Özal’ın özelleştirme politikaları ile çakışarak doruğa çıkan
üretimden koparma politikaları neticesinde Ticaret Burjuvazisi, Sanayi
Burjuvazisi üzerinde kesin egemenliğini kurar. Bu arada Türkiye’den pompalanan para
aracılığı ile Kuzey’de nispi bir refah yaratılır ve başkaldırının önü uzun
yıllar kesilmiş olur.
Çok daha
derinlikli ve uzun anlatılması gereken bu sürecin sonunda ortaya çıkan tablo
kısaca şöyledir: Güney’de güvenlik kaygıları ve bölünmüşlük aracılığıyla şövenist
politikaların yükselttiği Türk düşmanlığı ve artık emperyalizme sorun
çıkarmayan bir Kıbrıslı Elen halkı vardır. Kuzey’de TC’den pompalanan nispi bir
refah ve üretimden koparılmış olmanın getirdiği sınıfsal açmazla damgalanmış,
Yönetici Elit tarafından şövenist söylemlerle idare edilen Kıbrıs Türk halkı
vardır. Kıbrıs sorunu denen sorun bu halkların sorunudur. Uluslararası
emperyalizm açısından ise stratejik bir sömürge olmaktan öteye hiçbir anlam
ifade etmeyen Kıbrıs, olası tüm çıban başlarının etkisizleştirildiği hatta
kendilerinden medet umar hale getirildiği konjektürde artık bir sorun değildir.
Emperyalizm açısından sözü edilebilecek tek sorun 1980’lerden sonra girdiği IV.
Bunalım döneminde uygulamaya başladığı neo-liberal politikaların Kıbrıs’a
uyarlanmasıdır ki 1980’lerde Davos süreci ile başlayıp sonrasında yumuşama,
çözüm, barış adı altında yapılan tüm düzenlemeler de neo-liberalizmin
gereklerini yerine getirme operasyonlarıdır.
Çok kısa ve
yüzeysel olarak anlatılan tüm bu olgular ışığında Fin Önerileri’ne de, Annan
Planı’na da yeniden bakılmalı ve Kıbrıs Adasının bölünmesine neden olan,
bölünmüşlükten çıkar sağlayan çevrelerin bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak gibi
bir sorunları olamayacağı anlaşılmalıdır. Çünkü sınıfsal/coğrafi yapısı
ekonomik temelde örgütlenen bir anti-oligarşik, anti-emperyalist mücadeleye
elvermeyen Kıbrıs, ancak ve ancak ideolojik-kültürel temelde örgütlenecek iç
dinamiklerin Türkiye ve Yunanistandaki anti-emperyalist güçlerle dayanışması
aracılığıyla halklar için bir çözüme kavuşabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder