10 Ekim 2006 Salı

Hükümet İstifa, Halk İktidara



Üçü Ulusal Birlik Partisi (UBP), biri Demokrat Parti (DP)’den toplam dört milletvekilinin partilerinden istifa ederek, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile koalisyon kurmak üzere yeni bir parti kurmaları; Kuzey Kıbrıs’ın gündemine bomba gibi düştü.

Bilindiği gibi son yerel seçimlerden sonra yılların aşkı CTP-DP evliliği ciddi bir kriz yaşamaya başlamıştı. Kriz ile ilgili çeşitli açıklamalar vardı; kimi CTP’nin Lefkoşa Belediyesi’ni DP’ye kaptırmayı hazmedemediğini, kimi DP başkanının babasından fazlasıyla etkilenmesinin koalisyonu çatırdattığını söylüyordu. Ancak kaynağı konusunda Başbakan dahil kimsenin ikna edici bir cevap veremediği bu kriz, koalisyon hükümetini hızlı bir sona taşıdı. Ne tesadüftür ki tam da ayni dönemde UBP ve DP milletvekillerinin istifası geldi. Böylece kendisine yeni bir koalisyon ortağı arayan CTP, yeni hükümeti kurmak için yeni bir partnere kavuşuverdi.
Bu süreçte Din İşleri Dairesi Başkanı Ahmet Yönlüer’den tutun da, TC Hükümetinin en yetkili şahıslarına kadar; kimin kiminle kaç dakika telefonda konuştuğuna dair sayfalarca ifşaat okuduk. Televizyonlarda ağlamayla karışık şikayetler, yakınmalar dinledik. Koskoca adamlar birbirlerinin kırk yıllık kirli çamaşırlarını politik hayatımızın içine boca ediverdiler. Daha 2 yıl önceye kadar demokrasi, sivilleşme, özgürlük ve refah umuduyla meydanlara doluşan Kıbrıs Türk Halkı; şaşkınlıkla karışık bir burukluk, kızgınlıkla karışık bir kırgınlık içinde kalakaldı tüm olanlar karşısında.

“Solculuğun” Yeni Anlamları
Kıbrıs’ın Kuzeyinde gerçekleşen bu sivil darbe, Türkiye oligarşisinin bilgi ve onayı olmadan asla hayat bulamazdı. Böylesi bir operasyonla DP ve UBP gibi şöven güçlerin onyıllardır birşekilde mutlaka hükümette olan temsilcileri ekarte edilirken, bunun CTP’nin yeni sevgilisi AKP tarafından onaydan öte bir destek görmesi şarttı. Ancak tartışılmayan asıl konu, AKP’nin Kuzey Kıbrıs’ta müdahale alanının bu kadar geniş olamayacağıdır. AKP bu müdahale konusunda orduyu mutlaka bilgilendirmiş ve ordudan da mutlaka bir onay alınmıştır. Zaten başbakanın “gündemimizdeki hedef” diye tanımladığı polisin sivile bağlanması konusu, AKP ve ordunun onayı alınmadan ağıza alınamayacak kırmızı çizgilerin başında gelmektedir. Eğer CTP yetkilileri polisi sivil otoriteye bağlayacağını söyleyebiliyorsa, bu polisin şu anda bağlı bulunduğu TC ordusunun onayının alınmış olduğu anlamına gelir. Yıllarca Türkiye oligarşisinin Kuzey Kıbrıs’taki siyasal hayata istediği gibi müdahale etmesine karşı çıkmış bir parti (CTP) şimdi ayni oligarşi ile al takke ver külah olabilmektedir. Kimsenin mutluluğunda gözümüz yoktur, ancak altını net bir şekilde çizmek isteriz ki; burada değişen TC oligarşisi değil, CTP Yöneticilerinin kendisidir. CTP tabanında yaşanan huzursuzluk belki zamanla yerini alışmaya bırakacaktır. Ancak CTP’de yaşanan dönüşümün; polisi CTP’li bir hükümete gönül rahatlığı ile devredecek derecede başarı ile tamamlanmış olduğu da bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İş öyle bir raddeye varmıştır ki, Başbakan “Türkiyenin müdahale ettiğinden bahsedenler Kıbrıs Türk Halkına hakaret etmektedirler” demektedir. Sayın başbakan ya CTP Yöneticileri ile halkı birbirine karıştırmaktadır (tıpkı bir zamanlar partisi ile emekçileri birbirine karıştırdığı gibi) ve CTP’yi halk zannetmektedir yada bizi iyice aptal zannedip daha 15 yıl önce “Türkiye müdahale etti” deyip meclisi boykot ettiğini unuttuğumuzu sanmaktadır, ki bu durumda 15 yıl önce kendisi halkımıza hakaret etmiş olur.
Öyle veya böyle bu memleketin “solcuları” bir ilki daha başarmışlar ve yılların muhafazakarlarının bile yapmadığını yapıp dini siyasete sokuvermişlerdir. Önce yıllardır boş olan din işleri dairesi koltuğuna bir atama gerçekleştiren, sonra da atadığı şahıs marifeti ile siyasal hayata müdahale eden bir sol! Yeni Yönetici Elitimiz kesinlikle “amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğunu” düşünmektedir. Ama halkımız bu gözü dönmüşlüğün karşısında çok huzursuzdur. Bir zamanların sovyetçiliğinden gelen bu astığım astık, kestiğim kestik tavırların sonu hiç de iyi görünmemektedir.

Tencere Dibin Kara
Öte yandan DP ve UBP yöneticileri evden eve misafirlik yapar gibi parti değiştiren, kurulmadık bozulmadık parti bırakmayan kendileri değilmiş gibi istifaların demokrasiye bir kara leke olduğundan dem vuruyorlar. Parti değiştirmenin kendisine oy veren halka ihanet, temsili demokrasiye saygısızlık olduğunu söyleyenlerden bir tanesi de siyasete başladığı partide devam ediyor olsa ne kadar mutlu olurduk, “işte en azından etikten bahseden ahlaklı biri” derdik ama ne fayda. Kaldı ki, temsiliyeti bunca önemseyen bu şahıslar, halkın oylarının neredeyse %30’unun temsil edilememesine neden olan %5’lik barajı kaldırmak konusunda neden bu kadar istekli değildirler acaba? Seçimlerde alınan %2’lik bir oy 50 sandalyeli mecliste 1 milletvekilliği demek olmalıyken bu temsili demokrasi aşıkları nasıl oldu da halkımızın oylarına saygısızlık demek olan bu barajı bunca yıl içlerine sindirebildiler. Yoksa hangi partiye geçer veya hangi partiyi kurarlarsa kendi siyasi kariyerlerine daha faydalı olacağını düşünmekten, baraj konusunu gündeme getirmeye fırsat mı olmadı? İçlerinde son beş yıldır beş kez parti değiştiren milletvekilleri varken, parti değiştirmenin yanlışlığından bahsetmek de kendilerini pek bir inandırıcı, pek bir samimi göstermektedir doğrusu.
UBP ve DP şimdi siyasette yaşanan kirliliğe karşı bir direniş örgütlemeyi önüne koymuştur. Geleneklerinde mücadele namına adam vurma, adam dövme ve tehditten başka birşey olmayanların, bildiri dağıtmayı bile beceremeyenlerin mücadele anlayışı da üç günde bir Atatürk ve Dr. Küçük heykellerini ziyaret edip basın açıklaması yapmanın ötesine geçemiyor.
İnsan satın alacak mevkilerden de uzaklaştırıldıklarına ve yaratıcı hiçbir muhalif dinamikle bağlantıları da olmadığına göre tıpış tıpış meclise dönecekleri, en azından maaşcıklarından olmak istemeyecekleri tahmin edilebilirdir.

İlle de İÇ DİNAMİK
Cumhurbaşkanı Talat’ın Pakistan’a davet edilmesi ve Formula 1’de yaşanan el çabukluğu marifetleri dış politika konusunda AKP-CTP tarzının mükemmel örneklerini oluşturmaktadır. DP-UBP şöven çizgisinin bu tarz yeni-sağ şaklabanlıklara adapte olamadığı zaten belli oluyordu. Bu da Kıbrıs Sorunu’nda ciddi ciddi el yükselten AB ve ABD arasında, ne koparsam kardır kasaba tüccarlığı ile kendine yer açmaya çalışan AKP’ye ayak bağı oldukları anlamına geliyordu. Böylece özelleştirmeden, piyasalaştırmaya, taşeronlaşmadan, sendikasızlaştırmaya kadar  iç politikanın her alanında uyum içinde çalışan DP-CTP hükümetinin sonu dış politika ile ilgili konulardan dolayı gelmiş oldu. Yeni hükümet iç politika icraatlarına eskisinin kaldığı yerden devam edecektir: SG GSS yoldadır, DAÜ’nün satılacağı söylentisi sağır sultanın bile kulağına gitmiştir. Yeni Yönetici Elit neo-liberalizmin tüm gereklerini yerine getirmektedir, getirecektir. Artık tek eksiğimiz fiili, meşru ve kararlı bir halk direnişidir. Zaten demokratik muhalefetin doğup büyüyebileceği, ayağını somuta basabileceği tek zemin de iç politika ile ilgili konulardır.
Muzaffer hükümetimizin en mutlu olduğu bu anda ayağa kalkıp günlük dertlerimizi, gündelik hayatımızı siyasal arenaya sürmek zorundayız. Abilerden, dayılardan ve ayılardan bağımsız bir gündemi halk olarak biz kendimiz yaratmalı ve mücadeleyi buradan kurgulamalıyız. Eğitim, sağlık ve elektrikten, ulaşım, sosyal güvenlik ve çalışma koşullarına kadar her alanda halkın örgütlü, fiili ve meşru mücadelesi bu karabasandan tek çıkış yolumuzdur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder