Üçü
Ulusal Birlik Partisi (UBP), biri Demokrat Parti (DP)’den toplam dört
milletvekilinin partilerinden istifa ederek, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)
ile koalisyon kurmak üzere yeni bir parti kurmaları; Kuzey Kıbrıs’ın gündemine
bomba gibi düştü.
Bilindiği
gibi son yerel seçimlerden sonra yılların aşkı CTP-DP evliliği ciddi bir kriz
yaşamaya başlamıştı. Kriz ile ilgili çeşitli açıklamalar vardı; kimi CTP’nin
Lefkoşa Belediyesi’ni DP’ye kaptırmayı hazmedemediğini, kimi DP başkanının
babasından fazlasıyla etkilenmesinin koalisyonu çatırdattığını söylüyordu.
Ancak kaynağı konusunda Başbakan dahil kimsenin ikna edici bir cevap veremediği
bu kriz, koalisyon hükümetini hızlı bir sona taşıdı. Ne tesadüftür ki tam da
ayni dönemde UBP ve DP milletvekillerinin istifası geldi. Böylece kendisine
yeni bir koalisyon ortağı arayan CTP, yeni hükümeti kurmak için yeni bir
partnere kavuşuverdi.
Bu
süreçte Din İşleri Dairesi Başkanı Ahmet Yönlüer’den tutun da, TC Hükümetinin
en yetkili şahıslarına kadar; kimin kiminle kaç dakika telefonda konuştuğuna
dair sayfalarca ifşaat okuduk. Televizyonlarda ağlamayla karışık şikayetler,
yakınmalar dinledik. Koskoca adamlar birbirlerinin kırk yıllık kirli çamaşırlarını
politik hayatımızın içine boca ediverdiler. Daha 2 yıl önceye kadar demokrasi,
sivilleşme, özgürlük ve refah umuduyla meydanlara doluşan Kıbrıs Türk Halkı;
şaşkınlıkla karışık bir burukluk, kızgınlıkla karışık bir kırgınlık içinde
kalakaldı tüm olanlar karşısında.
“Solculuğun” Yeni
Anlamları
Kıbrıs’ın
Kuzeyinde gerçekleşen bu sivil darbe, Türkiye oligarşisinin bilgi ve onayı
olmadan asla hayat bulamazdı. Böylesi bir operasyonla DP ve UBP gibi şöven
güçlerin onyıllardır birşekilde mutlaka hükümette olan temsilcileri ekarte
edilirken, bunun CTP’nin yeni sevgilisi AKP tarafından onaydan öte bir destek
görmesi şarttı. Ancak tartışılmayan asıl konu, AKP’nin Kuzey Kıbrıs’ta müdahale
alanının bu kadar geniş olamayacağıdır. AKP bu müdahale konusunda orduyu
mutlaka bilgilendirmiş ve ordudan da mutlaka bir onay alınmıştır. Zaten başbakanın
“gündemimizdeki hedef” diye tanımladığı polisin sivile bağlanması konusu, AKP
ve ordunun onayı alınmadan ağıza alınamayacak kırmızı çizgilerin başında
gelmektedir. Eğer CTP yetkilileri polisi sivil otoriteye bağlayacağını söyleyebiliyorsa,
bu polisin şu anda bağlı bulunduğu TC ordusunun onayının alınmış olduğu
anlamına gelir. Yıllarca Türkiye oligarşisinin Kuzey Kıbrıs’taki siyasal hayata
istediği gibi müdahale etmesine karşı çıkmış bir parti (CTP) şimdi ayni
oligarşi ile al takke ver külah olabilmektedir. Kimsenin mutluluğunda gözümüz
yoktur, ancak altını net bir şekilde çizmek isteriz ki; burada değişen TC
oligarşisi değil, CTP Yöneticilerinin kendisidir. CTP tabanında yaşanan
huzursuzluk belki zamanla yerini alışmaya bırakacaktır. Ancak CTP’de yaşanan
dönüşümün; polisi CTP’li bir hükümete gönül rahatlığı ile devredecek derecede
başarı ile tamamlanmış olduğu da bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İş
öyle bir raddeye varmıştır ki, Başbakan “Türkiyenin müdahale ettiğinden
bahsedenler Kıbrıs Türk Halkına hakaret etmektedirler” demektedir. Sayın
başbakan ya CTP Yöneticileri ile halkı birbirine karıştırmaktadır (tıpkı bir
zamanlar partisi ile emekçileri birbirine karıştırdığı gibi) ve CTP’yi halk
zannetmektedir yada bizi iyice aptal zannedip daha 15 yıl önce “Türkiye
müdahale etti” deyip meclisi boykot ettiğini unuttuğumuzu sanmaktadır, ki bu
durumda 15 yıl önce kendisi halkımıza hakaret etmiş olur.
Öyle veya böyle bu memleketin “solcuları” bir
ilki daha başarmışlar ve yılların muhafazakarlarının bile yapmadığını yapıp
dini siyasete sokuvermişlerdir. Önce yıllardır boş olan din işleri dairesi
koltuğuna bir atama gerçekleştiren, sonra da atadığı şahıs marifeti ile siyasal
hayata müdahale eden bir sol! Yeni Yönetici Elitimiz kesinlikle “amaca ulaşmak
için her yolun mübah olduğunu” düşünmektedir. Ama halkımız bu gözü dönmüşlüğün
karşısında çok huzursuzdur. Bir zamanların sovyetçiliğinden gelen bu astığım
astık, kestiğim kestik tavırların sonu hiç de iyi görünmemektedir.
Tencere
Dibin Kara
Öte yandan DP ve UBP yöneticileri evden eve
misafirlik yapar gibi parti değiştiren, kurulmadık bozulmadık parti bırakmayan
kendileri değilmiş gibi istifaların demokrasiye bir kara leke olduğundan dem
vuruyorlar. Parti değiştirmenin kendisine oy veren halka ihanet, temsili
demokrasiye saygısızlık olduğunu söyleyenlerden bir tanesi de siyasete
başladığı partide devam ediyor olsa ne kadar mutlu olurduk, “işte en azından
etikten bahseden ahlaklı biri” derdik ama ne fayda. Kaldı ki, temsiliyeti bunca
önemseyen bu şahıslar, halkın oylarının neredeyse %30’unun temsil edilememesine
neden olan %5’lik barajı kaldırmak konusunda neden bu kadar istekli değildirler
acaba? Seçimlerde alınan %2’lik bir oy 50 sandalyeli mecliste 1 milletvekilliği
demek olmalıyken bu temsili demokrasi aşıkları nasıl oldu da halkımızın
oylarına saygısızlık demek olan bu barajı bunca yıl içlerine sindirebildiler.
Yoksa hangi partiye geçer veya hangi partiyi kurarlarsa kendi siyasi
kariyerlerine daha faydalı olacağını düşünmekten, baraj konusunu gündeme getirmeye
fırsat mı olmadı? İçlerinde son beş yıldır beş kez parti değiştiren
milletvekilleri varken, parti değiştirmenin yanlışlığından bahsetmek de
kendilerini pek bir inandırıcı, pek bir samimi göstermektedir doğrusu.
UBP ve DP şimdi siyasette yaşanan kirliliğe
karşı bir direniş örgütlemeyi önüne koymuştur. Geleneklerinde mücadele namına
adam vurma, adam dövme ve tehditten başka birşey olmayanların, bildiri
dağıtmayı bile beceremeyenlerin mücadele anlayışı da üç günde bir Atatürk ve
Dr. Küçük heykellerini ziyaret edip basın açıklaması yapmanın ötesine
geçemiyor.
İnsan satın alacak mevkilerden de
uzaklaştırıldıklarına ve yaratıcı hiçbir muhalif dinamikle bağlantıları da
olmadığına göre tıpış tıpış meclise dönecekleri, en azından maaşcıklarından
olmak istemeyecekleri tahmin edilebilirdir.
İlle de
İÇ DİNAMİK
Cumhurbaşkanı Talat’ın Pakistan’a davet
edilmesi ve Formula 1’de yaşanan el çabukluğu marifetleri dış politika
konusunda AKP-CTP tarzının mükemmel örneklerini oluşturmaktadır. DP-UBP şöven çizgisinin
bu tarz yeni-sağ şaklabanlıklara adapte olamadığı zaten belli oluyordu. Bu da
Kıbrıs Sorunu’nda ciddi ciddi el yükselten AB ve ABD arasında, ne koparsam
kardır kasaba tüccarlığı ile kendine yer açmaya çalışan AKP’ye ayak bağı oldukları
anlamına geliyordu. Böylece özelleştirmeden, piyasalaştırmaya, taşeronlaşmadan,
sendikasızlaştırmaya kadar iç
politikanın her alanında uyum içinde çalışan DP-CTP hükümetinin sonu dış
politika ile ilgili konulardan dolayı gelmiş oldu. Yeni hükümet iç politika
icraatlarına eskisinin kaldığı yerden devam edecektir: SG GSS yoldadır, DAÜ’nün
satılacağı söylentisi sağır sultanın bile kulağına gitmiştir. Yeni Yönetici
Elit neo-liberalizmin tüm gereklerini yerine getirmektedir, getirecektir. Artık
tek eksiğimiz fiili, meşru ve kararlı bir halk direnişidir. Zaten demokratik muhalefetin
doğup büyüyebileceği, ayağını somuta basabileceği tek zemin de iç politika ile
ilgili konulardır.
Muzaffer hükümetimizin en mutlu olduğu bu anda ayağa kalkıp günlük
dertlerimizi, gündelik hayatımızı siyasal arenaya sürmek zorundayız. Abilerden,
dayılardan ve ayılardan bağımsız bir gündemi halk olarak biz kendimiz yaratmalı
ve mücadeleyi buradan kurgulamalıyız. Eğitim, sağlık ve elektrikten, ulaşım,
sosyal güvenlik ve çalışma koşullarına kadar her alanda halkın örgütlü, fiili
ve meşru mücadelesi bu karabasandan tek çıkış yolumuzdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder