1 Ağustos 2011 Pazartesi

Kıbrıs’ta Sosyalizmin Evrenselliği ve Yerelliği



Gaile Dergisi’nin 122. Sayısında Cemal Mert imzası ile yayınlanan “Kıbrıs’ta Sosyalist Mücadele Geleneği ve İthal Sosyalist Kültür” başlıklı yazı, ülkemiz solunun kendi tarihini öğrenmesi ve köklerini bulması noktasında önemli bir uyarı içeriyor. Tüm dünyada tarih bilinci sol açısından salt bir bilgi yığılmasından öte bir anlama sahip olmuştur. Tarih, geçmiş deneyimlerden çıkarılan dersler ve geleceğe dair bir çıkarsamalar alanı sunması bakımından her zaman bugüne dair bir olgudur. Bu yüzden de ne zaman nerede ne olduğundan öte bir geçmiş değerlendirmesi boyutu taşır. Sol açısından geçmişin değerlendirilmesi, geleceğin inşasından ayrı düşünülemez. Ve elbette, akademik kaygılar bir yana, geleceği kurma iddiası olmadan geçmişi bilme kaygısı ortaya çıkmaz. İşte tüm bu sebeplerle Kıbrıs’ta sol iddia taşıyan her kişi ve örgütün, dünya devrimci pratiği kadar Kıbrıs devrimci, sosyalist, demokrat pratiğini de bilme çabası içinde olması beklenir, istenir bir durumdur.

Ancak Cemal Mert tarafından kaleme alınan makale, bu bilinen olguların yüzeysel bir ön kabulüne yaslanıp yeterince işlenmemesinden ayrı olarak geçmişe dair ciddi eksiklikler (yer yer yanlışlar) ve bugüne dair ise kabul edilemez haksız yargılar barındırmaktadır.
Geçmiş değerlendirmesi ve tarih bilincine sahip olunması noktasında Cemal Mert’in doğru ön kabullere yaslanmakla birlikte, neden Kıbrıs devrimci pratiğini öğrenmemiz gerektiğine dair doyurucu açıklamalar sunamadığını düşünüyorum. Kendi yazısının ana fikrini okuyucuya yeterince doyurucu bir şekilde bulaştıramadığı noktada ise yazısının aslında haklı olan ön kabullerinin, basit bir “çünkü bizim mücadelemiz Kıbrıs coğrafyasında sürmektedir” dar yerelliğine indirgenmesinden kaçınmak mümkün olamıyor. Oysa bu sorundan; biçimsel olarak yerel içerik olarak ise evrensel olan sosyalist mücadele ile tarih bilimi arasındaki bağlantının izah edilmesi, diyalektik bir yöntem uygulanmadan tarihin materyalist bir temelde kavranamayacağının anlatılması yolu ile kaçınılabilirdi. Ne yazık ki felsefesi eğreti kalmış olan makalede; evrensel ile yerel arasındaki ilişki gibi, geçmiş-bugün-gelecek ve gelenek-hareket bağlantıları da öylesine geçiştirilmiştir. Bu şekli ile makale, kendi yaptığı çağrının haklılığını taşıyamamak bir yana tersine bir etki yaratmaktadır. Ben burada tarih felsefesine girmek yerine, Cemal Mert’in çağrısına bir yanıt da olması bakımından makalesinde bulunan geçmişe dair eksikliklerin ve bugüne dair haksız yargıların kısa bir değerlendirmesini yapacağım.
Makale Kıbrıs’ta derin bir sosyalist mücadele geleneğinin varlığını göstermek amacıyla tarihteki önemli noktaların üzerinden hızlıca geçiyor. Ancak öylesine hızlı geçiyor ki, Kıbrıslı Türk devrimcilerin (ve elbette solun genelinin) mücadele kültürünü şekillendiren en önemli noktaların üzerinden atlamaktan kaçınamıyor. Tarihe bakışını aile albümündeki fotoğraflara bakan bir akraba mantığına sıkıştırması nedeniyle de herhangi bir geçmiş değerlendirmesi veya geçmişin eleştirisi (özeleştirisi) nüvesine yer vermiyor. Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) ortaya çıktığı ve ortadan kalktığı koşulların değerlendirilmesi, 1940’lı yıllarda gündeme gelen AKEL’in KKP ile taban tabana farklı özelliklere sahip olması önemsiz birer ayrıntı kabul ediliyor olacak ki sözü edilmeden geçiştiriliyor. Oysa KKP’nin “Kıbrıslı Türklerle birlikte anti-emperyalist bir mücadeleyi öngermesi”ne rağmen AKEL’de böylesi bir politikanın olmayışı kendiliğinden gelişen tesadüfi olgular değildir. Sol kendi tarihini öğrenirken böylesi kırılma noktalarını deşmek amacıyla öğrenir. Aksi takdirde tarih denilen şeyin takvim denilen şeyden herhangi bir farkı kalmaz.
Cemal Mert makalesinde AKEL’in etkileşim kaynakları olarak Yunanistan komünistleri ve SSCB’yi sunuyor. Ancak Kıbrıslı Türk solcuların Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal ile ilişkileri ile AKEL’in SSCB ilişkisini karşılıklı olarak benzer, eşdeğer ilişkiler olarak sunmak tam anlamı ile yanlışa düşmektir. Kamil Tuncel’in “Düşmana İnat Bir Gün Daha Yaşamak”, Ahmet An’ın “İşçi Sınıfımızın İlk Öncüleri” ve Hulus İbrahim’in “Mücadele” isimli kitaplarına yüzeysel bir şekilde şöyle bir bakmak bile Kıbrıslı Türk solcuların ana etkileşim kaynağının Türkiye değil AKEL olduğunu görmek için yeterlidir. Türkiye Komünist Partisi’nin 1970’lere kadar yurtdışı bürosundan ibaret bir yapı olduğunu bilen her kişi de bu durumu olağan karşılayacaktır. Biz Kıbrıslı Türk devrimciler olarak, ülkemizde devrimci bir hareketin ortaya çıktığı tarihsel ana kadar yaşam bulmuş her türlü demokrat, sol, sosyalist mücadeleyi kendi geleneğimizin bir parçası kabul etmekteyiz. Bu tarihin değerlendirilmesini ve ortaya konulan mücadelelerin tarihsel eleştirinin süzgecinden geçirilerek kavranmasını da bir görev kabul ediyoruz. Bu konuda yaptıklarımızı yazının ilerleyen bölümünde aktarmaya çalışacağım. AKEL’ci solun (halen AKEL’ci olanların da AKEL’cilikten vazgeçenlerin de) kendi geleneklerinin, örgütsel kültürlerinin tartışmasız parçası olan bu tarihi değerlendirip tartışmaya açmamış olması Cemal Mert’i yukarda sözünü ettiğim hataya düşürmüş olabilir. Ancak “bu coğrafyaya ait olan zengin mücadele tarihi ve devrimci simgeleri bilmeden... başarılı bir sosyalist mücadele vermek olası değildir” uyarısını yapan bir yazarın kendi mensubu bulunduğu geleneğe ilişkin böylesi bir hataya düşmesi dikkate değerdir. AKEL’i Yunanistan, Kıbrıslı Türk komünistleri ise Türkiye ile bağlantılı olarak sunmak, daha 1940’lı yıllarda bugünkü bölünmüşlüğün nüvelerini aramak veya geçmişi bugünün gözlükleri ile görmek yanılgısına yol açacaktır. Bugün kktc’yi bir değer olarak kabul etme hatasının sol içindeki kökleri belki de buralara kadar uzanmaktadır.
Kıbrıslı Türk solunun doğuşunda tarihsel bir yere sahip olan Lefke Maden Grevi’nin, asla azımsanmaması gereken Türk Eğitim Kulübü (TEK) pratiğinin ve 1958 kuşağının yüzleştiği silahlı faşist TMT terörünün Cemal Mert tarafından sözü edilmeden atlanması bu bağlamda belki de tesadüf kabul edilmemelidir. AKEL’in “yüksek” politikayı kendisine, gündelik (sendikal-ekonomik-demokratik) mücadeleyi ise Kıbrıslı Türklere layık görmesi hem eleştirilecek hem de bugünü anlamada faydalı olabilecek boyutlar içermiyor mu? Bugün sendikal mücadele pratiğimizin hala siyasal partilerin pratiğinden önde olmasının böylesi bir tarihsel kökeni olamaz mı? Ve siyasal mücadelede AKEL politikalarına tabi kılınan Kıbrıslı Türk solcuların, öznesi olamadıkları politikaların peşinde sürüklenmeleri değerlendirilmeye değmez konular mıdır?
Cemal Mert, 1940-50 kuşağı Kıbrıslı komünistlerini Yunanistan ve Türkiye üzerinden ayrıştırdıktan sonra, “Kıbrıs’ta iki ulusal toplumun varlığı, Kilise öncülüğündeki ENOSİS mücadelesi, Kıbrıslı Türk liderlerin de buna karşı Taksim tezini öne sürmesi, Kıbrıslı sosyalistler için büyük bir açmazdı” diyerek mantık çemberini tamamlıyor. Oysa henüz daha ulusal bilincin yeni uyanmakta olduğu bir toplumla (Kıbrıslı Elenler) uyumakta olduğu bir toplum (Kıbrıslı Türkler) arasındaki ilişkileri tarihsel seyri içinde bugün varılan noktadan değil, tarihin o döneminde sahip olduğu imkan ve potansiyeller açısından değerlendirmek solun tarih felsefesinin temelidir. Cemal Mert’in tek boyutlu, kaçınılmazlara dayanan ve siyasal öznelerin tavrına göre değişme şansı bulunmayan tarih anlayışı, bize bugün yüzleştiğimiz her şeyin zorunluluktan kaynaklı olduğunu anlatıyor. Oysa gerçek bambaşkadır. Evet, yaşananlar Cemal Mert’in anlattığı gibidir. Ancak yaşanılması potansiyeli bulunanlar çok daha farklıdır. Solun sadece yaşananların kaçınılmazlığını değil, yaşanması olası olanların neden yaşanamadığını da araştırması gerekir. Öncelikle 1955’e kadar gerçek anlamda iki ulusal toplumdan söz etmek ne kadar doğrudur? Ayrıca ENOSİS mücadelesi sadece Kilise öncülüğünde mi yürütülmüştür? AKEL’in ENOSİS’i savunmaktan öte bir dönem Kilise ile önderlik konusunda mücadele dahi etmiş olması önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kıbrıslı Türk liderlerin Kıbrıslı Türk toplumu içinde o dönemde etki alanı ne kadardır? Böylesi tartışmalı iddiaların hepsi de sarsılmaz gerçekler gibi ortaya konulduğu zaman ve tarih bugünü yaratan kaçınılmaz olaylar olarak aktarıldığı zaman, solun özündeki değişim ve dönüşüm iradesini nereden ve nasıl türeteceğiz? Aslında siyasal olarak AKEL’e tabi olan Kıbrıslı Türk komünistlerinin, AKEL’in tarihsel hataları nedeniyle kendi toplumlarından dışlandıklarını söyleyebilmek gerekmektedir. AKEL’in ENOSİS’i savunması Kıbrıslı Türk solcuları kendi toplumlarından tecrit etmiş, Kıbrıs’ta yaşayan toplumlardan en azından birisinin ulusal nitelik kazanması böylesi bir süreçte ortaya çıkmıştır. Uzun uzun anlatmasak da rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, “Kıbrıslı sosyalistlerin” “büyük açmazı” Cemal Mert’in iddia ettiği şeyler değil, AKEL’in ihaneti ve kendi siyasal tavır eksiklikleridir. AKEL’in KKP politikalarını sürdürdüğü, Kıbrıslı Türk komünistlerin de özgüveni olan bir siyasal odak olarak ortaya çıkmaya teşvik edildiği bir bağlamda, uluslaşma sürecinin bambaşka mecralara yönelmesi elbette mümkündü.
1958 TMT terör dalgası karşısında AKEL’den gelen talimatlarla sessiz kalınması ve sendikal alanın dahi terk edilmesi veya Derviş Ali Kavazoğlu gibi müthiş bir örgütçünün iç savaş koşullarında hala barışçıl araçların peşinde sürüklenirken katledilmesi Cemal Mert tarafından hep önemsiz ayrıntılar olarak görülmüş olsa gerek ki herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Yine Cumhuriyet Gazetesi süreci ve Hikmet-Gürkan’ın vurulması sosyalist geleneğin birer parçası değillermişçesine geçiştirilmiştir. Oysa İbrahim Aziz’in yeni yayınlanan “Perde Aralığından” isimli kitabında avukatların Kavazoğlu ile olan bağlantıları gayet net bir şekilde anlatılmaktadır. Tüm bu olaylar bugünün Kıbrıslı Türk toplumunu da solunu da biçimlendiren kültürün, psikolojik reflekslerin geri planını oluşturmaktadır.
Cemal Mert’in hızlı Kıbrıs sol tarihinde 1958’lerden sonra sözünü edilmeye değer ilk mesele CTP’nin kuruluşudur. CTP’nin kuruluşu elbette önemli bir olaydır. Ancak Kıbrıslı Türk toplumunun Türklük yönünü korurken Kıbrıslı yönünü de keşfinde bir mihenk taşı konumundaki KTÖS’ün 1968’deki kuruşu o kadar mı önemsizdir? Özellikle de Cemal Mert’in “yerellik” vurgusu açısından bakıldığında KTÖS bu topraklarda ortaya çıkmış özgün bir duruşu simgelemektedir. Ve beğensek de beğenmesek de Kıbrıslı Türk halkının mücadele tarihinde dün değil 50 yıldır farklı bir çizgiyi temsil etmektedir. CTP’nin 1970’teki kuruluşu da 1968’de KTÖS’ün kuruluşu ile benzer saikler üzerinden gerçekleşmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmayı hedefleyen ancak Türklüğünü de ısrarla vurgulayan demokrat bir karakterle simgeli CTP’nin “C”si Kıbrıs Cumhuriyeti değil midir? 1970’te Kıbrıs’ta başka bir cumhuriyet var mıdır?
Cemal Mert’in beraber ortaya çıkmış gibi sunduğu “CTP’nin kurulması ve Türkiye’den dönen yüksek öğrenim gençliğinin katılması” aslında farklı tarihsel konjonktürlerde meydana gelmiştir. 1970’lerde “yerel” dinamiklerden beslenerek kurulan CTP, 1974’ten sonra “ithal” dinamiklerle dönüşüm geçirmiştir. Bu noktada sözü edilen “ithal”at meselesini biraz irdeleyelim. Sosyalist ideoloji evrensel bir fikri çizgidir. Marx’ı Alman-Yahudi, Lenin’i Rus, Che’yi Arjantinli diye tanımlamak daha baştan sosyalizmi anlamamaktır. Bu sebeple de Marx’ın, Lenin’in veya Che’nin fikirleri Cemal Mert’in iddia ettiği gibi bize “yabancı” veya başka bir yere ait olmadıklarından ithal da edilemezler, zaten buradadırlar. Sosyalizm özü itibariyle evrensel biçimsel olarak yereldir ve sosyalizmin özüne ilişkin fikirler tüm dünya insanlığının ve coğrafyalarının malıdır. Bu bakımdan 1920’li yılların KKP’si veya sonrasının AKEL’i ne kadar “ithal” ise 1970’li yılların sol içi bölünmeleri de o kadar “ithal”dir. 1970’lere kadar herhangi bir bölünmenin olmaması, dünya sol hareketinde de o tarihe kadar bu kadar büyük bir yarılmanın olmaması sebebiyledir. KKP-AKEL Kıbrıs’a nasıl girmişse 1970’li yılların devrimci fikirleri de öyle girmiştir. Kaldı ki farklı sol fikirleri birer zenginlik olarak görmek gerekirken AKEL’in hegemonyacı tavrının bir türevi olarak “çatışma sebebi” olarak algılamanın kendisi bir sorundur. Üstelik Cemal Mert’in “bölünme” üzerinden tanımladığı sosyalist akımlardan birisi olan Halk-Der’in ayırt edici özellikleri yerelliğin tahliline önem vermesi, taşıma taktiklere itibar etmemesi, kendi dışında bir merkezden yönetilmeyi reddetmesi ve başka coğrafyalara ilişkin farklılıkları Kıbrıs coğrafyasında üretmemesidir. Halk-Der’in kurucu kitlesinin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’de Kurtuluş ve Dev-Yol örgütleri ile ilişkili öğrenciler olması da bunun en açık göstergesidir. Bu örgütler Türkiye’de birbirine silah çekerken, bu örgütlere mensup öğrenciler Kıbrıs’ta ortak örgütlenme içerisine girebilmişlerdir. Temel motivasyon kaynağı “birleşme” olan Halk-Der’li devrimciler önce CTP’ye girmek istemişlerse de, SSCB’nin mühürünü elinde taşıyan “süleyman”lar tarafından hem DGD’den hem de CTP’den atılmışlardır. Bu atılmanın ana sebebi de Cemal Mert tarafından iddia edildiği gibi, “çoğu Kıbrıs gerçekleri ile bağlantılı olmayan sol tartışmalar” değil, tam aksine Kıbrıs’taki mevcut durumun tahlili ve neler yapılması gerektiğine dair fikir ayrılıklarıydı.
CTP ile sonradan TKP’ye giren Halk-Der arasındaki üç ana tartışma başlığını özetlediğimizde bu durum daha da net bir şekilde görülebilir: 1) CTP Kıbrıs’taki mücadelenin “dünya sosyalist hareketinin merkezi olan” SSCB’ye tabi olmasını savunurken, Halk-Der enternasyonalist dayanışma dışında hiçbir ilişkiyi kabul etmemekteydi. 2) CTP Kıbrıs’ta AKEL’in de savunduğu gibi tek bir halk olduğunu iddia ederken, Hallk-Der iki halkın varlığını tespit etmekteydi 3) CTP parlamenter mücadeleyi merkeze alırken Halk-Der keskin bir parlamentartizm eleştirisi yapmaktaydı. Görüldüğü gibi bu üç tartışma başlığının üçü de Kıbrıs gerçekleri ile bağlantılıdır ve hiç de Cemal Mert’in ima ettiği gibi “skolastik” tartışmalar değildir. Mücadelenin bir merkeze bağımlı yürütülmesini savunanlar, daha sonra o merkezin buharlaşması sonucunda rahat rahat kendilerine başka merkezler bulabilecek bir örgütsel kültür geliştirebilmişlerdir. Aynı şekilde Halk-Der’in parlamentarizm eleştirisinin parlamenter alanın reddine dönüştüğü nokatada Kıbrıs gerçekliğinde mücadele imkanlarının daraldığı da ortadadır. Peki köklere dönmekten bahsedilirken, “halk-halklar” tartışmasında haklıya hakkını teslim etmeyip bütün meseleyi “anti-sovyetik”liğe bağlamak sosyalist geçmiş değerlendirmesi etiğine uymakta mıdır?
Kısacası “Kıbrıs’ta Sosyalist Mücadele Geleneği”nin önemsenmesine çağrı yapan makale geçmiş mücadelelere dair ciddi eksikler ve yanlışlarla malüldür. Geçmişi hatalı bir noktadan ve eksik bir perspektifle konumlandırdığımız zaman, bugünün gerçekliğini de algılamakta haksızlıklar yapılması kaçınılmazdır.
Cemal Mert, makalesinde Baraka’nın “politik motivasyon kaynaklarının, Türkiye’de 1970’li yıllarda yaşanmış sol kültür ve onun simge isimlerine dayandığını”, “Kıbrıslı Türk sosyalist gençlerin kendilerini Türkiye’nin 1970’li yıllardaki devrimci figürleri ile özdeşleştirmelerinin hayret verici”, bunun da “genç sosyalist militan kadrolarımızı kendi ülkemizin somut  mücadele zeminine yabancılaştıran, mücadele bağlamını kaydıran, halktan uzaklaştıran, marjinalleştiren ve başka bir biçimi ile Türkiye ile entegrasyonu besleyen bir durum” olduğunu, “Che, Deniz Gezmiş, Rosa Luxsemburg, Lumumba, Lenin, Castro, Mao ve Kautsky’nin bizim için eşit önemde devrimci simgeler” kabul edilmesi gerektiğini yazıyor. Durum tam da fıkradaki gibidir: Müslümanlıktaki kurban etme geleneğini anlatmaya çalışan birisi “Bir gün dileği yerine gelmeyen Musa kızını kurban etmek istemiş, bunun üzerine ona acıyan Allah da kurban etmesi için bir keçi göndermiş” demiş. Dinleyenler şaşkınlıktan ne söyleyeceklerini bilemezken, sözü alan birisi de bir kere o Musa değil Davut, ikincisi dileği yerine gelmediği için değil yerine geldiği için kurban edecekti, üçüncüsü kurban edeceği kızı değil oğluydu, dördüncüsü Allah acıdığı için değil memnun kaldığı için kurban gönderdi, beşincisi ise gönderilen keçi değil koyundu ama en önemlisi Allah yoktur, bu gelenek animizimden gelen bir ritüeldir demiş. Tıpkı bunun gibi yukarıda komplike bir şekilde karıştırılmış ifadelerin hangi birisini düzelteceğimizi bilemiyoruz. ,
Baraka Kültür Merkezi Kıbrıs tarihini de Kıbrıs sosyalist, demokrat geleneğini de yoğun bir şekilde araştırmakta ve belgelemektedir. Politik motivasyon kaynaklarımız dünyanın her yerindeki devrimci kişi ve akımlardır. Bunu yaparken de Türkiye-Kıbrıs-dünya gibi bir ayrım gözetmemekteyiz. Sosyalizmin evrensel kültürünü kendi ülkemizin yerel dinamiklerini anlayarak harmanlama gayretindeyiz. Sayın Cemal Mert’in tavsiyeleri için teşekkürler ancak iddiaları sadece Baraka’ya değil sosyalist bilince yapılmış gerçek bir haksızlıktır. Yedi yıldır üç aylık bir dergi çerçevesinde Kıbrıs’ın politik, ekonomik, tarihsel, güncel, kültürel dünyasına katkıda bulunan, “Kıbrıslı Türk Devrimci Hareketi” ve “Hemen Şimdi” isimli iki kitap yayınlamış, Film Atölyesi aracılığı ile farklı boyutları ile Kıbrıs’ı anlatan iki belgesel üretmiş, Kıbrıs’ta barış temalı kısa kurmaca filmlerden oluşan bir festival organize etmiş, Tiyatro Ekibi vasıtasıyla Kıbrıslı yazarların oyunlarını güncele uyarlayarak sahneye taşıyan ve binlerce biletli izleyiciye oynayıp ayakta alkışlanan, Kıbrıs’taki mücadele geleneğinden öyküler, bazıları ilk kez seslendirilen anonim halk türküleri ve kendi bestelerini içeren iki müzik albümü çıkarmış olan bir örgütü “ithal” sosyalist öykünmeci bir yapı gibi sunmak gerçekten haksızlıktır. Üstelik Baraka, 1958 kuşağından Fazıl Önder’in öldürüldükten sonra ülkemizde ilk kez anıldığı etkinliğin organizatörleri arasındadır. Üstelik Baraka, Kavazoğlu’nu gerek mezarı başında gerekse de etkinliklerle anmakta anmakla kalmayarak mücadelesini eleştirel bir gözle değerlendirmektedir. Baraka, Kamil Tuncel ve Aziz Barışoğlu gibi 58 kuşağından solcularla yakın ilişki geliştirmiş onların fikirlerini saygıyla dinlemeyi bilen bir örgüttür. Baraka kendi ülkesinin somut sosyalist mücadele zeminini bir kez değil, her defasında yeniden ve yeniden tahlil etmekte, bu tahliller sonucunda ortaya koyduğu “Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganı da “Evine Dön Ayşe” şiarı da geniş kitlelerin dilinde yankılanarak, Baraka’nın fikrinin kendisinden önce yayıldığı bir ortam yaratmaktadır. Bu da Ankara hükümetlerinin karşısında ceket ilikleyen solcuların zeminini her geçen gün daraltmaktadır.
Cemal Mert’in gözünde Türkiye solu ile enternasyonal dayanışmanın ve sosyalist bilincin evrenselliği temelinde devrimci simgelerin paylaşımının nasıl bir “entegrasyonculuğa” yol açtığı bizim için tam bir muammadır. Yoksa Cemal Mert “Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganının insanları değil kurumları hedeflediğini halkımız kadar bile anlamamış mıdır? Veya “Evine Dön Ayşe”deki Ayşe’yi ekmek parası için adamıza gelen işçiler mi sanmaktadır? Yoksa ABD emperyalizmine karşı mücadele veren Küba’daki devrimcilerin, en yakın ilişkileri yine ABD’li sosyalistler Harry Magdoff, Paul Sweezy ve Leo Huberman ile kurması Cemal Mert’in gözünde Küba’nın bağımsızlığına Che ve Castro tarafından indirilmiş bir darbe midir?
Evet, Baraka ayaklarını bu ülkenin topraklarına basan, sosyalizmin enternasyonal değerleri yanında ülkemizin yerel koşullarını da değerlendiren devrimci bir örgüttür. Bizim için, Che, Deniz Gezmiş, Rosa Luxsemburg, Lumumba, Lenin, Castro, Mao ve Kautsky eşit önemde devrimci simgeler değildir. Kautsky gibi dönekler ile Lenin gibi Marksistler arasında ayrım yapma ihtiyacı duyacak kadar pratik, kişilerin fotoğraflarını taşımaktan ibret bir sosyalizm anlayılışını yetersiz bulacak kadar teorik kaygıya sahibiz.
Baraka Kültür Merkezi hakkında yapılan spekülasyonlar, tanıma kaygısı gütmeden ezbere biçimlendirilen yargılar son zamanlarda artmaktaysa bunların sebebi, teorisi ve pratiği ile giderek daha fazla kitleselleşmesidir. Ne yazık ki ülkemiz solunun bazı kesimlerinde sağlıklı bir tartışma yapmak yerine asılsız iddialarda bulunmak hala kendine yer bulabilmektedir. Denilmektedir ki “Baraka marjinaldir”, denilmektedir ki “Baraka şiddete eğilimlidir”, denilmektedir ki “Baraka ulusalcılık temelinde Genç Mücahitler ile aynı frekansta buluşmaktadır” ve denilmektedir ki “Baraka entegrasyoncudur”. Her defasında yaptığımız çağrıyı karşılık bulmayacağını bile bile yine tekrar ediyoruz. Bu iddiaların sahipleri ile ister TV’de ister salonda her koşulda bilimsel bir zeminde tartışmaya hazırız. Yanlışlarımızı kabul etmeye hazır olduğumuzdan ve hatamızı gördüğümüzde özeleştiri vereceğimizden ne kadar emminsek, kapalı kapılar ardında dedikoduların süreceğinden de o kadar eminiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder