Geçtiğimiz hafta yazdığım “Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz: Çöken Sadece Müzakere Süreci mi?”
başlıklı yazı sonrası, bazı dostlardan gelen çeşitli sorularla karşılaştım.
Buradan bu soruların yanıtlarını tartışmamız, benzer soru işaretleri olan
kişilere de ulaşmak için sağlıklı olabilir.
Öncelikle, okuma fırsatı bulamayanlar için özet olarak
geçtiğimiz hafta ne yazdığıma değinelim: Yazı Crans Montana sürecinin çökmesi
ile birlikte, “bütünlüklü çözüm” adına toplumsal muhalefeti baskılayan
kesimlerin yaşadığı travmaya odaklanıyordu.
Çeşitli zirve dönemlerinde toplumsal muhalefeti medya
gücü ile hipnotize ederek yapay umut pompalayan yaklaşımlarının, zirveler
çöktüğü zaman da benzer şekilde ama bu kez umutsuzluk ve karamsarlık yolu ile
tekrarlandığı söyleniyordu. Her iki tutumun da gerçekliği yansıtmadığı, halkın
gündelik hayatından beslenmediği ve aslında bu kesimlerin halk ile gerçek bir
bağlarının da olmadığı anlatılıyordu.
Bir de bu “bütünlüklü” barışçıların; ayrılıkçı, şöven, milliyetçi çevrelerin
varlığını kendi hata ve yıkımlarını görünmez kılmak için kullandıkları; halka
“ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” yolu ile sadece kendi tarzlarında bir barış
mücadelesi yürütülebileceği mesajını verdikleri söyleniyordu.
Yazının sonunda ise, müzakerelerde yaşanan çöküşün, aynı
zamanda bu tür bir barış mücadelesinin de çöküşü olduğu ve bu kesimlerin artık
“kendi pratikleri ile yüzleşmesi gerektiği” söyleniyordu.
***
Yazıyı okuyan bazı dostlar, yazıda bulunan “Çöken, barış sevicilerinin halktan kopuk,
kadınlardan kopuk, işçilerden kopuk, günlük sorunlardan kopuk, AB’den, BM’den
fonlu barış anlayışıdır...” cümlesindeki AB, BM fonları eleştirisini daha
önceleri hep statükocu, sağcı, ganimetçi, kafatasçı çevrelerden duyduklarını, BM-AB
vb. kurumlardan fon almanın ne gibi bir sakıncası olabileceğini sordular.
Ayrıca bu dostlarla, yazıda bulunan “salt Kıbrıs sorununa
odaklanıp günlük hayata odaklanmama” durumunun, son seçimlerde BY tarafından
eleştirel destek almış olan Akıncı tarafından da yapıldığını; bu durumda BY’nin
özeleştiri vermesi gerekip gerekmediğini de konuştuk.
Biraz daha derin düşünen arkadaşlar da, “müzakere
süreçlerinde” kurulan destekleme platformlarına katılmayarak ve onlarca örgütün
hep birlikte yayınladığı metinlere adını yazdırmayarak BY’nin tersten, Kıbrıs
sorununun tamamen dışında ve salt gündelik meselelerle ilgili bir pozisyonda
kalıp kalmadığını sorguladı.
***
Öncelikle şunu vurgulamak lazım; fonculuk eleştirisi ile
günlük hayattan kopuk olma durumunu bir problem haline getirmek birbirinden
koparılamayacak bir bütünün parçalarıdır. Fonlar yolu ile “hayırlı işlerimizi”
finanse etmek tutumu, bu “hayırlı işleri” yapacak kaynağı yaratmak için
girilecek zahmetten kaçınmayı sağlar.
Aklınızda halk için, coğrafyamız için, geleceğimiz için
çok önemli bir şey vardır, halk bundan fayda sağlayacaktır. Ancak bu “şey”i
yapmak için para gerekir. Bu “şey”i yapmaya vakit ayırcak insanlar için para gerekir
vs. Bu parayı bulmanın iki yolu vardır: Biri fon almak. Diğeri ise yapılacak
“hayırlı iş”ten fayda sağlayacak halkla birlikte, bu işi organize etmek.
Birinci durumda teknik bazı bilgilere sahip olmanız veya
bazı çevrelerden iyi referanslarınız olması yeterlidir. İlgili kurumlardan
parayı alır işe başlarsınız. Sorumluluğunuz parayı veren kuruma ve bir de
vicdanınıza karşıdır. İkisi çelişirse birinciyi tercih edebilirsiniz ve kimse
sizden hesap soramaz. Kaldı ki kişisel vicdanınız da halkın gerçek sorunlarının
nerede yattığına dair evrensel ve yanılmaz bir kriter değildir.
İkinci durumda ise durum biraz daha karışıktır. Halkın
bir meseleyi desteklemesi için, o meselenin gerekliliğine ikna edilmesi
gerekir. İkna bir süreçtir ve diyaloğu gerektirir. Bu diyalog sırasında
planınıza hiç de “uzman” sayılmayacak insanların müdahalelerine katlanırsınız.
Mükemmel planınız “cahil” halkın sorgulamasına, değişikliklerine ve bazen sizi
anlamadıkları için reddedilmesine maruz kalabilir. En iyi durumda bile tüm halkın
ikna edilmesi kolay değildir ve ikna edilen kadarının da bu meseleyi finanse
etmeye imkanları çoğu durumda yeterli olmaz. Halkın size sunabileceği; günlük
geçim derdinden ayırdığı çok kısıtlı bir maddi katkıdan, gönüllü ücretsiz
emeğinden ve “hayır duasından” başka pek bir şeyinin olması nadirdir. Gönüllü
ve ücretsiz emek ise, tam gün istihdam gibi rahatça akan bir süreç değildir.
Kesik kesik, spontane ve planlanmayı gerektiren bir içeriktedir. Çünkü insanlar
bu zamanı hali hazırda devam eden kendi yaşam mücadelelerinden ayırarak size
sunmaktadır. Ve tüm bunların sürdürülebilmesi için, sizin de yaşamınızı devam
ettirecek bir maddi gelire ihtiyacınız vardır. Kimi durumda, zaman ve para
yaratmak ve bunu yaratmak için planlama yapmakla geçen zaman, “hayırlı iş” için
ayırdığınız zamandan fazla olur. Üstelik süreç sürekli kesintiye uğrar, her
aşamada muhataplarınızla iknaya dayalı diyalog içinde olmak zorunluluktur.
Kısacası, AB-BM fonları ile yürütülemeyen her iş, halkla
diyalog içinde gelişmek zorundadır. Bu da sizi ister istemez günlük hayat
meselelerini gündeminize alamaya zorunlu kılar. Tam tersinde ise, fonculuk
pratiği sizi fon verenlerle diyaloğa ve onların sıkıntılarına empati yapmaya
zorlar. Hangi yoldan yürürseniz, o yola uygun bir algı dünyası, refleks,
pratik, karakter, eğilim geliştirirsiniz. Yaptığınız şeye dönüşürsünüz...
Fonculuk pratiğinin eleştirisi dünya solunun 1980’lerden
beridir yürüttüğü ve devrimci solun çok uzun bir süreden beridir reddettiği bir
şeydir. Fonculuğu sadece olumsuz sonuçları nedeniyle reddetmiyoruz. Halkı özne
kılmanın yolunun onu ziyafet sofrasına değil, mutfağa davet etmekten geçtiğini
bildiğimiz için reddediyoruz...
Bu reddedişimiz, “çözüm adına” fonlananlar kadar,
“kktc’yi yaşatmak” adına TC’den gelen paralara yaslananlar için de geçerli.
Çünkü özünde ikisi aynı şey. Ancak bu iki kesim tamamen farklı şeyler
yapıyormuşçasına karşılıklı birbirini eleştirebiliyor.
TC’den gelen paralarla “hayırlı işler” yaptığını
söyleyenler, AB-BM vs’den gelen paralarla “hayırlı işler” yaptığını
söyleyenleri dışardan beslenmekle suçluyor. Kendileri nereden besleniyor?
Benzer şekilde AB-BM fonlarına yaslananlar da statükocuları TC’den gelen
paraların çoğunu kendi refahlarına ayırmakla suçluyor. Bu doğrudur ancak belki
şu bilgiyi vermek iyi olabilir. Latin Amerikalı devrimcilerin ortaya koyduğu
rakamlara göre AB-ABD kaynaklarından 100 birim olarak çıkan bir fonun, Latin
Amerika halklarına ulaştığında miktarı ortalama 45 birim. Aradaki 55 birim
proje koordinatörleri, uzmanlar, denetmenler vs gibi ara prosedürlerde
buharlaşıyor. TC-kktc ilişkilerinden ne farkı var?
Bu durumda statükocuların eleştirisini yinelediğimiz
iddiası havada kalmış olmuyor mu? Tam aksine, bizim yaptığımız dünya devrimci
solunun somut deneyime dayalı eleştirisini benimsemek ve kendi pratiğimizi buna
göre konumlandırmaktan ibarettir. Fonculuk eleştirisini bugüne kadar sadece
ülkemizin statükocularından duymuş bir solcu varsa, dünya solunu pek takip
etmediğini itiraf etmiş demektir.
***
Bizim de günlük hayat meselelerine (trafik, iş
cinayetleri, kadın cinayetleri, dinsel gericilik vb) fazla odaklanıp Kıbrıs
sorunu ile yeterince ilgilenmediğimiz eleştirisi ise iki noktada sorunludur.
Birincisi Kıbrıs sorununun “Kıbrıs halklarının söz, yetki, karar, iktidar
sorunu” olduğu, bu sebeple de bugün günlük meselelere hakim olan örgütlü bir
halk mücadelesi ile çözülebileceği noktasıdır. Kıbrıs sorunu, halkın kendi
günlük meselelerinde bir güç haline gelme pratiği olmadan halk açısından
çözülemez. Sorun hukuki olarak çözülebilir, güvenlik, garanti, toprak, yönetim
vs meseleleri bir şekle şemale getirilebilir. Böylece ABD’nin, AB’nin, TC’nin,
Yunanistanın, kktc ve KC burjuvazisilerinin sorunu çözülmüş olur. Ama Kıbrıslı
Türk ve Kıbrıslı Elen halklarının sorunu çözülmüş olmaz. Bu da Kıbrıs sorununun
bizim için devam edeceği anlamına gelir.
Trafik güvenliği, orman yangınları, kadın cinayetleri
gibi günlük konuların çözümüne dair mücadele, Kıbrıs sorununun halk açısından
çözümüne dair mücadeledir. İkisi arasında bir karşıtlık veya ilişkiden değil,
iki sorunun aynı şeyin farklı görünümleri olduğundan bahsediyoruz. Bu
“bütünlüklü çözümcülerle” aramızdaki ideolojik bir farktır. Bağımsızlık Yolu
“Beleş Deniz” mücadelesini sosyalizm mücadelesi olarak görür; trafik sorununu
da Kıbrıs sorunu olarak ve meseleyi siyasal, örgütsel, nesnel ve öznel
faktörlerin gereğine göre her iki yönünden de tutabilir...
Halkın Kıbrıs sorunu ile değil de müzakere masasında
konuşulanlarla ilgili olarak ise, “destek ve cesaret” eylemleri, örgü örme, mum
yakma, adak adama gibi pratiklerimiz olmadığı doğrudur. Bugüne kadar bu
pratikleri ortaya koyanların ne sonuçlar aldıklarını ise yaşayarak görüyoruz.
Müzakere masasında konuşulanların halkı da ilgilendirdiği ise gerçekten doğru
bir noktadır. Bunlara müdahale edebilmek için ise masadaki aktörler karşısında
ciddiye alınacak bir güç olmak gerekir. Biz bunu halkın sorunları için halklar
birlikte örgütlenerek yapmaya çalışıyoruz. Örgü örüp mum yakanları kimsenin ciddiye
almadığı ise ortada...
***
Cumhurbaşkanı Akıncı’nın pratiğinin yukarda sayılanlara
uymadığı ve Bağımsızlık Yolu tarafından seçimlerde kendisine eleştirel destek
verilmesinin bir özeleştirinin konusu olması gerektiği yönündeki düşünceye ise
katılmıyorum.
Bağımsızlık Yolu Akıncı’yı olmadığı bir şey kılığına
sokarak desteklemedi. Akıncı’nın kim olduğunu, geçmişte ne yaptığını ve
gelecekte neler yapabileceğini net bir şekilde tanımlayarak, kısıtlarına
yönelik eleştirilerini ortaya koyarak destekledi. Bunu yaparken birinci turda
bir tanesi Akıncı olan iki adayı, ikinci turda ise Eroğlu’nun karşısında
Akıncı’yı işaret etti. Akıncı’yı desteklerken, yanlış umutlar beslememesi için
halka uyarıda bulundu. Daha altı ay önce “liderlere cesaret” vermek için
çırpınanların, fütursuzca şişirdiği önemsemediği umutlar gibi... Akıncı’ya
ilişkin tahlilerimizi, öngörülerimizi veya eleştirilerimizi değiştirmemizi
gerektirecek hiçbir şey yaşanmamışken, neden özeleştiri vermemiz gereksin?
Halkın dişi ile tırnağı ile mücadele edip talep ettiği
konulara bakalım: Bugün Maraş’ın açılması, Maronitlerin köylerine geri dönmesi,
Aplıç ve Derinya kapılarının açılması gibi konular gündemdeyse; o makamda
Eroğlu değil Akıncı oturduğu içindir. Din İşleri Değişiklik Yasası Meclis’e
geri gönderildiyse, Eroğlu o imzayı atma şansını bulamadığı içindir.
Koordinasyon Ofisi yürürlüğe giremediyse Akıncı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne
sevk edildiği içindir. Kısacası bizim sokakta kurduğumuz örgütlülüğe köstek
olmadığı sürece, Akıncı’nın o makamda oturmasının bizim için bir sakıncası
yoktur. Eleştirel desteğimizi ilan ederken, göze aldığımızı ifade ettiğimiz
olumsuzluklarının ötesine geçmediği, daha fazlasını yapmadığı sürece ortada
özeleştiri yapmamızı gerektirecek bir durum da olmaz. Özeleştiri öngörülerin
yanlış çıktığı noktada söz konusu olan bir sorumluluktur.
Utancını gizlemek, kendi pratiği ile yüzleşmemek için,
dün çılgınca övdüğüne bugün en ağır hakaretleri yöneltmek, dün omuzunda
taşıdığını bugün faşist ilan etmek ise; ya olguları nesnel bir şekilde
göremeyen çocukça bir zihnin ürünüdür yada kendi arkasına saklanarak seçim
çıkarları için zemin hazırlayanları gizlemeye çalışan kurnaz bir işbirliğinin...
Oysa sınıf mücadelesinde dostlar da düşmanlar da
vardır. Ama dost olmayan herkesi düşman kategorisine koyanların, temsil ettikleri
sınıfın çıkarlarını pek de akıllıca idare ettikleri söylenemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder