“Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!
ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes putun
kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş gelişe...
Heraklit, Heraklit!
akar suya kabil mi vurmak kilit?”
ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes putun
kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş gelişe...
Heraklit, Heraklit!
akar suya kabil mi vurmak kilit?”
Nazım Hikmet Ran
Miletli filozof Thales bundan yaklaşık 2500 yıl önce “su maddenin ilk öğesidir” demişti...
İlk filozoflardan olduğu için felsefenin kurucuları arasında adı sayılan bu
önemli düşünürü, bu sözü söylemeye iten şey neydi?
Şimdi bizler biliyoruz ki su maddenin kökeni değildir, diğer maddeler
gibi bir madde, yaşamın evrensel varoluşunun bir parçasıdır. Ama doğanın oluşu
içerisinde “sıradan” olan bu yerine rağmen, bütün canlılar için de vazgeçilmez
değerde bir maddedir su...
***
Thales’ten itibaren birçok filozof farklı anlamlar yüklemişler suya...
Yıkanmanın, arınmanın, temizlenmenin simgesi olduğu kadar;
serinlemenin, ferahlamanın da; akışın ve değişimin de simgesi sayılmıştır bu
yüzden...
Ancak su ile ilgili felsefi çıkarımların en unutulmaz olanı Heraklitos
tarafından ifade edilendir herhalde...
Heraklitos aşağı yukarı Thales ile aynı zamanlarda “aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı
sular akar” veya farklı bir aktarımla “aynı
suda iki kez yıkanılmaz” demiştir...
***
Sürekli değişim içerisindeki maddenin bu görünümü en saf bir şekilde
suda izlenebilir...
Akıp giden nehirler, buharlaşıp bulut olan, yoğunlaşıp buz tutan
göller...
Biçimden biçime girerken nitelik de değiştiren bir madde...
Değişimin coşkusunu da, hüznünü de; geri döndürülemeyenin kederini de
gelmekte olanın heyecanını da bünyesinde barındırıyor olması ile bizleri
kendine hayran bırakan bu maddenin; filozofları da bir hayli uğraştırmış olması
tesadüf sayılmamalı...
Uçsuz bucaksız okyanuslardan ürküp, ufacık göllere romantizmle
yaklaşan; sakin akan ırmak kıyılarında rahatlayıp, çağlayanları tedirginlikle
izleyen insanlarız ne de olsa...
Suya bakıp da “değişim”in sarsızı etkisini ilk hisseden insan değildir
mutlaka Heraklitos...
Bunu ilk dile getiren insan olsa bile...
***
İnsanın gençlik çağında, önünde henüz sonsuz bir yaşam olduğu duygusu
ile hareket ettiği dönemlerde veya Nazım’ın deyişiyle “yaşamın en değersiz şey sayıldığı” yaşlarda; yeniye doğru
ilerleyen değişim coşku ile selamlanabilir, kucaklanabilir...
Ama insanda yeniye, farklı olana, daha iyiye yönelme isteği kadar;
yaşamı sabitleme, değişimi durdurma, bildik ve güvenli bir huzura ulaşarak
eldekini muhafaza etme eğilimi de vardır...
İnsan bünyesinde mücadele yürüten bu iki farklı eğilim; cesaret ve
korku, değişim ve durağanlık, neşe ve keder, yaratıcılık ve gelenekçilik
şeklinde de gösterir kendini...
Bu yüzden “daha iyi” yerine daha bilindik olanı, devrim yerine
muhafazakarlığı da seçer insan; kabuğundan çıkmayı reddedip korkularına teslim
olduğu zaman...
“Hey ne
duruyorsun be, at kendini denize, geride bekliyenin varmış aldırma” diye
çağıran şairin bir bildiği vardır elbet... “Yuvarlanan taş”, yosun
tutmayacaktır... Hareketin içinde hareket eden kişi, hareket içinde kendini
aşacaktır...
Çünkü esas olan değişimdir...
Fikirlerimizle, düşüncelerimizle, yasalarımızla, kurumlarımızla,
duygularımızla, geleneklerimiz, kurumlarımızla ne kadar direnirsek direnelim;
madde değişmektedir...
Madde değişirken bizim korkularımıza aldırmadan, geriye kalan her şeyi
ve herkesi ve bu değişimi durdurmak için yarattığımız tüm o “açıklamaları” da
anlamsız kılacaktır...
Korkularımız bizi bu değişimden koruyamayacaktır...
Ne kadar barajlar, setler, engeller çekersek çekelim; yaşamın
çağıldayan ırmağını yalnızca bir anlığına durdurabilecektir korkularımız...
Oysa akışın coşkusuna katılmak gibi bir seçeneğimiz de vardır...
Bu yapabilmek için korkularımızı, endişelerimizi değil, yaşamın
yaratcı cesaret çağrısını dinlememiz gerekir...
Çünkü yaşam hüzün değil neşedir, korku değil cesarettir, durağanlık
değil harekettir...
***
Elbette “su” yalnızca özgürlüğün ve değişimin yönünde bir simge olmayabiliyor
bazen...
Su yaşamın temeliyse eğer, egemenler tarafından halkın esareti için de
kullanılması mümkün...
Bir yerlerde barajlar kurup köyleri silip süpürmek, denizlerden
borular döşeyip ekolojik yaşamı tahrip etmek, ucuna bir sayaç takıp tüm bir halkı
kontrol altında tutmak için de kullanılabilir su...
Ama en karanlık geceler ufacık bir ışıkla aydınlanır, en sağlam
zinciler bir gün gelir yıpranır, en aşılmaz setler bir küçük delikle
ufalanır...
Önümüze aşılmaz gibi görünen barajlar dikdikleri doğru!
Ama su bulur akacağı yolu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder