18 Temmuz 2012 Çarşamba

Yangın Var



Bu ülke yanıyor...
Ormanları, ağaçları yanıyor...
Örgütleri, insanları yanıyor...
Yalnız görünen şeyler değil, sadece hissederek anlaşılabilecek şeyler yanıyor...
Değirmenlik’te gerçekleşen yangında altı bin ağaç yanmış...
Altı bin ağaç...
Benim kuşağım, yangın denilince 1995’teki büyük Beşparmak yangınını hatırlamadan edemez...
Hala gözlerimin önündedir batıdan doğuya doğru hızla ilerleyen o alev çizgisi...
Budur belki de hayatımda hissettiğim ilk yoğun çaresizlik hissi..
O gün yüreğimden bir parça yanmış, kor olmuştu...
O günden beri soğutmamaya çalışıyorum o sıcak koru...
1995’de Rauf Denktaş faturayı halka çıkarmıştı...

“Ağaçların altlarını temizlemez, kuru otları orta yerde bırakırsanız böyle olur işte” diyerek çocuk gibi azarlamıştı bizi...
Sarayın bahçesindeki ağaçlardan bahseder gibi bahsetmişti koskoca ormandan...
Ve tek kelime etmemişti yangın söndürme helikopter veya uçağından...
TC ile kktc arasında yapılan anlaşmaya göre Kıbrıs’ın kuzeyinde gerçekleşen yangınların Alanya, Anamur, Silifke, Adana, Maraş ve Hatay’daki helihopterli yangın söndürme ekiplerinin sorumluluğunda olduğunu biliyor muydunuz?
Sahi okuldan fazla caminin bulunduğu bu ülkede neden bir tane bile yangın helikopteri yok?
Sahi bu ülkede neden okuldan daha fazla cami var ve bir tane bile yangın helikopteri yok?
***
Bu ülke yanıyor...
Ormanları, ağaçları yanıyor...
Örgütleri, insanları yanıyor...
Yalnız görünen şeyler değil, sadece hissederek anlaşılabilecek şeyler yanıyor...
Cami inşaatı sarmış her yanı...
Her köye en az bir cami. Hem de çifte minareli..
İlahiyat koleji yapılsın diye verilmiş 200 dönümlük arazi...
“Ülkenin en büyük camisini ben yapacağım” diyor Suat efendi...
O Suat efendi ki, bir zamanlar askerin gözdesiydi...
Gerçi asker de artık değişti... Eskiden milliyetçiydi, faşistti... Sarıklı yobaz oldu şimdi...
Ve onar onar, yüzer yüzer vatandaş yapılmakta cemaatin müritleri...
***
Bir şeyi açıklığa kavuşturalım...
Ne kadar cami yapılırsa yapılsın, ne kadar nüfus taşınırsa taşınsın, bu ülkeye gönül vermiş insanlar rağbet etmediği sürece tutunamaz hiçbir akım bu topraklarda...
Ülkü Ocakları açıldığı zaman 1990’lı yılların ilk yarısında, “Kıbrıs’ta bu tür örgütler tutmaz” demiştik.
“Bu ülkenin insanları, böyle örgütlere rağbet etmez..”
Tutmadı...
Taşıma su ile değirmen dönmedi...
Aynısını dini cemaatler için de düşünmüş olduğumu itiraf etmek isterim...
Ve şimdi yanıldığımı gördüğümü, apaçık...
Onlarca yıldır tanıdıdığım insanların, hiç beklemediğim kişilerin sakal bıraktığını, tespih salladığını, Kur’an okuduğunu, ilahi dinlediğini, takke taktığını görüyorum...
Hem de Refah Partisi döneminde para karşılığı başını kapatanlar gibi değil, inananarak, kapılarak...
***
Bu ülke yanıyor...
Ormanları, ağaçları yanıyor...
Örgütleri, insanları yanıyor...
Yalnız görünen şeyler değil, sadece hissederek anlaşılabilecek şeyler yanıyor...
Ev, araba, inşaat, para gibi maddi şeylere gereğinden fazla önem vermemiz; torpil , kayırmacılık, rekabet gibi araçlarla insani ilişkileri hızla harcamamız; bencilliğin, çıkarcılığın ve nemelazımcılığın izinden giderek birçok değeri kaybetmemiz şimdi bizi tinsel bir boşluğun eşiğine getirmiş olmasın...
Bu tinsel boşuğu doldurmak ve maddi hazlar içinde yüzerken yaşadığımız derin pişmanlıkların telafisi için, suçluluk duygusu, vicdan azabı gibi sebeplerle sarılacak dal arıyor olmayalım kendimize?
Kimisi çakralarını açmaya çalışıyor, kimisi cami açılışlarına katılıyor...
Kendi ile barışık, geleceğe umutla bakan, dinç ve dinamik toplumların işi midir bu?
Milliyetçiler pek sever anlatmayı;
“Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un kapılarına dayandığında, Ayasofya’da papazlar meleklerin cinsiyetini tartışmakta, halk da onları izlemekteymiş...”
Doğruluk payı da yok değil bu anlatılanda...
Çürüyen, çözülen, yıkılan her toplum; spritüalizme dalar, metafiziğe kapılır...
Din, büyü, ruhlar ve hacılar, hocalar, cadılarla hasbıhal eder...
Bakın Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın ve tarihte büyük uygarlıklar kurmuş tüm toplumların bir kuruluşuna bir de yıkılışına...
İlerlerkenki özgüven ve bilimden yana akılcılığı, yıkılırkenki kasvet ve dinsel çılgınlığı göreceksiniz orada...
Ve bir de yıkılışın sadece kurumlarda değil, insanların yaşamındaki çürüme ile bağlantılı olduğunu...
***
Bu ülke yanıyor...
Ormanları, ağaçları yanıyor...
Örgütleri, insanları yanıyor...
Yalnız görünen şeyler değil, sadece hissederek anlaşılabilecek şeyler yanıyor...
Ama bu yangını söndürmek gene de mümkün...
Mümkün her şeyi tersine çevirmek...
19 Temmuz’da kendisi için hiçbir şey talep etmeyenler; insanın iki ayağı üzerine dikildiği devirlerden beridir onur diye taşınan şeyi yanlarına alıp, kendilerine dayak atan polisin gözünün içine bakarak eski KTHY binası önünde toplanacaklar...
23 Temmuz’da bu ülkenin umudu, aydınlık geleceği ve aklı-vicdanı olan gençler Eğitim Bakanlığı önünde İlahiyat Koleji’ni protesto edecekler...
14 Ağustos’ta bağımsızlık ateşi yüreklerinde hala bir kor gibi yananlar, Çağlayan Parkı’nda; halkın sanatçıları ile el ele yeni bir yürüyüşe başlayacaklar...
Nadem ki umutsuzluk dayandı kapkara cüppesiyle kapımıza...
Umudun da bilinç ve vicdanı koyup çıkınına, yola koyulma zamanıdır...
Hem bu yol 14 Ağustos’ta da tamamlanacak değil...
Ufukta görünen yeni bir mücadelenin şafağıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder