Kıbrıs devrimci solu,
neredeyse ortaya çıktığı dönemden beridir hedef sıkıntısından muzdarip...
Halkı bizimle birlikte
sürükleyecek bir hedefe ihtiyacımız var...
Ama bir türlü böyle bir
hedefi tanımlayamıyoruz...
Aslında devrimci sol,
tarihinin büyük bir bölümünde bunu önüne bir sorun olarak dahi koymadı...
Bildik sloganlar, popüler
söylemler, biçimsel ritüellerle yetindik... sonra da egemenlerin gündemlerinin
peşinde sürüklendik...
Görüntüyü kurtarıp,
vaziyeti idare ettiğimiz sürece, kendimizi başarılı kabul ettik.
Zaten “kabahatli de biz
değildik”...
Suç, Denktaş’taydı!
TC’deydi! Eroğlu’ndaydı! Emperyalizmdeydi! Rejimdeydi!
Hatta bizim dışımızdaki
solculardaydı, soldaydı!
Bizim dışımızdaki herkes
ve her şeydeydi kısacası...
Bir biz kabahatsizdik,
temizdik, paktık!
Şimdilerde suçlu; AKP,
İrsen Küçük, bizleri anlamayan halk!
Ne güzel söyler Arif Hoca,
“çirkef yatağının ortasında gülistanlık olmaz” diye...
Bu çirkef yatağının
içinde, devrimci solun da daha farklı olması beklenebilir miydi?
Beklenebilirdi,
beklenebilir ve hatta beklenmeli!
***
Marcos, kendisi ile Koca
antonio arasında geçen bir olayı anlatır...
“Parmak güneşi gösterdiğinde aptallar parmağa bakar” der Marcos...
Bunu şöyle de okumak
mümkün belki; “pusula hedefi
gösterdiğinde aptallar pusulaya bakmaya devam eder.”
Koca Antonio cevap
vermekte gecikmez; “ama güneşe bakarsa da
kör olur, o yüzden güneşe bakmamakla pek de aptallık yapmış sayılmaz”...
Konuşa tartışa en sonunda
hemfikir olurlar ki; bakılması gereken yer ne parmaktır ne de güneş...
Parmakla güneş arasında
uzayıp giden ve aslında görülmeyen yola bakmak gerekir...
Bizim devrimcilerimizde
parmak bol da, güneş yok!
Güneş olmayınca yol da
yok...
Yol olmayınca, pusuladan
ne fayda!
Yapay güneşlerin, sahte
hedeflerin peşinde sürüklenip duruyor devrimcilerimiz...
***
Emperyalist çıkarların
kesişme noktasında bir ülkedir Kıbrıs, stratejik önemi paha biçilmez...
Adada sadece İngiliz’in
borusu öterken ve İngilizinkinden başka ordu yokken silahlandırıldı bu ülkenin
insanları...
Kimisi EOKA’cı oldu,
kimisi Makarios’çu...
Kimisi TMT’ci oldu, kimisi
AKEL’ci...
Ve kırdırıldılar
birbirlerine...
Başkaların çıkarları için
dövüştürülen aptallar mıydı bu insanlar? Şiddeti reddetmeyi beceremeyen
bilgisiz cahiller miydi vuruşanlar?
Eğer böyle bakıyorsa
meseleye devrimcilerimiz, daha çok işimiz var...
Kıbrıs üzerinde çıkar
kavgasına tutuşan İngiltere ve ABD; önce Yunanistan ve Türkiye’yi tayin etti
kendi adına dövüşsün diye... Sonra da Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Elenleri...
Ama tüm bunlar ne ricayla
oldu, ne emirle, ne de parayla...
Zaten var olan
çelişkilerin kaşınmasıyla oldu tüm bunlar...
O noktaya gelindikten
sonra da değil silah, çatalla bile dövüşür insanlar...
Çünkü mesele şiddeti sevip
sevmemek meselesi değildir artık...
Somut, maddi, yaşamsal bir
şeydir yani...
***
Somut, maddi ve yaşamsal
bir hedef tanımlayabiliyor muyuz Kıbrıs halkları için? Bir güneş!
BM kararları, 77-79 Doruk
Anlaşmaları, AB muktasebatı gibi şeyler değil...
Bugüne ilişkin, hayata
dair ve insanların iliklerinde hissedebilecekleri hedefler...
“Aman şiddet ne kötü” gibi
yapay bir güneş, sahte bir vicdan rahatlaması değil...
İnsanların uğruna yaşamak
isteyeceği ve çocukları onun altında yaşasın diye her bedeli ödeyeceği bir güneş...
Çünkü ancak o zaman parmak
ne yöne döneceğini bilecek... Yani hangi pusulanın işe yaradığına ancak böyle
karar verilebilecek...
Ve hedefle pusula, güneşle
parmak uyumlu mu diye ancak o zaman tartışmak mümkün olacak...
Yoksa o güne kadar pusula
fetişizminden kurtulmak mümkün olmayacak...
Kimi tek bir pusulayı
yüceltecek, kimi “hepsini kendine isteyecek”...
Ama hem anti-militarist,
hem diyalektik materyalist, hem feminist, hem ekolojist, hem kalkınmacı, hem sosyalist,
hem postmodernist, hem devrimci, hem pasifist “olan” solcuların;
koleksiyonculardan farkını kim ayırt edecek?
***
Bağlamından kopardığı
araçları, seve okşaya saklar koleksiyoncular...
Artık kullanılmak için
yaratıldığı araç olarak kullanılmadığından, kendi olmaktan çıkan nesneler
haline getirirler sakladıkları şeyleri...
Ve öldürürler...
Fikirler de yaşam
içerisinde bir hedefe dönük anlam ifade ettikleri sürece yaşayan
araçlardırlar...
Hani demişti ya monkl
kullanan sakallı ve göbekli adam:
“Filozoflar bugüne kadar dünyayı çeşitli biçimlerde
yorumladılar. Oysa aslolan onu değiştirmektir” diye...
İşte hedef yokluğunu
telafi etmek için pusula fetişizmine kapılan, gördüğü her fikri kendinin sayan
“devrimcilerimiz” de bu filozoflara benziyorlar biraz...
Fikirleri fikir olarak
seviyorlar... koleksiyonlarına ekleyip böbürleniyorlar...
Fikirlerin, dünyayı
değiştirmek için kurgulanan araçlar, pusulalar olduğunu unutuyorlar...
Hedefleri olmadığı için
pusula biriktiriyorlar...
Ve aslında hiçbir yolda
yürümüyorlar...
Üstelik bir de bununla
övünüyorlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder