Kurultay, büyük toplanma demek...
“Bir kuruluşun,
gündemindeki sorunları, temel konuları konuşmak ve yeni kurullar seçmek üzere
belli sürelerle veya gerektikçe yaptığı genel toplantı” olarak tanımlanıyor
Türk Dil Kurumu’nun Büyük Sözlük isimli eserinde...
***
Ne kadar güzel bir şey; bir fikre, kuruma, bir yola gönül
vermiş insanların, kendilerini ilgilendiren meselelerle ilgili buluşması,
konuşması, tartışması, hep birlikte kararlar alması...
Bu tür buluşmalar sadece kurultay adı altında da
yapılmıyor üstelik. Neredeyse eşanlamlı olmak üzere başka kelimeler de var
kullandığımız, günlük hayatımız içerisinde...
Meclis, Şura, Komite, Konsey, Kurul mesela...
O ünlü Sovyetler Birliği’ne ismini veren Sovyet kelimesi
“meclis, şura” demek...
İşyerlerinde çalışanların daha çok söz sahibi olması için
oluşturulan yatay mekanizmalar, genelde “konsey” olarak anılır...
Türkiye’de faşist terörün doruk noktasına çıktığı 1980’li
yıllarda, halkın kendini savunmak için oluşturduğu yapılara “Direniş
Komiteleri” deniliyordu...
Bu gibi uygulamalar demokrasinin gereği, daha fazla
insanın söz sahibi olmasının bir yolu yani...
***
Derler ki; demokrasinin beşiği Yunan şehir
devletleriymiş...
Derler ki; bütün özgür yurttaşların buluşarak tartıştığı,
konuştuğu, oyladığı ve karar aldığı doğrudan bir demokrasi uygulanırmış bu
devletçiklerde. Ve bunların arasında en demokratik olanı da Atina şehir
devletiymiş...
Gene derler ki; demokrasi diktatörlüğün zıttı,
karşıtıymış. Ve diktatörlerin olduğu yerde demokrasiden, demokrasinin olduğu
yerde diktatörlükten söz edilemezmiş...
Öyle mi acaba gerçekten?
Acaba demokrasi ile yönetilmezken, nasıl yönetiliyordu
Yunan site devletleri? Yani hangi sistemi alt etti de kendine yer buldu
demokrasi?
Bir de dünyadaki ilk demokrasi Yunan şehir devletlerinde çıktı ortaya da, bilen var mı
ilk siyasal sistemi?
Yoksa, ilk siyasal sistem olmasın demokrasinin bizzat
kendisi...
***
Şehir devletlerindeki demokrasiden söz edildiğinde,
nedense her zaman “gözden kaçanlar” olur...
Örneğin, yaklaşık 250,000 nüfusu olan Atina şehir
devletinde 100,000 köle yaşıyordu... Kölelerin özgür yurttaş sayılmadığını ve o
çok özenilen doğrudan demokrasiye dahil edilmediklerini söylemeye gerek yok
herhalde...
“150,000 kişi de fena değil” dediğinizi duyar gibi
oluyorum... Ama acele etmeyin bence...
Bu 150,000 kişinin yaklaşık 110,000’i kadınlardan ve
çocuklardan oluşuyordu ve onların da oy hakkı yoktu...
Kısacası o çok övdüğümüz “ilk demokrasi”; 40,000 yetişkin
erkeğin, toplumun geriye kalanı üzerinde kurduğu açık bir diktatörlüktü...
Bu yüzden midir bilinmez, demokrasi ve diktatörlük
beraber girdiler siyaset sahnesine...
Ve o tarihten beridir bütün siyasal saflaşmalar,
demokrasiye dahil edileceklerin sayısı ile niteliği üzerine kuruldu: Özgür
erkeklerin karşısında köleler ve kadınlar, soyluların karşısında “soysuzlar”,
zenginlerin karşısında mülksüzler...
Gene o tarihten beri hangi isim altında, hangi yaldızlı
cümlelerle tarif edilerek sunulursa sunulsun hiçbir demokrasi; toplumun
%20’sinden daha fazlasını temsil etmedi...
Her demokrasi belli bir azınlığın kendi iç demokrasisi
oldu ve halkın geriye kalanı üzerindeki diktatörlüğü... Ve her diktatörlük halkın
üzerinde diktatörlük kuranların kendi aralarında gayet demokratik ilişkiler
barındırması şeklinde gelişti...
12 Eylül diktatörlüğü bile Cunta’yı oluşturan 5 generelin
kendi aralarındaki demokratik ilişkilerle damgalıydı... Yani ayrılmaz kardeşler
gibi birbirlerini takip etti demokrasiyle diktatörlük, diktatörlükle
demokrasi...
Ve rejime demokrasi mi yoksa diktatörlük mü denileceği
sadece kimin tarafından bakıldığı ile değişti. Sözü edilen aynı rejimdi;
köleler tarafından bakılıyorsa diktatörlüktü ismi, özgür erkekler tarafından
bakılıyorsa demokrasi...
***
Ulusal Birlik Partisi, büyük bir buluşma gerçekleştirecek
yakınlarda...
Toplum bu gündemle çalkalanıyor...
Yetkili organlarını seçecek UBP ve bir de genel başkan.
Bu genel başkan aynı zamanda başbakan olacak muhtemelen. Ve bakanlar kurulunu
tayin edecek...
Ne kadar da demokratik değil mi?
Peki neler konuşuluyor bu büyük buluşma öncesi? Ekonomi,
eğitim, sağlık, ulaşım, barınma ve iletişim politikaları mı? Türkiye ile
ilişkiler, kültür-sanat alanında yapılacaklar ve barış mı?
Yoksa, delegelerin evlatcıklarına dağıtılacak işler,
peşkeş çekilecek ihalecikler, terfiler, makamlar, torpiller mi? Türkiye’nin
kimi desteklediği, işbirlikçiliği kimin daha iyi becereceği ve suratına
tükürüldüğünde kimin daha iyi gülümseyeceği mi?
Ne kadar da demokratik değil mi?
Karşımıza dikilen iki adaydan İrsen Küçük mü yoksa Ahmet
Kaşif mi birer dava insanı görünümü arzediyor?
Bütün siyasal yaşamları, yalan, dolan, dalavere, parti
değiştirme, çanta taşıma ve kişisel kariyer üzerine kurulu bu iki adayın veya
onları seçecek delegelerin hangisi toplumun geriye kalan %95’inin etki
alanında?
Ne kadar demokratik değil mi?
Aman, demokratik değil demeden önce iyice hatırlayalım,
diktatörlük ile ikiz kardeş olduğunu demokrasinin... Ve her diktatörlüğün,
demokrasisi olduğunu bir grup asalak hazır yeyicinin...
***
Ne zaman bu tür ikilemlerle karşılaşsam aklıma o bilge
deve gelir...
Ne zaman İrsen mi Ahmet mi, Eroğlu mu Küçük mü, UBP mi
CTP mi, TC mi AB mi, Melih Gökçek Parkı mı Ankara Çağlayan Parkı mı, şer mi
ehver-i şer mi gibi “seçenekler” dayatılsa; düşünmeden edemem onun
hikayesini...
Bir gün gene, yük taşıyormuş bizim deve... Aklı evvelin
birisi sormuş “ey deve, bu yükü yokuşta mı daha iyi taşırsın yoksa inişte mi”
diye...
Deve şöyle bir durmuş... “Eğer yük duracaksa benim sırtımda”
demiş, “lanet olsun düz yoluna”...
Kısacası dostlar; boş gerilmek inişmiş, düzmüş, yokuşmuş
diye...
Biz sırtımızdaki yükten kurtulmaya bakalım önce...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder