Lise yıllarımdayken “tarih” denildiğinde, aklıma Osmanlı
İmparatorluğu’nun kuruluş ve gelişme dönemi, TC’nin kuruluşu ve 1963
olaylarının anlatımı dışında bir şey gelmezdi. Bütün bunları neden öğrenmem
gerektiğini, ilerde ne işime yarayacağını veya o gün ne kadar anlamlı
olduklarını ise bilmediğimi anımsıyorum...
İlerleyen yıllarda, tarihsel olay ve kişilikleri merak
eden biri olmama rağmen; lise döneminde ısrarla ezberletilen bu başlıklardan
uzun süre uzak durdum: 1453 İstanbul’un fethi, 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a
çıkışı, 21 Aralık 1963 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sonu...
Bir dost sohbetinde şöyle bir cümle geçtiğini
anımsıyorum: “Lisede öğretilen tarih dersi değil, takvim dersi...” Olayların
takvimde hangi gün gerçekleştiğini ezberlemeye dayalı bir tarih dersini, bundan
daha iyi ifade eden bir anlatıma rastlamadım daha sonra...
***
Tarih nedir? İnsan varoluşunda nasıl bir yer tutar ve
neden önemlidir?
İnsanlık daha yazıyı icat etmeden önce sorulmaya
başlanmış; binlerce yıldan beridir de çeşitli açılardan cevaplandırılmaya
çalışılan tartışmalara neden olmuş böylesi köklü soruların yanıtı bir çırpıda
verilemez.
Ancak tarihin olup bitmiş olayların kaydedilmesinden ve
hatırlanmasından ibaret bir disiplin olmadığını veya böylesi takvimleştirilmiş
bir tarih versiyonunun anlamsızlığını; liseli bir insan dahi kolayca
anlayabilir.
İnsanın binlerce yıllık varoluşunda, yüzlerce coğrafyada,
milyarlarca insanın, onbinlerce konuda, yaptığı, söylediği, aktardığı, yıktığı,
inkar ettiği, düşündüğü, söylediği, yazdığı, uydurduğu, ürettiği, hissettiği,
tükettiği, yıktığı her şey tarihin konusudur...
Genel olarak tarihten; belli bir alanın örneğin sanatın
tarihinden veya bir sanat disiplininin mesela müziğin tarihinden; üstelik bir
müzik aleti olan gitarın tarihinden; dahası John Lennon’un gitarının tarihinden
bahsedebiliriz. Ve tabii ki, tarih işi ile meşgul olunmasının da bir tarihi
vardır, yani tarihçiliğin kendi tarihi...
***
Bu kadar büyük bir malzemenin içinden, hangi boyuta
odaklanıldığı tarihçinin tercihleri ile ilgilidir. Ve odaklanılan boyutun
içindeki hangi olayların kaydedilip hangilerinin silindiği, hangi olayların
önemli, hangi olayların önemsiz kabul edildiği ve olguların arasındaki
bağlantıların nasıl yorumlandığı da tarihçiye bağlıdır...
Bu sebeple, aslında tarihin “gerçek olaylara dayalı bir
aktarım” değil, herhangi bir romandan farkı olmayan kurgulanmış bir eser olduğu
iddia edilmiştir.
Postmodern bakış açısına göre; “herhangi bir tarihsel
aktarımın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını veya yaşananların aktarılanlardan
ibaret olup olmadığını bilemeyiz. Her öznenin farklı bir gerçek algısı vardır
ve evrensel bir tarih mümkün değildir. Bu sebeple de tarihin gerçekliği,
romanın gerçekliğinden bile daha tartışmalıdır....”
Oysa bunun postmodernistlerin kendi gerçeklik algılarından
ibaret olduğu o kadar açıktır ki...
Tarihi de bilimi de asla karşılanması mümkün olmayan
standartlarla yargılayıp, bu standartlara erişemedikleri için reddetmek, sadece
roman tadındaki postmodernizmin kurgusunda “gerçek” kabul edilebilir...
***
Her insan, bugün yapmakta olduğu bir şeyin geçmişte
yaşadığı başka bir şey ile olan bağlantısı hakkında konuşabilir. Bugünkü
arzularının, hedeflerinin, motivasyonlarının, kaygılarının ve korkularının
geçmişteki bir yaşanmışlığa dayalı tarihini çıkarmayacak kimse yoktur. Bu
kişisel tarihin, bugün ne olduğumuz ile olan bağlantısı kadar yarın ne
olabileceğimiz veya ne yapmak istediğimiz ile olan bağlantısı da hepimiz için
açıktır. Bu gerçektir...
Böylesi bir gerçekliği yaşamamış, daha sonra da
sorgulayarak veya yeni deneyimlerin ışığında revize etmemiş herhangi bir kimse
var mıdır?
Bir gün gelir ve farkederiz ki; önceki tarihimizde
önemsemediğimiz, geride bıraktığımız bir “ayrıntı”, artık o kadar önemsiz görünmüyor.
Bu ayrıntının hak ettiği önemi almasıyla birlikte, bütün yapının değiştiğini,
gelecek veya bugüne dair motivasyonlarımızın yeni boyutlar veya farklı
doğrultular kazandığını görürüz. Yani önceki gerçekliğimiz yerine başka bir
gerçekliği koyarız.
Bu durum, iki gerçeklik arasında herhangi bir bağ olmadığı
veya ikisinden birisinin daha az gerçek olduğu anlamına gelmez... Tam aksine,
“bugün”ün içinde farklı bir “yarın” olanağının belirdiği ve bunun “geçmiş”teki
nüvelerinin farklı bir anlam kazandığı anlamında gelir.
“Bilim kendini yadsıyarak ilerler” tanımlaması, tarih
bilimi için de geçerlidir.
***
Liselerde hala tarih niyetine takvim okutuluyor. Osmanlı
İmparatorluğu, TC’nin kuruluşu ve 1963 olaylarını ezberlemeye dayalı bu tarih;
milliyetçi bir yarının güvencesi olabilsin diye geçmişten damıtılarak bugüne
enjekte ediliyor...
Böylesi bir bir “bugün”e veya olası bir “yarın”a direnmek
için; mücadeleyi tarih düzleminde de sürdürme gereği bundandır.
Toplumlar ne yaşamış olduklarınan, ne yaşamak
istediklerinden ne de bugün yaşamakta olduklarından ibarettirler... “Yarın”ı
değiştirebilmenin yolu ise; “bugün” yapacaklarımızdan geçer ve “bugün”ü
anlamlandırabilmek için de “geçmiş”teki kökleri tanımamız gerekir.
İşte tarih, o köklere dair bir bilimdir. Kökü
kaybedersek, sadece bugünü değil, yarını da kaybederiz.
İşte tarih bunun için önemlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder