Mont Pelerin’de gerçekleşen görüşmelerin yaratılan
beklenti ortamına uygun olmayan bir şekilde sonuçlanması ile Kıbrıslı Türk
ilerici toplumsal muhalefetinde genel bir hayal kırıklığı oluştu.
Böylesi bir hayal kırıklığının tek sebebi Akıncı yada
Anastasiadis’in zirvedeki performansında aranmamalı. En az bunun kadar, hatta
daha fazla, içeriği bilinmeyen bir görüşme sürecine romantik manalar
yükleyerek, halkı amigo düzeyinde bir cesaretlendirme rolü için sokağa çağıran
“platformlar” da bu hayal kırıklığının mimarlarıdır.
***
Oysa, bugün devam etmekte olan görüşme sürecinin,
kategorik olarak Talat-Hristofyas döneminde yürütülenden farklı bir zeminde
kurgulandığına dair ortada hiçbir veri yoktur. Ve eğer aynı zeminde ilerlenirse,
sonucun da aynı olması muhtemeldir.
Bu durumda toplumsal muhalefetin ve barış güçlerinin
yapması gereken, görüşme sürecine amigoluk yapmak değil, sürecin zemininde bir
değişiklik için bastırmaktı.
Ne yazık ki, öngörü yoksunu olduğunu defalarca ispatlamış
örgüt yöneticileri, aynı hatayı bir kez daha tekrarlamakta beis görmedi...
Peki sürecin zemini derken kast ettiğimiz nedir ve barış
güçleri bu zemine yönelik nasıl bir tutum geliştirmeliydi? Gelin biraz bunları
konuşalım...
***
Gerek medya gerek uluslararası aktörler gerekse de iç
politikalardaki özneler, görüşme sürecine dair önümüze birçok detaydan oluşan
karmaşık bir bütün koyuyorlar: Toprak düzenlemeleri, garantiler, nüfus, yasal
mevzuat, egemenlik vs.
Süreci takip etmeye çalışırken, bu detaylarda öylesine
boğuluyoruz ki, “tarafların” pozisyonlarını motive eden felsefi
uyumsuzluklarını gözden kaçırıyoruz. Oysa hemen hemen tüm başlıklarda sıkıntı
yaratan uyumsuzluğun ana kaynağı, sorunun çözümüne yönelik “tarafların” felsefi
farklarıdır. Nedir bu fark?
Ortaklaşıldığı düşünülen “tek egemenlik, iki kurucu
devlet, tek uluslararası kimlik, iki bölgelilik ve federasyon” zeminine
tarafların iki farklı yaklaşımı var. Her iki taraf da bu zemini savunduğunu ve
bu zemine itirazı olmadığını beyan ediyor, ama kendi anladığı şekilde...
***
Kıbrıslı Elen liderliği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir
federasyona dönüştürülmesi ve “iki toplum” için iki kurucu devlet oluşturulması
ile yukardaki kriterlere ulaşılabileceği yaklaşımına sahip. Kısacası Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin bugüne kadarki tüm pratik, politik, hukuki nüveleri ile beraber
devamlılığının sağlanacağı, ancak kuzeyde oluşturulan “gayrı yasal idarenin”
bugüne kadarki fiillerinin geçersiz kalacağı bir federal proje. Kıbrıslı Elen
liderliğinin masada görüştüğü, kendi fiillerinden ne kadarından yeni
federasyonda vaz geçeceği ve kktc’nin fiillerinden ne kadarını yeni federasyon
için kabul edeceğidir.
Diğer yandan Kıbrıslı Türk liderliği de yukardaki ortak
zemini kabul etmekle birlikte, iki kurucu devlet olarak kktc ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni
görmektedir. Yani kktc’nin bugüne kadarki tüm pratik, politik, hukuki fiilleri
ile birlikte yeni federasyonun kurucu devletine dönüştüğü bir proje. Böylece
Kıbrıs Cumhuriyeti ve kktc tarafından oluşturulacak ve egemenliğini bu kurucu
devletlerden alacak bir federasyon kurulacaktır. Kıbrıslı Türk liderliğinin
masada görüştüğü kktc’nin bugüne kadarki fiillerinin hangisinden taviz
vereceğidir.
Görüldüğü gibi bir tarafta Kıbrıs Cumhuriyeti’ni
federasyona çevirmeye ve devamlılığını bu zemin üzerinden kurgulayarak kktc’yi
ortadan kaldırmaya odaklı bir federal vizyon; diğer tarafta da yeni bir
federasyon kurarken onu oluşturacak devlet olarak kktc’yi kurgulayan ve
kktc’nin devamlılığını kurgulayan bir federal vizyon vardır.
Bu iki mantık birbirine taban tabana zıttır ve hemen
hemen her başlıkta yaşanan gerilimlerin temeli, soruna farklı felsefi
noktalardan bakan iki tarafın varlığıdır.
Üstelik Anastasiadis’in yaklaşımı geçmişteki Hristofyas
yaklaşımının devamıdır. AKEL tarafından hararetle destekleniyor olmasının
nedeni de budur. Aynı şekilde Akıncı’nın yaklaşımı da geçmişteki Talat
yaklaşımının devamıdır. CTP tarafından hararetle desteklenmesi, Özdil Nami’nin
de ekibin içinde olması ve TC ile hiçbir gerilim yaşanmamasının nedeni de
budur.
Bu konu ile ilgili daha ayrıntılı bir çalışmadan bilgi
edinmek isteyenler Khora Yayınları tarafından bu ay yayınlanmış Nikolaos
Stelya’nın Liberal Federalizm isimli kitabına başvurabilirler.
***
Peki, durum bu minvaldeyken çözüm ve barış isteyen halk
güçleri ne yapmalıdır?
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Einstein’in da
dediği gibi “bir sorunu, onu yaratan bilinç düzeyinde kalarak çözemezsiniz.”
Mont Pelerin süreci başlarken çözüm ve barış güçlerinin
önemli bir kısmı tarafından yaratılan “cesaretlendirici, destekleyici,
romantik” pozisyon her anlamda yanlıştır. İçeriğini bilmediğiniz bir görüşmeyi
cesaretlendirmek, müdahil olmadığınız bir sürece dair halkta duygu birikimleri
yaratmak çok tehlikeli bir siyaset yapma biçimidir. Cesaretlendirilen veya
desteklenen yaklaşım hangi yaklaşımdır? Akıncı’nın yaklaşımı mı, yoksa
Anastasiadis’in yaklaşımı mı? Çünkü iki yaklaşım felsefi farklar taşırken her
ikisini de desteklemek mümkün değildir.
Velev ki, bu pozisyon barış istenci adı altında ama
gerçekte iç politikaya dönük bir yatırım olsun...
Ola ki bir ortak zemin yakalanırsa görüşmelerin dışında
kalmış öznelere puan kazandırmak veya görüşmeler çökerse “onlar yapamadı biz
yaparız” diyerek yeniden eski güzel “iktidar” günlerine dönmek...
2004’te halkın duygularını manipüle ederek kendine
hükümet yolunu açanların 12 yıl sonra aynı senaryoyu bir kez daha
yaratabileceklerini düşünmüş olmaları muhtemel... Eğer durum buysa, her ihtiyaç
anında bu öznelerin yardımına koşmakta teraddüt etmeyen ve hep aynı siyasete
can simidi olan sendika, demokratik kitle örgütü ve parti yöneticilerinin
meşruluğu ve samimiyeti ciddi bir sorgulamaya muhtaç demektir.
***
Diğer yandan, halk güçleri açısından ortada çok daha
ciddi bir mesele vardır: Görüşme sürecini destekleyen veya kendi dışındaki özneleri
“cesaretlendiren” bir pozisyondan, sürece müdahale eden bir taraf pozisyonuna
yükselmek...
Bunu yapmanın yolu ise “taraflar” arasına bir taraf
olarak katılmaktan geçer. Bu illa ki masaya katılmak anlamına gelmez. Halkın
masası sokaktır... Ve egemenlerin masasının üstünde durduğu zemin de
sokaktır...
Önemli olan halkın sokakta ne söylediği, ne yaptığıdır. Hiçbir
masa, ne istediğini ve ne yaptığını bilen bir sokağı berhava edemez...
Onyıllardır mücadelesini verdiğimiz emek, adalet,
ekoloji, toplumsal cinsiyet meselelerini barış görüşmelerinden sonra
çözümlenecek tali meseleler olarak kurgulayan ve Mont Pelerin’in gündeme
gelmesi ile asli işlerini ikinci plana alarak sokağı masaya tabi kılan
toplumsal muhalefetin hatası da buradadır.
Özelde sendikalaşma, taş ocaklarından nükleer santral
meselesine ekolojik sorunlar, kadına yönelik şiddete karşı mücadele gibi mücadele
alanlarını “barıştan sonra” çözülecek diye ertelemek, bize üçüncü bir “taraf”
olma şansı vermez. Oysa “barış” ancak bu mücadele başlıklarını sokakta
yükselterek egemenlerin masasına bu talepler doğrultusunda müdahele ederek,
müzakere sürecini mücadele sürecine çevirerek mümkün olacaktır.
***
Müzakereler bitmiş değildir, devam edecektir.
Şimdi, yapay ümitler yaratanların yapay sızlanmalarına
empati yapmanın veya bir yükselip bir alçalan ruh hallerini takip ederek
sinirlerimizi yıpratmanın zamanı değil...
Şimdi zaman, ekoloji, toplumsal cinsiyet eşitliği ve emek
mücadelesini yükseltmenin ve masaya sokaktan müdahale ederek, müzakere sürecini
mücadele sürecine çevirmenin; halkın tarafını yaratmanın zamanıdır...
“Bu ata atlayacak yürek, bu kabzaya bilek gerek...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder