1 Temmuz 2018 Pazar

Kaşıntı, Merak, Ölüm ve Yaşam

Yıllar önce yeni doğmuş kızım mışıl mışıl uyurken, aklıma gelen “ya şimdi bir yerleri kaşınır da kendi kendini kaşıyamazsa” şeklindeki düşünceyle irkildiğimi hatırlıyorum... İnsan herhangi bir sebepten kaşınabilir; sinek ısırığı, bir organını sürekli aynı şekilde tutmak veya toz, ter gibi en doğal sebepler kaşıntıya neden olabilir. Kaşındığımızda, elimizi kaşınan yere götürür ve tırnaklarımızı cildimizin üzerinde hareket ettiririz. O ne hoş bir rahatlama hissidir, nasıl güzel bir duygudur... Kaşınma ihtiyacı duyduğumuz halde  kaşınamasaydık kim bilir bizim için nasıl bir kabus olurdu...

Peki amaçlı hareketler yapamayan bir bebek, kaşıntı hissettiğinde ne olur? Üstelik, konuşamadığı için bunu ifade etmesi ve birinden yardım istemesi de mümkün değil!
Endişemin tamamen gereksiz olduğunu öğrendiğimde, hem rahatlamış hem de şaşırmıştım. Bebeklerin ısıyı, soğuğu, ağrıyı, kaşınmayı ve buna benzer kendi kendilerine çözümleyemeyecekleri birçok sorunu yetişkinler gibi algılamadıklarını veya çok çok düşük seviyelerde algıladıklarını öğrenmek benim için yepyeni bir şeydi.
Böylece farkettim ki, evrimimiz bizi yaşam boyu yüzleşeceğimiz sıkıntılara doğuştan itibaren hazırlıyor. Bebeklikte ve hatta çocuklukta çok yüksek olan ağrı eşiğimizin, olgunluk dönemimizde düşüp yaşlılıkta yeniden yükselmesi bunun sadece ufak bir parçası. Çünkü başlangıçta bizi hayata hazırlayan bu önlem, yaşamımızın sonlarında da ölüme daha dayanıklı kılıyor...
Yaşlılıkta karşılaşılan ağrıları daha katlanılabilir kılmak üzere, vücudumuz kendini hazırlarken, ölüm yaklaştıkça bedenimiz de buna göre düzenleniyor. Önceden duyulur olan duyulmaz, önceden hissedilir olan hissedilmez hale gelirken, önceden katlanılamaz olan artık daha katlanılabilir bir hale gelmiş oluyor.
***
Ölüme hazırlananın sadece beden olmadığını, kişinin bilincinin de ölüm yaklaştıkça bununla baş etmek için çeşitli önlemler geliştirdiğini farketmek, benim bu düzlemde yaşadığım ikinci şaşkınlığın vesilesi oldu. Yıllar geçtikçe, uzun zamandır tanıdığım birçok insanın daha az meraklı, daha az şaşıran, daha heyecansız bir yapıya bürünmesini izlemek benim için hem üzücü hem de inanılmaz bir şeydi.
İnsanlar yaşlandıkça, “bu hep böyleydi zaten”, “niye şaşırıyorsun, beklenmedik bir şey değil bu”, “normaldir” gibi cümleleri daha çok kuruyorlar, heyecan duygusuna mesafeli yaklaşıyorlar. Bir süre sonra hayat insanlar için içerisinde yeni ve şaşırtıcı şeyler barındırmayan sıradan bir olgu haline geliyor. Beş yaşında bir çocuğun kelebek gördüğünde nasıl davrandığını gözünüzün önüne getirin, sonra da yetişkin bir insanın benzer bir durumdaki tepkisini düşünün. Yaşamın yitimi, hangisi için daha acı bir kayıp olurdu?
Önce “yeni fikirlere yaklaşım” gibi düşünce dünyasına ait olgular etkileniyor bundan, bir süre sonra da fiziki dünyaya ilişkin merak yitimi yaşanıyor. Belki seyahat etmek gibi mekan değişiklikleri, daha uzun bir süre merak ve heyecan nesnesi olabiliyor ancak bunlar da eninde  sonunda “bilindik mekanların farklı çeşitleri” olarak sınıflandırılıp önemini kaybediyor. Varılan yerde, “farklı coğrafyalarda aşağı yukarı benzer yaşamların devam ettiği” üstelik bunun “geçmişte de bu şekilde olduğu” duygusu hakim hale geliyor. Böylece huzurlu bir ölümün kapıları önümüzde ardına kadar açılmış oluyor. Her şeyi biliyorsak, hiçbir şey değişmiyorsa, öldüğümüzde eksik kalacak bir şey yoksa, bu dünyadak işimiz de tamamlanmış demek değil midir hem?
Zaten sıradan olan her şey gibi, yaşam da bir süre sonra sıkıcı hale geliyor... Zamanı gelince ölmek gerektiğini düşünen gençler, ve uzun bir ömürden sonra herhangi bir sağlık sorunu olmadığı halde yaşamaktan sıkılan  yaşlıların varlığı ne yazık ki inkar edilemez bir gerçek...
Belli ki, hem bedenimiz hem de zihnimiz aracılığı ile kaçınılmaz olan ölüme hazırlanmak evrimimizin parçası. Üstelik gerekli bir parçası... Nasıl kaşındığımızda kaşıyamıyorsak, kaşındığımızı hissetmemek fiziksel açıdan en iyisiyse; ölümü engelleyemiyorsak da yaşamın renklerini daha soluk görmemiz duygusal açıdan daha iyi olsa gerek...
Ancak nasıl bebekken sinek ısırığını hissetmememiz, ısırıldığımız gerçeğini değiştirmiyorsa; yaşama dair merak duygumuzu yitirmemiz de yaşamın milyonlarca yıl yaşasak bile bitirilemeyecek sonsuz zenginliklerle dolu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunlar bizim görüş alanımızdan çıkıyorlar, o kadar...
***
Bu bilgi ile ne yapabiliriz? Yuvasında uyuyan bebeğin kaşınmak istiyor olabileceğinden endişelenmeyebiliriz mesela, ki yaşayan bilir az bir şey değildir bu... Ya da kanat çırpan kelebeğin ardından koşmayı deneyebiliriz biz de, merak etmesek de sırf meraklı çocuğun merakını örselememek için...
Veya yeni bir fikiri heyecanla derinleştiren dostumuzun yüzüne ölümün soğuk suratıyla bakıp “çok mu şaşırdın” demeyebiliriz. Biz şaşırmasak da, yaşamı güzelleştirenin şaşıranların şaşkınlığı olduğunun ve bizdekinin ölüme yaklaşmaktan kaynaklı bir merak yitiminden ibaret olduğunun bilinciyle...

Çünkü endişeye mahal yok, eninde sonunda öleceğiz. Ve yaşam bize hep aynı gelse de, bizden önce olduğu gibi bizden sonra da her gün gümbür gümbür yenilenecek... Ona kendinden bir şeyler katanlar ise acıyı hissedenler, merak edenler ve şaşırmaya devam edenler olacak...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder