Hemen, bir an önce
sat ve kurtul.
Nerede ve nasıl mı
satmalısın?
Piyasa seni bulacak
merak etme!
Ondan sonrası daha
kolaydır.” (1)
‘Özelleştirme’; son on yıldır ‘globalleşme’, ‘teknolojik
devrim’, ‘medya’ vb. laflar gibi yoğun olarak işittiğimiz bir kelime. 2-3
yıldır da siyasi ve ekonomik yaşamımıza girmiş durumda (MENAR, Elektrik Kurumu,
Kooperatif vs.)
Özelleştirme tartışmaları, devletin küçültülmesi söylemi
ile at başı gidiyor. Klasik burjuva iktisadında bırakalım devletin
küçültülmesini, aslında devlete yer bile yoktur. Toplum ‘piyasa’ya
indirgenmiştir ve her şeyi ‘piyasanın görünmeyen elleri’ düzenler. Oysa
liberalizmin yaşanan tarihinde böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. 1929’daki
büyük bunalımla birlikte burjuvazi devlete sığınmış, bu sığınmanın ismi de
sosyal devlet olmuştur.
Aynı şekilde; az gelişmiş (gelişnekte olan, aslında
gelişmemekte olan) ve hiçbir zaman gelişemeyecek olan 3. Dünya Ülkelerinde
yerel burjuvazilerin yaratılması yolunda ulus devletler görevlendirilmiş, KİT
vb. kuruluşlarla sermaye yaratılmasına başlanmıştır. Yani liberalizm ta baştan
devletle el-ele doğmuş ve büyümüştür. Hatta I. ve II. Dünya savaşları çeşitli
ülke burjuvazileri adına, o ülkelerinin devletlerinin, dünya piyasasını
paylaşım savaşlarıdır.
1980’li yıllarla birlikte SSCB “tehtitinin” ortadan
kalkması, ve vahşileşerek büyüyen sermayenin daha denetimsiz pazarlara olan
ihtiyacının artması, ‘ulus devleti’ gereksiz kılmıştır. Tüm bu gelişmelerin
sonucu olarak da; özeleştirme (yeniden liberalizm) gündemimize sokulmuştur. Artık
her yerde piyasanın sihirli nimetlerini dinliyor, devletin küçültülmesi, özel
teşebbüs, karlılık, yüksek verim, sermayenin tabana yayılması, ihracata dönük
ekonomi, gümrük duvarlarının kaldırılması naralarına kulak veriyoruz.
Tüm bunlara global düzeyde cevap vermek bu yazının konusu
değildir. bu yazının konusu daha çok, “Kıbrıs’ta özelleştirme nasıl işliyor?”
sorusuna verilecek cevapta aranmalıdır. Ancak yine de şunu söyleyebilirim ki;
bir taraftan silah satım ve alımındaki yüksek oranlar, bir taraftan da devleti
küçültmekten bahsedenler pek de uyumlu bir birliktelik arzetmiyorlar. Ayrıca sermayeyi
tabana yaymak söylemi de kof bir hayalden öteye bir şey değildir. hele hele
dünyanın en büyük 5 çok uluslu şirketinin yıllık cirosunun, tüm Ortadoğu ve
Kuzey Afrika ülkelerinin gelirinden fazla olduğu bugünkü koşullarda. (2)
ÇATI’nın Kasım sayısında, Yasa arkadaşın sorup da cevap
vermekten kaçındığı iki soru var; oysa bence bu sorular tam da özelleştirme
tartışmalarının can damarıdırlar: “Özelleştirmeyi kimler ister / kimler
istemez?” Bu sorulara cevap vermeye çalışmadan girişilecek bir tartışmada elde
edilecek “verim”in dereceleri konusunda ciddi şüphelerim vardır.
Özelleştirmeyi
Kimler İster?
Özelleştirmeyi kimler ister sorusunun cevabı çok açıktır.
Özelleştirmeyi ondan en çok fayda bulacak olanlar ister. Bunlar tabii ki
burjuvalar, sermayedarlardır. Sıradan bir işçinin, köylünün veya memurun bir
sabah kalktığında birden bire özelleştirmenin olması gerektiğ kanaatine
vardığını veya varabileceğni düşünmek ne kadar mantıklıdır? Hem de bir toplumun
büyük bir kesiminin özelleştirme kelimesinin ne demek olduğunu bile bilmediği
bir ortamda.
Çıkarları özelleştirmeden yana olanlar; zaten TV’leri,
radyoları, gazeteleri ellerinde bulunduranlardır. Ve kendi çıkarlarını toplumun
çıkarıymış gibi lanse etmeyi, uzun süreden beri çok iyi becermektedirler. “Her
tarihsel durumda egemen sınıfın düşünceleri, egemen düşüncelerdir.” (3)
Koskoca bir hayatı, arz-talep eğrileri, gayrı safi milli
hasıma (GSMH), kar, verimlilik şeklinde açıklamaya çalışanlar, burjuvalar,
kapitalist sınıf, Vietnam’a, Kore’ye, Nikaragua’ya, Irak’a, somali’ye asker
çıkaranlar en büyük özelleştirme savunucularıdırlar.
Tabii bu arada KİT’lere asalak gibi yapışarak zenginleşen
ve artık bunları kendi mülkiyetine geçirerek daha da zenginleşmek isteyen
bürokratları unutmak, onlara haksızlık etmek olurç
Özelleştirmeyi
Kimler İstemez?
“Özelleştirmeyi Kimler İstemez?” sorusuna yanıt verirken
azami ölçüde dikkatli olmalıyız. Özellleştirmeyi istememek veya doğru bulmamak
demek, devlet sektörünü tercih etmek veya bugünkü durumdan memnun olmak demek
değildir.
Devlet sektörü ve özel sektör; bu iki “tercih” noktası dışında
veya bunlara alternatif bir tercih yokmuş gibi davranmak, tüm sosyal bilimleri
reddetmektir. Bizler biliyoruz ki; siyaset sahnesine yükselen her sınıf, kendi
yaşamsal ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretir. Devlet-özel ayrımı tarih
boyunca burjuva üretim tarzının dayattığı iki ayrımdır. Burjuvazi, işine
gelince devletleştirme, işine gelince (özelleştirme uygulamalarını hayata
geçirmiştir ve bunların ikisi de liberalizme uygun seçeneklerdir. Bu noktada
bizlerin yapacağı şey, neo-liberalizme karşı Keynesçi Liberalizmi (Devletçi)
tercih etmek olmamalıdır. Bizler (eğer farklı kaygılarımız varsa) ekonomiyi de,
politikayı da gelişmekte olan ve çökmekte olan sınıflar bağlamında ve elbette
ki tarihsel bütünlüğü içerisinde kavramalıyız. Ve üreteceğimiz politikalar da
bu çerçevede olmalıdır.
Neo-liberalizm – Keynesçi Liberalizm ayrımında,
neo-liberalizmin safını tutarak verilen bir yanıt olan Yasa’nın yanıtı “sendikalar
istemez, güçsüz oldukları için” bu anlamda doğrudur.
Oysa cevaplandırmaya çalıştığımız her soruda bizlerin
kalkış noktası; işçilerin, memurların, hayatını kendi emeği ile kazanan
insanların, yani emekçilerin kalkış noktası ile aynı olmak zorundadır.
Hiç durmadan verimlilikten ve kardan bahsedilmektedir. Bunları
hayata geçirenler, kapitalistlerin cebine akıtanlar kimlerdir? Tabii ki
emekçiler. Buna rağmen özelleştirme tartışmalarında onlardan hiç
bahsedilmemektedir. (Emekçi Halkın Kitle Partisi!? CTP dahil kimse.) Acaba
bunun nedeni, ekonomistlerimizin gözünde, emekçilerin fabrikalardaki
makinelerden bir farkı olmaması mıdır? (Oysa artı değerin kaynağı makineler
değil, iş gücüdür.)
Peki özelleştirme yapılınca kar nasıl artacak?
Şöyle, işten atma, ücret düşürme, bütün bunlardan önce de
sendikasızlaştırma yoluyla (patronun kendi malı, ister atar ister satar!)
Böyle bir ortamda, hangi emekçi özelleştirmeyi
savunabilir ki? Oysa Yasa şöyle demektedir: “Devlet sektöründe sendika hakkı,
iş garantisi var. Oysa özel sektörde sendikalar mücadele vermek zorunda çünkü
böyle bir garantileri yok.” Çok güzel bir ifşaat. Eğer özelleştirmenin anlamı
ve amacı bu ise açık açık söylenmelidir: İşten atma hakkı, sendikasız ve düşük
ücretle işçi çalıştırma hakkı. Ne yazık ki tüm özelleştirmeciler Yasa kadar
açık yürekli olamıyor. Öyle olsalardı, her gün TV’lerden bangır bangır
dinlediğimiz özelleştirme reklamlarında bunları da söylerlerdi. Neden söylemiyorlar
sahi?
Bunların yerine “zarar eden KİT’leri satmak”tan
bahsediyorlar. Zarar etmekte olan bir yapıyı satın alması için, özel sektörün
aşırı derecede saf (öteki ismiyle aptal) olması gerekmez mi? Yok eğer bu
yapılar, biraz yatırımla kara geçeceklerse, bunu niye devlet yapmıyor? Yoksa zarar
etmeleri milli çıkarlarımıza! daha mı uygun? Tüm bu söyledikleriyle çocukları
bile kandıramadıklarının farkında değiller mi?
Esasında kapitalist sistem devam edecek olduktan sonra,
devlet-özel tartışması! emekçiler düzeleminde anlamsızdır. Fabrikalar,
işyerleri, doğal olarak onlara kimler emek veriyorsa onların olmalıdır. Yoksa asalaklar
arasında (devlet-özel) bir seçim yapmanın hiçbir mantığı yoktur.
Mülikyet devlette olmuş, özelde olmuş ne farkeder?
Mülkiyet var olduktan sonra...
Neo-liberallerimiz hiç durmadan devleti küçültmekten
bahsediyorlar. Bu bizim en son itiraz edeceğimiz şeydir. Devlet küçülsün, hatta
yok olsun.
Devlet okullarda müfredatı belirliyor. Özel okul-devlet
okulu farketmeden çocuklarımızın beyinlerine neler sokacağına devlet karar
veriyor. Oysa yine devlet okulu-özel okul farketmeden kitap paraları ve her
türlü araç-gereç çocukların aileleri tarafından karşılanıyor. Şimdi devleti
küçültmekten bahsedenleri; sözlerinde samimi olmaya çağırıyoruz. Müfredatlardan
ellerinizi çekin, devleti küçültün!
Son tahlilde ne özel mülkiyet ne de devlet mülkiyeti
emekçilerin amacıdır. Emekçilerin çıkarı, herkesin kendi bulunduğu üretim
bölgesinde söz-yetki-karar haklarına sahip olduğu, şeffaf, kar için değil “zevk”
için üretim yapılan demokratik iş yerlerindedir.
O zaman en baştaki soruya şimdi cevap verebiliriz. Özelleştirmeyi
bizler istemiyoruz.
Tüm bu söylenenlerden sonra bir de yaşanan gerçeklere
bakalım.
Bizim Ülkemizde
Özelleştirme Nasıl İşliyor?
Cevap vermek hiç de zor değil!
1-) Özelleştirme
devleti Büyütüyor
Devlet bir kurum olarak; egemen sınıfların ideolojik ve
politik aygıtıdır. Bu anlamda sömürücü sınıfları büyütecek her türlü eylem,
devleti de büyütür.
Yukarda verdiğimiz örnekteki gibi (okullar), özelleştirme
ile birlikte devletin etkinliğinin ve gücünün artmadığı tek bir örnek
gösterilemez.
2-) Ülkemizde Özelleştirme
Devlet Eli ile İşliyor
3. Dünya’da özelleştirme uygulamaları, devlet politikası
haline gelmiştir. Ve bu anlamda da devlet-özel elele vermişlerdir.
Özelleştirme reklamlarını devletin yapması, özel
firmaları ikna etmek için çeşitli girişimlerde bulunması, özelleştirme
uygulamalarını protsto edenlere baskılar, tutklamalar ve coplamalar hep devlet
tarafından, özel sektör lehine yapılmaktadır. Bazıları hala devleti
küçültmekten bahsederken, devlet copla kafamızı kıracak kadar büyüktür.
3-) Bizde
Özelleştirme Sendikasızlaştırma Şeklinde İşliyor
Özel sektörün yaptığı ilk icraat sendikasızlaştırma
oluyor. İşçilerin kazanılmış tüm hakları, sorgusuz sualsiz ellerinden alınırken
toplu sözleşme-grev hakları yok sayılıyor.
4-) Bizde Özelleştirme
İşten Atılma Şeklinde İşliyor
Sendikasız, direnme şansı olmayan insanları işten
atmaktan daha kolay bir şey yoktur. Kar artarken işsizler ordusu da büyüyor.
5-) Kuzey Kıbrıs’ta
Özelleştirmenin sonucu GÖÇ’tür
Kendi ülkesinde insanca yaşayamayan insanlar, elbette ki
çözümü başka yerlere ‘kaçmakta’ bulacaklardır. İşsiz insanların göç etmeleri
mucize sayılmamalı. Ve bu sonuç (GÖÇ) özelleştirmenin dolaylı değil doğrudan
sonucudur. Denilebilir ki, özelleştirme bizim ülkemizde göç demektir ve bu
bilinçli bir politikadır.
6-) Kuzey Kıbrıs’ta
Özelleştirmenin Sonucu İnsansızlaştırmadır
Yakın gelecekte K. Kıbrıs’ta Kıbrıslı türk kalmayacaktır.
Bu, hızla devam eden göçün en doğal sonucu olacaktır. Aslında göç olgusu iyice
incelendiğinde görülecektir ki, göç edenler arasında Türkiye’den Kıbrıs’a
yerleşmiş insanlar önemli bir yüzde tutuyorlar. Kıbrıs bir sıçrama tahtası
haline gelmiştir.
Her yıl daha az ürün veren portokal bahçeleri, gittikçe
çölleşen Mesarya, bir zamanlar 2000 çeşit ot yetişen şimdi ise hayvancılığın
bile ölme noktasına geldiği sapsarı bir ada. Burası olsa olsa askeri bir üs
olur. İnsansızlaştırma işte budur.
Özelleştirme savunucuları ise, bundan şikayet etme
hakkına sahip en son insanlardırlar. Artık geldiğimiz noktada tercih, ideolojik
bir tercih değil, ahlaki bir tercihtir.
7-) Özelleştirme
Entegrasyon Demektir
Satılan firmaların kimlere satıldığına bakmak, bunu
görmek için yeterlidir. Ve özelleştirme bu ülkede tam da bu anlatılanlar
demektir.
Hiç kimse batı demokrasilerinden, burjuva liberalizminden
bahsederek zihin bulandırmasın. K.Kıbrıs bir 3. Dünya ülkesidir ve burada
özelleştirme böyle uygulanır. Özelleştirmeye evet diyen, entegrasyona evet
demiştir. (2x2=4)
Gerçekleri görmek için hiç de geç kalmış değiliz. Yapmamız
gereken ilk şey; durduğumuz noktayı yeniden değerlendirmektir. Bu lkede yaşamak
ve bu ülkede üretmek, kendi alternatifini yaratmak sorumluluğunu da birlikte
getirir. Ötesi yokoluştur.
Söz-yetki ve karar hakları, emekçilerin üretimden gelen
haklarıdır. O zaman, toplumsal zenginliği; kişi başına düşen KİTAP, kişi başına
düşen AĞAÇ, kişi başına düşen SEVGİ, kişi başına düşen OKSİJEN ile ölçenler;
özgürlüğü, özgürlük hakkını her türlü servetin, paranın ve iktidar hırsının
üzerinde görenler, yani hala daha insan olanlar, bir an önce birleşmek ve bu
gidişe yeter demek durumundadırlar. Başka çare yoktur.
Hala daha “verimlilik, verimlilik” diye tutturanlarınız
varsa şunu da belirmeliyim ki bdünyadaki en büyük verimlilik ve büyümeFranco
İspanyası, Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyasında yakalanmıştır. Eğer bütün
amacımız verimlilik ve büyüme ise, hiç başka ayrıntılara girişmeden doğrudan
faşizmi kurmak amacımıza ulaşmak bakımından daha kolay olacaktır.
Oysa biz “insanlar feda edilemez, edilmemelidirler”
demekteyiz. Bu bir çağrıdır; insanları feda etmeyelim.
Yoksa siz,
-Polis copu ile uygulanan özelleştirmeyi mi
savunuyorsunuz?
-İnsanların yaşam haklarının sözde kar, sözde verim adına
yok edilmesini mi savunuyorsunuz?
- Sendikasız çalıştırmayı, işçi kıyımını mı
savunuyorsunuz?
- İşsiz kalan, kendi ülkesinde kendi kurumlarından
kovulan insanların göç etmesine mi sebep oluyorsunuz?
- Ve tüm bunları yaparken gerekçeniz özgürlük mü?
(Liberation)
O zaman siz: Liberalsiniz.
Yetmez, neo-liberalsiniz.
Yani, insanların yaşama, çalışma ve mutlu olma haklarına
kar ve verimlilik için kolayca sırtınızı dönebilir, bunları görmezden
gelebilirsiniz. Yani sizin için en önemli iki şey ‘üretim’ ve ‘tüketim’dir.
Eh “tarihin sonunun geldiği”, “ideolojilerin öldüğü” bir
dünyada, tüketim kültürünün kalk borusu da ancak neo-liberaller tarafından
çalınabilirdi. TÜKENENE KADAR TÜKETİN!
Elhamdülillah
Liberaliz...
(1) Genç Bir İşadamına, Emre Yılmaz, İlkkaynak Yayınları,
1996
(2) Sömürgecilik, Emperyalizm, Küreselleşme, Fikret
Başkaya, Öteki Yayınları, 1995
(3) Karl Marx
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder