2 Şubat 1999 Salı

Düşündüm


Güneş, her zamanki kayıtsızlığıyla gökyüzünde yükseliyordu. Kuşlar erkenden kalkmış, sıcak ama nemli bu ilkbahar gününe şarkılarıyla eşlik ediyorlardı. Benim sınavım vardı ve 1.5 satlik bir otobüs yolculuğuyla ulaşabileceğim sınav yerimde 1.5 saat boyunca cevaplamaya çalışacağım sınav soruları, belkide 1 hafta önceden hazırlanmıştı ve beni bekliyorlardı.

Kahvaltımı yaptım, nasıl giyineceğime karar vermek için bahçeye çıktım. Hava nemliydi ama güneşli bir gün olacaktı. Kuzey batı’da bulut yoktu ve güneş kendinden emin, yükseliyordu. Nasıl giyineceğim, ne giyeceğimden önemliydi. Güzel giyinmektense rahat giyinmek, çarpıcı olmaktansa güvenli olmak benim giyinirken yaptığım tercihlerdir. Giyindim…
Omuzuma sırtladığım çantam, içinde uzun otobüs yolculuğunda bana arkadaşlık edecek kitabım ve sınav sırasında bana yardımcı olacak kalem, silgi vb. gereçlerimle hazır ve kendine güvenli bir şekilde ilk randevuma, otobüsüme yetişmek için sık ama sakin adımlarla yola çıktım.
Sokaklar gecenin yorgunluğunu çoktan üzerlerinden atmış, diri ve hazır bir şekilde uzanıyorlardı önümde.
Birbirleriyle konuşmadan hep aynı saatte aynı otobüste, aynı yüz ifadesiyle geleceği, geçmişi veya bugünü düşünerek içlerini karartan insanlarla yolculuğuma başladım. Artık yoldaştık, belki de değildik. Bu sadece geçici bir yoldaşlıktı, bu bizim tercihimiz değildi ve aynı otobüste bulunmamızın nedeni, aynı hedefe ulaşmak istememiz değil, otobüsün elimizde bulunan tek araç olmasıydı. Anlamsız bakışlarımız dışında hiçbirşey paylaşmadık.
Otobüslerin, kantinlerin, kampüslerin, yolların ve insanların toplu olarak bulundukları yerlerin ne kadar ruhsuz ve insanlıktan uzak olduklarını düşündüm. İnsanlar bulundukları yerleri insandışılaştırıyorlardı. Kitabıma daldım…
Otobüs son durağa geldiğinde, aynı otobüste bulunmak dışında hiçbir paylaşımımız bulunmayan insanlarla, birlikteoluş gerekçemiz de ortadan kalkmıştı. Dağıldık…
Sınav salonu kalabalıktı. Yüzlerce insan ellerine beyaz kaplı kitaplarla bazı şeyleri tekrar etmeye çalışıyorlar, takıldıkça yanlarındaki arkdaşların danışıyorlar, kendilerini bekleyen sorgulamanın nasıl birşey olacağını tahmin etmeye çalışıyorlardı.
GECEYİ NASIL GEÇİRMİŞLERDİ? KAHVALTIDA NE YEMİŞLERDİ? SINAVDAN SONRA NE YAPACAKLARDI? VE AÇ-EVSİZ İNSANLAR HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORLARDI? YANLARINDAKİ ARKADAŞLARININ PARAYA İHTİYACI VAR MIYDI? ÜZGÜNMÜYDÜ? SEVİNÇLİ MİYDİ? KIZ/ERKEK ARKADAŞIYLA ARASI NASILDI?
BUNLARI BİLİYORLAR MIYDI?
VE TÜM BU İNSANLAR BUNLARI UMURSUYORLAR MIYDI?
Sınav sorularının bunlardan oluşması gerektiğini düşündüm…

İnsanlar arası iletişimsizliğin boyutları, bireylerin kendi kendileriyle bile iletişim kuramamalarına yol açıyor. Kendimizi birer araç olarak görmeye başladık. Bizlerin belirlemediği, kimin belirlediğini de bilmediğimiz hedeflerimiz var ve bunlara ulaşmak için bedenlerimizi, zihinlerimizi yarıştırıyoruz. Sonuçta bu hedeflere ulaşınca hedef tahtasına varmış bir okun duyduğu “doyumdan” farklı bir doyum duyacağımızdan şüpheliyim. Hedefi 12’den vuran bir okla tahtanın en köşesine saplanan bir ok arasında ne fark vardır sizce? 12’den vuran atıcısına daha çok puan kazandırıyor ama sonuç, ok açısından, ne farkettiriyor? Bir oktan ne farkımız olduğunu merak ettiğimi düşündüm…
Yarışmak bizim için bir yaşam biçimi haline geldi. Hedef önemli değil, ne de kullandığımız yöntem. Bizzat yarışmak hedef haline geldi ve en ufak bir şeyden, zafer ve yarışma hazzı almaya çalışıyoruz. Uyuşturucu gibi birşey bu, aldıkça dah fazla istiyorsun ve artık sen ona değil, o sana hükmetmeye başlıyor.

Sınavdan çıktım. Bildiklerimi yapmıştım. Bilmediğim yoktu. Benim bildiklerim “kabul edilirse” ‘bilinen’ statüsüne erişeceklerdi. Çünkü yetkili şahıs, öğretmen, aramızda “bildiği” garanti olan tek otoriteydi. Dolayısıyla kararı da o verecekti. Kendimi ona benzetmek için verdiğim çabanın ne kadar verimli olduğunun ölçüsü de onun tarafından odasının kapısına asılacaktı. Beklemeliydim…
İki gün önceki sınavımın sonucu çıkmıştı ve ne kadar “bildiğimi” merak ettim. Sonuç olumluydu. Uslu çocuktum ve 30 üzerinden 29 “biliyordum”. Olayın ne kadar saçma olduğunu bildiğiniz halde bir mutluluk hissi yayılıyor bedeninize. Uyuşturucu almak gibi. Bağımlı olup olmadığımı düşündüm…
Yanımda kendi notuna bakan kız “kaç almışsın?” diye sordu… Aramızdaki ilk iletişimdi bu ve “adın ne?” dememişti veya “nasılsın?”… Bugün sabah birşey yeyip yemediğimi, başımın ağrıyıp ağrımadığını vs vs. umursamıyordu… Kaç aldığımı umursuyordu…
“Kaç almışsın?” diye sordu. “Yirmi dokuz” dedim, bu soruyl daha en az elli kez karşılaşacağımı bilen bıkkın bir sesle.
Şaşırdı… Sevinmem hatta övünmem gerektiğini düşünmüştü ve ben zafer kazanmış bir havada değildim.
Benim için sevindiğini söyledi, yapmacık bir edayla. Benim için niye sevinmişti? Beni tanımıyordu ve tanımak da umrunda değildi. Ben sadece onun kendini ölçebileceği bir ölçü birimiydim. İnsan bir nesne için, bir cetvel için sevinir mi?
Ve sonra kendi notunu söyleyerek yürüdü gitti. Merak ettiğimi düşünmüş olmalı. Oysa umrumda bile değildi notu… Runda’daki katliamla ilgili düşünceleri ve ne yapmayı planladığı beni daha çok ilgilendiriyordu ama sormadım…

Akşam eve vardığımda, insanların birbirlerini geçtiklerini, geçildiklerini ama bu kahrolası; yarışma, yenme, yenilme saplantılarını geçemediklerini düşündüm…
İnsanların insandışılaştıklarını, saçma yarışlarla, hedeflerle ve sonuçlarla kendi kendilerini tükettiklerini düşündüm.
Sonra o kızı düşündüm. Acaba yemekte ne yemişti? Aldığı nottan mı yoksa yediği yemekten mi daha fazla mutlu olmuştu? Yemeğin verdiği doygunluk duygusunun notumdan daha önemli olduğunu düşündüm.
Ve Ruanda’daki, Filistin’deki, Kürdistan’daki insnları düşündüm. New York’taki evsizleri, Londra’daki işsizleri, sokak serserilerini ve tüm bunları umursamayan insanları umursadığımı düşündüm…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder