Güneş, her zamanki kayıtsızlığıyla
gökyüzünde yükseliyordu. Kuşlar erkenden kalkmış, sıcak ama nemli bu ilkbahar
gününe şarkılarıyla eşlik ediyorlardı. Benim sınavım vardı ve 1.5 satlik bir
otobüs yolculuğuyla ulaşabileceğim sınav yerimde 1.5 saat boyunca cevaplamaya
çalışacağım sınav soruları, belkide 1 hafta önceden hazırlanmıştı ve beni
bekliyorlardı.
Kahvaltımı yaptım, nasıl giyineceğime
karar vermek için bahçeye çıktım. Hava nemliydi ama güneşli bir gün olacaktı.
Kuzey batı’da bulut yoktu ve güneş kendinden emin, yükseliyordu. Nasıl
giyineceğim, ne giyeceğimden önemliydi. Güzel giyinmektense rahat giyinmek,
çarpıcı olmaktansa güvenli olmak benim giyinirken yaptığım tercihlerdir.
Giyindim…
Omuzuma sırtladığım çantam, içinde uzun
otobüs yolculuğunda bana arkadaşlık edecek kitabım ve sınav sırasında bana
yardımcı olacak kalem, silgi vb. gereçlerimle hazır ve kendine güvenli bir
şekilde ilk randevuma, otobüsüme yetişmek için sık ama sakin adımlarla yola
çıktım.
Sokaklar gecenin yorgunluğunu çoktan
üzerlerinden atmış, diri ve hazır bir şekilde uzanıyorlardı önümde.
Birbirleriyle konuşmadan hep aynı
saatte aynı otobüste, aynı yüz ifadesiyle geleceği, geçmişi veya bugünü
düşünerek içlerini karartan insanlarla yolculuğuma başladım. Artık yoldaştık,
belki de değildik. Bu sadece geçici bir yoldaşlıktı, bu bizim tercihimiz
değildi ve aynı otobüste bulunmamızın nedeni, aynı hedefe ulaşmak istememiz
değil, otobüsün elimizde bulunan tek araç olmasıydı. Anlamsız bakışlarımız
dışında hiçbirşey paylaşmadık.
Otobüslerin, kantinlerin, kampüslerin,
yolların ve insanların toplu olarak bulundukları yerlerin ne kadar ruhsuz ve
insanlıktan uzak olduklarını düşündüm. İnsanlar bulundukları yerleri
insandışılaştırıyorlardı. Kitabıma daldım…
Otobüs son durağa geldiğinde, aynı
otobüste bulunmak dışında hiçbir paylaşımımız bulunmayan insanlarla, birlikteoluş
gerekçemiz de ortadan kalkmıştı. Dağıldık…
Sınav salonu kalabalıktı. Yüzlerce
insan ellerine beyaz kaplı kitaplarla bazı şeyleri tekrar etmeye çalışıyorlar,
takıldıkça yanlarındaki arkdaşların danışıyorlar, kendilerini bekleyen
sorgulamanın nasıl birşey olacağını tahmin etmeye çalışıyorlardı.
GECEYİ NASIL GEÇİRMİŞLERDİ? KAHVALTIDA
NE YEMİŞLERDİ? SINAVDAN SONRA NE YAPACAKLARDI? VE AÇ-EVSİZ İNSANLAR HAKKINDA NE
DÜŞÜNÜYORLARDI? YANLARINDAKİ ARKADAŞLARININ PARAYA İHTİYACI VAR MIYDI?
ÜZGÜNMÜYDÜ? SEVİNÇLİ MİYDİ? KIZ/ERKEK ARKADAŞIYLA ARASI NASILDI?
BUNLARI BİLİYORLAR MIYDI?
VE TÜM BU İNSANLAR BUNLARI UMURSUYORLAR
MIYDI?
Sınav sorularının bunlardan oluşması
gerektiğini düşündüm…
İnsanlar arası iletişimsizliğin
boyutları, bireylerin kendi kendileriyle bile iletişim kuramamalarına yol
açıyor. Kendimizi birer araç olarak görmeye başladık. Bizlerin belirlemediği,
kimin belirlediğini de bilmediğimiz hedeflerimiz var ve bunlara ulaşmak için
bedenlerimizi, zihinlerimizi yarıştırıyoruz. Sonuçta bu hedeflere ulaşınca
hedef tahtasına varmış bir okun duyduğu “doyumdan” farklı bir doyum
duyacağımızdan şüpheliyim. Hedefi 12’den vuran bir okla tahtanın en köşesine
saplanan bir ok arasında ne fark vardır sizce? 12’den vuran atıcısına daha çok
puan kazandırıyor ama sonuç, ok açısından, ne farkettiriyor? Bir oktan ne
farkımız olduğunu merak ettiğimi düşündüm…
Yarışmak bizim için bir yaşam biçimi
haline geldi. Hedef önemli değil, ne de kullandığımız yöntem. Bizzat yarışmak
hedef haline geldi ve en ufak bir şeyden, zafer ve yarışma hazzı almaya
çalışıyoruz. Uyuşturucu gibi birşey bu, aldıkça dah fazla istiyorsun ve artık
sen ona değil, o sana hükmetmeye başlıyor.
Sınavdan çıktım. Bildiklerimi
yapmıştım. Bilmediğim yoktu. Benim bildiklerim “kabul edilirse” ‘bilinen’ statüsüne
erişeceklerdi. Çünkü yetkili şahıs, öğretmen, aramızda “bildiği” garanti olan
tek otoriteydi. Dolayısıyla kararı da o verecekti. Kendimi ona benzetmek için
verdiğim çabanın ne kadar verimli olduğunun ölçüsü de onun tarafından odasının
kapısına asılacaktı. Beklemeliydim…
İki gün önceki sınavımın sonucu
çıkmıştı ve ne kadar “bildiğimi” merak ettim. Sonuç olumluydu. Uslu çocuktum ve
30 üzerinden 29 “biliyordum”. Olayın ne kadar saçma olduğunu bildiğiniz halde
bir mutluluk hissi yayılıyor bedeninize. Uyuşturucu almak gibi. Bağımlı olup
olmadığımı düşündüm…
Yanımda kendi notuna bakan kız “kaç
almışsın?” diye sordu… Aramızdaki ilk iletişimdi bu ve “adın ne?” dememişti
veya “nasılsın?”… Bugün sabah birşey yeyip yemediğimi, başımın ağrıyıp
ağrımadığını vs vs. umursamıyordu… Kaç aldığımı umursuyordu…
“Kaç almışsın?” diye sordu. “Yirmi
dokuz” dedim, bu soruyl daha en az elli kez karşılaşacağımı bilen bıkkın bir
sesle.
Şaşırdı… Sevinmem hatta övünmem
gerektiğini düşünmüştü ve ben zafer kazanmış bir havada değildim.
Benim için sevindiğini söyledi,
yapmacık bir edayla. Benim için niye sevinmişti? Beni tanımıyordu ve tanımak da
umrunda değildi. Ben sadece onun kendini ölçebileceği bir ölçü birimiydim.
İnsan bir nesne için, bir cetvel için sevinir mi?
Ve sonra kendi notunu söyleyerek yürüdü
gitti. Merak ettiğimi düşünmüş olmalı. Oysa umrumda bile değildi notu…
Runda’daki katliamla ilgili düşünceleri ve ne yapmayı planladığı beni daha çok
ilgilendiriyordu ama sormadım…
Akşam eve vardığımda, insanların
birbirlerini geçtiklerini, geçildiklerini ama bu kahrolası; yarışma, yenme,
yenilme saplantılarını geçemediklerini düşündüm…
İnsanların insandışılaştıklarını, saçma
yarışlarla, hedeflerle ve sonuçlarla kendi kendilerini tükettiklerini düşündüm.
Sonra o kızı düşündüm. Acaba yemekte ne
yemişti? Aldığı nottan mı yoksa yediği yemekten mi daha fazla mutlu olmuştu?
Yemeğin verdiği doygunluk duygusunun notumdan daha önemli olduğunu düşündüm.
Ve Ruanda’daki, Filistin’deki,
Kürdistan’daki insnları düşündüm. New York’taki evsizleri, Londra’daki
işsizleri, sokak serserilerini ve tüm bunları umursamayan insanları
umursadığımı düşündüm…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder