5 Ekim 1999 Salı tarihli
“Avrupa Gazetesi”nde yayınlanan bir köşe yazısı beni aşağıdaki yazıyı kaleme
almak için teşvik etti. Sözkonusu yazıyı yazan sayın beyefendinin gerek
bahsettiği panelde (veya söyleşide, ama asla konferansta değil) gerekse yazısında
ifade ettiği “çağdaş” ve “modern” gelişmelerden uzak, cahil ve geri kalmış bir
halk insanı olarak, haddim olmayaraktan itirazlarımı bildireceğim.
Sayın beyefendi,
benim de katıldığım (ben yazıda geçen “bir genç”im) ve kendisine “engizisyon
işkencesi” çektirdiğim “konferans”!!!ta, topluma öfke duyduğunu açık
yüreklilikle belirtmiştir. Kendisini bu dürüstlüğünden dolayı tebrik ederim,
ayrıca gerçekleştirdiğimiz “engizisyon işkencesi”nden dolayı ben kendi adıma
üzüntülerimi bildiririm. Geçmiş olsun beyefendi. Ek olarak belirtmek isterim
ki, o “konferans”a!!! hiçbir ön veya art niyetle katılmış değilim. Tek amacım
yeni açılan Ekim Kültür-Sanat-Üretim Merkezi’ni görmek, toplumcu anlamda
mücadele eden arkadaşlara destek olmak ve (aynı gruba mensub olmadığımız halde)
dayanışmak’tı. İşin doğrusu “Sanatçı Gözüyle Kıbrıs Sorunu” isimli panel,
pardon “konferans”!!! da beni zerre kadar enterese etmiyordu. Hatta oraya
giderken bu “konferans”tan haberdar bile değildim. Bu bağlamda sayın
beyefendinin kendisine karşı hazırlıklı geldiğim ya da eğer varsa bir
hazırlığın içinde olduğum yolundaki ifşaatını esefle kınıyorum. Kedisine
yapılan her itirazı bir komplo olarak niteleyen bu yaklaşım, her halde epeyce
sağlıklı bir beynin ürünü olsa gerek!!!
Kendi kendisi ile
barışık olmayan bir insan başka insanlarla barış yapamaz. Peki kendi toplumu
ile barışık olmayan, ona öfke duyan bir sanatçı nasıl olur da ülkesinde barış
isteyen bir sanatçı olur? Ortalıkta hiçbirşey kalmamış herşey tamammış gibi
toplumuna öfke duyan bir sanatçı her halde “modern ve çağdaş sanatın
doruklarında gezinen” mükemmel birşey olmalı ki, bizim darkafalı ve kıt
anlayışımız onun üstün varlığını kavramakta zorluk çekmektedir. Herşey ve
herkes eksiktir bir o tamamdır.
Oysa her ne kadar
gerizekalı da olsak affınıza sığınarak altını çizmek isteriz ki, aydınlar ve
sanatçılar öncelikle kendilerini sorgulamalıdırlar. Kendileriyle
hesaplaşmalıdırlar. Kendi eksikliklerini, kendi zaafiyetlerini,
örgütsüzlüklerini, ideolojisizliklerini, sisteme entegre olmuşluklarını
aşmalıdırlar ki toplumu suçlayabilsinler. Kaldı ki bu seviyeye gelmiş bir
aydın, zaten toplumu suçlamaz. Suçlunun kim olduğunu görmemek için epeyicene
bir öfkeden gözü dönmüş olmak gerekiyor herhalde.
Kendisini Marxist
olarak tanımlamış olan sayın beyefendi, köşeyazarı, aydın, sanatçı ve
“konferansçı”ya söylenecek sözümüz çok. Öncelikle taktir edersiniz ki toplum
her yaptığı bir, yaşadığı bir, tükettiği bir, sevdiği bir, sevmediği bir
yekpare bir bütün değildir. Modern ve çağdaş toplum sınıflardan oluşmuştur.
Çeşitli sınıflar çeşitli ekonomik, kültürel, sosyal, eğitimsel, psikolojik vb.
faktörlerce belirlenirler ve bunlarla sürekli etkileşim içerisindedirler. Uzun
lafın kısası, verili herhangi bir toplum farklı sınıflardan oluşur. Bu durum ortada,
açık ve netken “Sanat topluma rağmen yapılır” demek, ne demektir? Sanat
burjuvaziye, emekçi sınıflara (köylülere, işçilere vb.), öğrencilere, ev
kadınlarına, esnafa, memura vb. RAĞMEN yapılır… Yok yahu… Takip etmeyeli çağdaş sanat da epey gelişmiş!!!
Böyle bir sanatçı da uzayda yaşar, orada dünyamızdaki kültürel üretimi
teşvik etmek isteyen Marslıların yaptığı ekonomik yardımlarla geçinir,
ürünlerini de sırf topluma olan öfkesini rahatlatmak için (görsünler de
çatlasınlar diye) dünyamızda sergiler her halde… Toplumun tüm kesimlerine bu
kadar öfkeli ve bütün ürünlerini onlara rağmen gerçekleştiren bir sanatçı var
mıdır? Yoktur. Sadece “ben köylülere, işçilere, esnafa, öğrenciye, ev
kadınlarına öfkeliyim, onlar için değil, onlara RAĞMEN sanat yapıyorum” diyemeyen
sanatçı vardır. Ayrıca sormak da gerekiyor elbette, topum için değilse kimin
için yapılırmış bu sanat?
Siz keyfinize mi
yapıyorsunuz bunu? Görmeyeli Marxizm de
epey değişmiş (gelişmiş) olmalı…
Şu “rağmen-için” meselesini bir örnekle izah edersem sanırım birçok
soru işareti ortadan kalkacaktır. Bir doktor düşünün. Doktor mesleğini insanlar
için yapar. Toplumun ve insanların sağlığı onun için herşeyden önce gelir (ya
da öyle olduğu kabul edilir). Her ne kadar yaptığı işten zevk de alsa, yaptığı
işle mutlu da olsa amacı kendi dışındaki insanlara yararlı olmak onlar için
birşey yapmaktır. Zaten onun (eğer zevk alıyorsa) zevk aldığı, mutlu olduğu şey
de başkaları için, diğer insanlar için birşeyler yapmaktır. Bu doktora bir
şeker hastası gelsin örneğin. Doktorumuz ona bir diyet uygulayacaktır ve bu
diyette baklava-börek-şeker ürünleri yasak olacaktır. Bu hastanın sağlığı
içindir, ailesinin ve arkadaşlarının mutluluğu içindir. Bu noktada hasta şeker
ürünlerine uygulanan bu diyetten mutlu mudur? Hayır. Bu faaliyet doktorun
aracılığıyla, hasta için ve hastaya RAĞMEN gerçekleşmiş bir faaliyettir. Ama
burada çok önemli bir nokta daha vardır. Bu diyetin gerçeklik bulabilmesi
sözkonusu hastanın ve yakınlarının da katılımıyla hayat bulabilir ancak. Yoksa
hasta bu diyetin gerekliliğine inanmaz, hastanın sevenleri yardıma yanaşmazsa,
diyet başarılı olamaz, şeker hastalığının olumsuz sonuçlarından kaçınılamaz. Bu
noktada yeni birşey daha açığa çıkmaktadır: Tedavi hasta ile birlikte ve onun
katılımı sağlanarak gerçekleştirilebilir. Hastayı anlayarak, sorununu paylaşarak ve yanında
olduğunu hissettirerek yaklaşan bir doktor sorunu çözer.
Yani tedavi Hasta için,
hastanın verili sıkıntılarına ve zaman
zaman hastaya rağmen ve esas olarak hasta ile birlikte gerçekleştirilen bir faaliyettir. Yoksa “ben reçeteyi
yazdım efendim, görevimi yerine getirdim. Bu “cahil” anlamadıysa alsın reçeteyi
bir daha okusun” demek her halde doktorluğun şanından değildir.
RAĞMEN meselesi de bundan ibarettir.
Uzun lafın kısası
bırakınız Sanatı, toplumsal hayatın hiçbir aşamasında topluma rağmen birşey
yapılamaz! Bu kadar kesin söylüyorum işte. Modern kapitalist devlet bile zor
mekanizmasını (polis, asker vb.) gizleyecek bir rıza üretim mekanizmasına
(demokrasi, meclis, cart, curt) ihtiyaç duymaktadır. Marxistlere duyurulur…
Bizi
Stalinist’likle suçlayanlar bilerek veya bilmeyerek Stalinizme düşüyorlar. Sanatta Stalinizm. Topluma rağmen ve
sırf ekonominin yasaları aşkına yeni bir ekonomik sistem yaratan Stalin,
topluma rağmen ve sırf sanat adına sanat yapan sanatçıları görse gözleri
yaşarırdı her halde. Katılım sıfır, yaşasın arı sanat, arı bilim… Kahrolsun
cahil halk!!!
Kendini
beğenmişliğin doruklarında gezinen sanatçımız “Konferans”!!!’ta da daha farklı
davranmamıştı. “Sen benim kaç kitabımı okudun?”, “Sen sanatçımısın ki bunları
söylüyorsun?”, “Ben sanatçıyım ve bunun böyle olduğunu söylüyorum.” Vb.
yaklaşımları aynı anda sergileyen, fırsatı gelince de “bende biraz da Anarşizm
vardır” diyen bir sanatçıyı ne zamandır özlüyorduk. Memleketinize hoşgeldiniz
efendim. 22 yılda size beğeneceğiniz bir toplum hazırlayamadığımız için çok
üzgünüz ancak siz de taktir edersiniz ki malzeme kötü. Yoğuruyoruz yoğuruyoruz
olmuyor.
İnsan hem anarşist
hem de Marxist olabiliyorsa, hem anarşist hem de “sanatçı değilsen sen
anlamazsın” diyebilecek kadar hiyerarşi hayranı elitist de olabilir. Helal.
Aklıma gelmişken, o geceki “konferans”ta söz konusu
sanatçıyı açıkça destekleyen tek kişi bir bayandı ve bana bir soru sormuştu.
Soru aynen şöyleydi “Bu toplum 24 senede ne üretti? Bu topluma tabii ki öfke
duyulur..” Özür dileyerek cevabını şimdi veriyorum: Toplumumuza öfke
duymamalısınız efendim, çünkü toplumumuz sayılı da olsa beyefendi gibi
sanatçılar üretmiştir. Eh bu da hatırı sayılır bir üretim olsa gerek.
Ne de olsa Marxist’tir
kendisi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder