10 Ekim 1999 Pazar

Ne De Olsa Marksist


5 Ekim 1999 Salı tarihli “Avrupa Gazetesi”nde yayınlanan bir köşe yazısı beni aşağıdaki yazıyı kaleme almak için teşvik etti. Sözkonusu yazıyı yazan sayın beyefendinin gerek bahsettiği panelde (veya söyleşide, ama asla konferansta değil) gerekse yazısında ifade ettiği “çağdaş” ve “modern” gelişmelerden uzak, cahil ve geri kalmış bir halk insanı olarak, haddim olmayaraktan itirazlarımı bildireceğim.

Sayın beyefendi, benim de katıldığım (ben yazıda geçen “bir genç”im) ve kendisine “engizisyon işkencesi” çektirdiğim “konferans”!!!ta, topluma öfke duyduğunu açık yüreklilikle belirtmiştir. Kendisini bu dürüstlüğünden dolayı tebrik ederim, ayrıca gerçekleştirdiğimiz “engizisyon işkencesi”nden dolayı ben kendi adıma üzüntülerimi bildiririm. Geçmiş olsun beyefendi. Ek olarak belirtmek isterim ki, o “konferans”a!!! hiçbir ön veya art niyetle katılmış değilim. Tek amacım yeni açılan Ekim Kültür-Sanat-Üretim Merkezi’ni görmek, toplumcu anlamda mücadele eden arkadaşlara destek olmak ve (aynı gruba mensub olmadığımız halde) dayanışmak’tı. İşin doğrusu “Sanatçı Gözüyle Kıbrıs Sorunu” isimli panel, pardon “konferans”!!! da beni zerre kadar enterese etmiyordu. Hatta oraya giderken bu “konferans”tan haberdar bile değildim. Bu bağlamda sayın beyefendinin kendisine karşı hazırlıklı geldiğim ya da eğer varsa bir hazırlığın içinde olduğum yolundaki ifşaatını esefle kınıyorum. Kedisine yapılan her itirazı bir komplo olarak niteleyen bu yaklaşım, her halde epeyce sağlıklı bir beynin ürünü olsa gerek!!!
Kendi kendisi ile barışık olmayan bir insan başka insanlarla barış yapamaz. Peki kendi toplumu ile barışık olmayan, ona öfke duyan bir sanatçı nasıl olur da ülkesinde barış isteyen bir sanatçı olur? Ortalıkta hiçbirşey kalmamış herşey tamammış gibi toplumuna öfke duyan bir sanatçı her halde “modern ve çağdaş sanatın doruklarında gezinen” mükemmel birşey olmalı ki, bizim darkafalı ve kıt anlayışımız onun üstün varlığını kavramakta zorluk çekmektedir. Herşey ve herkes eksiktir bir o tamamdır.
Oysa her ne kadar gerizekalı da olsak affınıza sığınarak altını çizmek isteriz ki, aydınlar ve sanatçılar öncelikle kendilerini sorgulamalıdırlar. Kendileriyle hesaplaşmalıdırlar. Kendi eksikliklerini, kendi zaafiyetlerini, örgütsüzlüklerini, ideolojisizliklerini, sisteme entegre olmuşluklarını aşmalıdırlar ki toplumu suçlayabilsinler. Kaldı ki bu seviyeye gelmiş bir aydın, zaten toplumu suçlamaz. Suçlunun kim olduğunu görmemek için epeyicene bir öfkeden gözü dönmüş olmak gerekiyor herhalde.
Kendisini Marxist olarak tanımlamış olan sayın beyefendi, köşeyazarı, aydın, sanatçı ve “konferansçı”ya söylenecek sözümüz çok. Öncelikle taktir edersiniz ki toplum her yaptığı bir, yaşadığı bir, tükettiği bir, sevdiği bir, sevmediği bir yekpare bir bütün değildir. Modern ve çağdaş toplum sınıflardan oluşmuştur. Çeşitli sınıflar çeşitli ekonomik, kültürel, sosyal, eğitimsel, psikolojik vb. faktörlerce belirlenirler ve bunlarla sürekli etkileşim içerisindedirler. Uzun lafın kısası, verili herhangi bir toplum farklı sınıflardan oluşur. Bu durum ortada, açık ve netken “Sanat topluma rağmen yapılır” demek, ne demektir? Sanat burjuvaziye, emekçi sınıflara (köylülere, işçilere vb.), öğrencilere, ev kadınlarına, esnafa, memura vb. RAĞMEN yapılır… Yok yahu… Takip etmeyeli çağdaş sanat da epey gelişmiş!!!
Böyle bir sanatçı da uzayda yaşar, orada dünyamızdaki kültürel üretimi teşvik etmek isteyen Marslıların yaptığı ekonomik yardımlarla geçinir, ürünlerini de sırf topluma olan öfkesini rahatlatmak için (görsünler de çatlasınlar diye) dünyamızda sergiler her halde… Toplumun tüm kesimlerine bu kadar öfkeli ve bütün ürünlerini onlara rağmen gerçekleştiren bir sanatçı var mıdır? Yoktur. Sadece “ben köylülere, işçilere, esnafa, öğrenciye, ev kadınlarına öfkeliyim, onlar için değil, onlara RAĞMEN sanat yapıyorum” diyemeyen sanatçı vardır. Ayrıca sormak da gerekiyor elbette, topum için değilse kimin için yapılırmış bu sanat?
Siz keyfinize mi yapıyorsunuz bunu? Görmeyeli Marxizm de epey değişmiş (gelişmiş) olmalı…
Şu “rağmen-için” meselesini bir örnekle izah edersem sanırım birçok soru işareti ortadan kalkacaktır. Bir doktor düşünün. Doktor mesleğini insanlar için yapar. Toplumun ve insanların sağlığı onun için herşeyden önce gelir (ya da öyle olduğu kabul edilir). Her ne kadar yaptığı işten zevk de alsa, yaptığı işle mutlu da olsa amacı kendi dışındaki insanlara yararlı olmak onlar için birşey yapmaktır. Zaten onun (eğer zevk alıyorsa) zevk aldığı, mutlu olduğu şey de başkaları için, diğer insanlar için birşeyler yapmaktır. Bu doktora bir şeker hastası gelsin örneğin. Doktorumuz ona bir diyet uygulayacaktır ve bu diyette baklava-börek-şeker ürünleri yasak olacaktır. Bu hastanın sağlığı içindir, ailesinin ve arkadaşlarının mutluluğu içindir. Bu noktada hasta şeker ürünlerine uygulanan bu diyetten mutlu mudur? Hayır. Bu faaliyet doktorun aracılığıyla, hasta için ve hastaya RAĞMEN gerçekleşmiş bir faaliyettir. Ama burada çok önemli bir nokta daha vardır. Bu diyetin gerçeklik bulabilmesi sözkonusu hastanın ve yakınlarının da katılımıyla hayat bulabilir ancak. Yoksa hasta bu diyetin gerekliliğine inanmaz, hastanın sevenleri yardıma yanaşmazsa, diyet başarılı olamaz, şeker hastalığının olumsuz sonuçlarından kaçınılamaz. Bu noktada yeni birşey daha açığa çıkmaktadır: Tedavi hasta ile birlikte ve onun katılımı sağlanarak gerçekleştirilebilir. Hastayı  anlayarak, sorununu paylaşarak ve yanında olduğunu hissettirerek yaklaşan bir doktor sorunu çözer.
Yani tedavi Hasta için, hastanın verili sıkıntılarına ve zaman zaman hastaya rağmen ve esas olarak hasta ile birlikte gerçekleştirilen bir faaliyettir. Yoksa “ben reçeteyi yazdım efendim, görevimi yerine getirdim. Bu “cahil” anlamadıysa alsın reçeteyi bir daha okusun” demek her halde doktorluğun şanından değildir.
RAĞMEN meselesi de bundan ibarettir.
Uzun lafın kısası bırakınız Sanatı, toplumsal hayatın hiçbir aşamasında topluma rağmen birşey yapılamaz! Bu kadar kesin söylüyorum işte. Modern kapitalist devlet bile zor mekanizmasını (polis, asker vb.) gizleyecek bir rıza üretim mekanizmasına (demokrasi, meclis, cart, curt) ihtiyaç duymaktadır. Marxistlere duyurulur…
Bizi Stalinist’likle suçlayanlar bilerek veya bilmeyerek Stalinizme düşüyorlar. Sanatta Stalinizm. Topluma rağmen ve sırf ekonominin yasaları aşkına yeni bir ekonomik sistem yaratan Stalin, topluma rağmen ve sırf sanat adına sanat yapan sanatçıları görse gözleri yaşarırdı her halde. Katılım sıfır, yaşasın arı sanat, arı bilim… Kahrolsun cahil halk!!!
Kendini beğenmişliğin doruklarında gezinen sanatçımız “Konferans”!!!’ta da daha farklı davranmamıştı. “Sen benim kaç kitabımı okudun?”, “Sen sanatçımısın ki bunları söylüyorsun?”, “Ben sanatçıyım ve bunun böyle olduğunu söylüyorum.” Vb. yaklaşımları aynı anda sergileyen, fırsatı gelince de “bende biraz da Anarşizm vardır” diyen bir sanatçıyı ne zamandır özlüyorduk. Memleketinize hoşgeldiniz efendim. 22 yılda size beğeneceğiniz bir toplum hazırlayamadığımız için çok üzgünüz ancak siz de taktir edersiniz ki malzeme kötü. Yoğuruyoruz yoğuruyoruz olmuyor.
İnsan hem anarşist hem de Marxist olabiliyorsa, hem anarşist hem de “sanatçı değilsen sen anlamazsın” diyebilecek kadar hiyerarşi hayranı elitist de olabilir. Helal.
Aklıma gelmişken, o geceki “konferans”ta söz konusu sanatçıyı açıkça destekleyen tek kişi bir bayandı ve bana bir soru sormuştu. Soru aynen şöyleydi “Bu toplum 24 senede ne üretti? Bu topluma tabii ki öfke duyulur..” Özür dileyerek cevabını şimdi veriyorum: Toplumumuza öfke duymamalısınız efendim, çünkü toplumumuz sayılı da olsa beyefendi gibi sanatçılar üretmiştir. Eh bu da hatırı sayılır bir üretim olsa gerek.
Ne de olsa Marxist’tir kendisi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder